Yıldırım Koç’un 2 Nisan 2013 tarihli Aydınlık gazetesinde yayınlanan “Memur-Sen’in Atatürk Karşıtlığı” başlıklı yazısında ibretlik bazı söz ve yaklaşımlar var.
Koç, KESK’in “din ve vicdan özgürlüğünün” yanında durmayıp, “sivil itaatsizlik eylemine” karşı “grev kırıcı” tutumu ve açıklamalarını eleştirmek yerine destek olarak, Memur Sen üzerinden dini kurumlara, halifeliğe, Osmanlı’ya hakaretler edip, tehdit ediyor.
Genel olarak değerlendirildiğinde, sivilliği Silivri’ye, insan haklarını totalitarizme, meşruiyeti darbeciliğe, demokrasiyi jakobenizme, ‘hilal’i de ‘haç’a kurban ediyor.
Koç, KESK’in, Memur-Sen’in “Kamuda Kılık-Kıyafet Serbestliği İçin Sivil İtaatsizlik Eylemine” karşı grev kırıcı tavrına destek olan yazısında Memur-Sen tarafından KESK’in tutumunun eleştirildiği bildirideki,“Kemalist ideolojinin milletimizi ve değerlerini hiçe sayan fetvalarının yeni çığırtkanı, vesayetin yeni(k) borazancısı olduğunu ilan etmiştir” ifadesini paranteze alarak Kemalist ideolojinin faziletlerini sıralıyor. Bunu yaparken de ‘irfan’ı cehl’e kurban ediyor ve yaşayan bir kurumun yanlışlarını ölü bir lider kültü ile örterek konuyu saptırıyor. Koç’un saptırması bununla da kalmayıp Kemalizm ile Kemal’i karıştırıp, Kemal’in şahs-ı manevisi ile Kemalizm’in açmazlarını örtmeye çalışıyor.
İlahi dinlerin vahiy kaynaklı hükümleri dahi şartlar değişince başka bir vahiyle veya ilk indiği zamanki anlam evreni değişince “tecditle” ve daha alt düzey sorunlarda da “ictihad” ile değişmesi mümkünken; kesin inançlı, köktenci Kemalist akıl; Mustafa Kemal’in yaptıklarına külli bir ebedilik atfediyor. Eğer böyle değilse, Mustafa Kemal’in devlet adamı olarak yaptığı yanlışları yazsınlar. Yazamayacaklardır. Onu tanrı makamına yüceltmiyorlarsa, en azından “ismet/hatasızlık” makamında bir peygamber gibi görmektedirler. Müslümanlar için son “ismet” Hz. Muhammed’dir ve o da Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.
Koç, yazısında diyor ki: “Kemalist ideoloji, Osmanlı’dan devralınan halktan bir millet oluşturma ve insanları padişahın, halifenin, din adamlarının, şeyhlerin, toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve emperyalistlerin kulu olmaktan kurtararak, özgür birer yurttaş yapma mücadelesinin düşünce sistemidir.” Esasında bu paragrafta bir kitaplık zihin tahlili ve eleştiri malzemesi var ancak birkaç noktadan ele almakla iktifa edelim.
“…Türkiye’de bir ulus[1] devlet yaratma ve koruma, Osmanlı’dan devralınan ‘halktan-burada halkı aşağılıyor- bir millet[2] oluşturmaktan…” söz ediyor. Yaratılmış anlamında Arapça kökenli “halk” kelimesi 1391[3] yılları kayıtlarında geçiyor olsa da resmi olarak Osmanlı’da tebaaya hiçbir zaman halk denilmemiştir. Tebaa siyasi bir bağla bağlı olan, uyruk anlamında[4] kullanılmıştır. Osmanlı’da tebaa genel isim olmakla birlikte her dini ve kavmi unsura, başına kavim ya da din adı getirilerek “millet” denilmiştir. Ermeni Milleti, Rum Milleti, Yahudi Milleti gibi ifade edilmiştir. Uluslar olarak statü farkları olsa da sultan hariç tüm beyler kavimlerden olsa da protokolde vezir-i azamdan üstün, kendi aralarında Türkmen, Kürt, Tatar, Berberi, Arap eşit mesafededirler. Yalnızca uç beylerinin ve akıncı beylerinin özel görevlerinden dolayı bir derece daha öndeliği vardır. Bireysel anlamda hukuki eşitlik zemininde mutlak adalet esastır. Fakat bu milletlerin içinde Müslümanlar, kavimleri farklı da olsa bir milletten ıtlak olunmuşlardır. Siyasi statüleri farklı da olsa hukuki statüleri aynı olmuştur. Mustafa Kemal de o milletin evlatlarından biri olarak kendisine verilen vazifeyi hakkıyla yapmıştır.
Mustafa Kemal’in bir millet oluşturma çabası da doğrudur. Bunu anayasal süreçteki terminolojiye bakarak da anlayabiliriz. 1921 anayasasında ilk kez olmak üzere devlet “Türkiye Devleti”, ülke “Türkiye”, tebaa da “millet” olarak nitelenmiştir. Mustafa Kemal’in 1923 Meclis konuşmalarında “milletten kastımız “anasır-ı İslamdır/Müslüman tebaa” dediğini görüyoruz. Kaldı ki Lozan Antlaşması (1923) bu temelde imzalanmıştır.
1934’e kadar aşiret, kabile, boy anlamında kullanılan “ulus”, 1934’te Atatürk tarafından millet anlamında kullanılıyor. Millet kavramı dini ve kültürel içerikten soyutlanamadığı için 1973 sonrasında din dışı bir içerikle millet yerine ulus kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. 1924, 1928, 1931, 1934, 1937 anayasa değişikliklerine bakınca devletin niteliği ve egemenliği; İslam dini eksenli ortak geçmiş, ortak hissiyat ve ortak gelecek ülküsü olan millet çağrışımından, ırk, kavim temelli bir dönüşüm yapılmıştır. Bunun için de tarih, kültür ve coğrafyayla bağlantının kesilmesi için asimilasyon politikaları başlamıştır. Bu dönemde tek tipleştirme, Cumhuriyet Halk Fırkası’nın ilkelerinin tek tek anayasaya geçirilmesi suretiyle yapılmıştır. Yani Atatürk milliyetçiliği denen politika millet olmaktan daha geri bir durum olan ulus olmaya ya da bir ulusun diğer ulusların tüm kültür ve tarihini sildiği bir kavim devleti olmaktır. Tarihte bunu yapan hiçbir Türk devleti yoktur. Hiçbir Türk devleti ırki ya da siyasal anlamda homojen de değildir. Homojen olanlar yalnızca küçük hanlıklardır. Bunların Fransız İhtilali etkisi ve emperyalist haçlı saldırıları karşısında parçalanıp, yok olma kaygısıyla yapıldığını elbette biliyoruz. Ancak burada amaç, yapıldığı zamanda da günümüzdeki süreğinde de göreceli/rölatif bir durumu nasslaştırmak/normatifleştirmek ve tartışılmaz hale getirmek. Bu, her şeyden önce “özgürleştirilip bireyleştirilmek istenen” yaşayan insana saygısızlıktır.
Kemalizm, halkı “…padişahın, halifenin, din adamlarının, şeyhlerin, toprak ağalarının, aşiret reislerinin ve emperyalistlerin kulu olmaktan kurtararak, özgür birer yurttaş yapma mücadelesinin düşünce sistemidir” diyor. Bu sözleriyle Osmanlı devletini ve toplumunu aşağılıyor. Osmanlı’da Halifelik dünya Müslümanlarının birliğini temsil eden sembolik bir kurumdu. Bundan rahatsız olunması, din düşmanlığı, özelde de İslamofobidir.
Kul; Arapça abd kelimesinin karşılığıdır. Devlete ait, gulam, köle, hizmetçi, memur anlamında kullanılmaktadır. Bugünkü devlet memurluğu, kamu hizmeti anlamına gelmekte ve yalnızca devşirmeler için kullanılmaktadır. Osmanlı tarihinde kulluk kelimesinin halk için kullanıldığının örneği yoktur. Halk için ibadullah/Allah’a abid terkibiyle kullanılmıştır. Osmanlı’da halk, padişahın hizmetçisi de değildir, işçisi de. Eğer öyle olsaydı, halkın tamamını amele haline getirip devletin, politikacılarla bürokratların eline vermeyi ideal, siyasal ve ekonomik sistem olarak gören Koç bundan rahatsız olmazdı!
Osmanlı, mülkü; devletin olmak üzere, toprağı işleyene veren bir devletti. İşlemediğinde ise elinden alıp başka bir işleyene veren bir devletti. Elbette tek sistem bu değildi ancak sistemin temeli buna dayanıyordu. Ülkenin padişah ve ailesinin olması tüm monarşilerde olduğu gibi sembolik siyasal mülk anlamındaydı. Padişahın da özel giderleri için kendisine ait ‘has’ı, özel mülkü vardı ve tüm gelirleri oradandı. Cumhuriyet döneminde halkın güçlendirilmesi için yapılmaya çalışılan en önemli çalışma, toprak reformu 1945’te yapılabildi. Onun da amacı, yoksullaşan kitlenin sayılan zümrelerin etkisi altına girmesi ve tek parti iktidarına karşı olmalarıydı. Yani konu çağdaşlaşma falan değil, politik önderliğin elde tutulması meselesi idi. Kaldı ki Cumhuriyet’le iktidar el değiştirmiş fakat sınıf değiştirmemiştir. Mevcut mülk sahiplerine asla dokunulmamışken, kamu imkânlarıyla yeni iktidar elitleri yaratmıştır. Tablo bu iken, Kemalistler, seçim yenilgilerini hala utanmadan ‘makarna-kömür’ edebiyatıyla izah etmeye çalışmaktadırlar. Bugün ‘makarna-kömür’ edebiyatı doğruysa, Kemalizm mutlak bir başarısızlık öyküsüdür. Kula kulluk sistemini değiştirememiştir. Bu konu, Fikret Başkaya’nın “Paradigmanın İflası”ndan daha detaylı okunabilir.
Koç, Kemalizm için, “Kadınları erkeklerin kulluğundan kurtarma mücadelesidir” diyor. Bu bir ölçüde doğru. Kadınlar, kocalarının hizmetinden koparılarak piyasanın hizmetine verildi, buna rağmen kamuda çalışan kadın oranı yüzde 30, idareci oranı yüzde 10. KESK’in yaptığı bir araştırmaya göre de, kamuda çalışan kadınlarda idareci tacizi yüzde 30. Türkiye’de 100 bin seks kölesi, 90 genelev var. Bu tablonun ekonomik, sosyal ve siyasal başarılarla herhalde bir ilgisi var.
Koç, “Padişah/halife emperyalistlerle işbirliği yapıyordu” diyor. Bu, püsküllü yalandan başka bir şey değil. Vahdettin, 4 Temmuz 1918’de padişah oldu. Osmanlı ordusunun 2,5 milyon asker kaybettiği I. Dünya Savaşı bitmişti. Tarihte benzeri görülmemiş bir kıyımın ve galibiyetin sahibi düşmanlarla muhataptı ve beş ay sonra 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi imzalandı. Kendi ifadesiyle, “komutanlarımdan hiçbiri bana bu anlaşmayı imzalamayabiliriz demedi” diyor. Bu komutanlardan biri de Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal’di.
Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı’nda yaptıklarının kıymetini değil bir Türkler, düşmanları bile inkâr etmez. Fakat 1924 sonrası devrimlerin total olarak herkesçe kabul edilmesinin beklenmesi saçmalığın dik alasıdır. Kaldı ki, Atatürk çok iyi tarih bilen birisi olarak, düşmanın “din ve kültürünün” etkisine karşı toplumunu koruyamayan Hunlar, Göktürkler, Uygurlar, Peçenekler, Kumanlar ve Bulgarların hemen hemen tamamının yok olduğunu biliyor olmalı. Hatta Bizans’ın etkisine girmemek için Hıristiyan, Arapların etkisine girmemek için Müslüman olmayıp Musevi olan Hazarların siyasi, kültürel ve sosyal varlıklarını koruyamadıklarını biliyor olmalı. Bulgarlar siyasi varlıklarını korumuşlar fakat kültürel varlıklarını kaybetmişlerdir. O kadar ki, bugün kendilerine Türk deseniz bunu küfür sayıyorlar. Sonuç ortada, asimile olmuşlardır. Dinin, İslam’ın toplumu var kılan ve koruyan dinamiğini ya görememiş ya da tercih yapmıştır. Görememişse eksikliktir, tercih yapmışsa toplum neden bu tercihe uyup Latinize olmayı kabul etsin ki? Budistleşip, Hıristiyanlaşıp, Slavlaşıp yok olan diğer Türkler gibi yok olmayı neden kabul etsinler ki? Cumhuriyet dönemi batılılaşma tam bu anlamdadır. O zaman bin yıllık savaşın Müslümanlar için ne anlamı kalıyor.
Koç, “devlet memurlarına”, “sadakat yemininize bağlı kalın” diyor. Sadakat, Allah’a, ülkeye ve milletedir. Eski Türk inancı, atalar kültü üzerinden sadakat bin yıl öncede kaldı.
Koç, kılık-kıyafet düzenlemesinin “Atatürk dönemine uzandığını” söylüyor. Değil Atatürk dönemine uzanmak, bugün kısıtlayıcı yasa dahi yoktur. Olan, Anayasa’ya, insan haklarına ve hukukun genel prensiplerine aykırı ucube, çağdışı bir yönetmeliktir. Kaldı ki, yasa olsaydı da, haksız ve hukuksuz bir yasa olurdu. Ve yine ihlal edilmeyi hak ederdi.
“Devlet Memurları Kanununda da bu konuda düzenleme vardır” diyor. Evet, var. “Ek Madde 19 Devlet memurları, kanun, tüzük ve yönetmeliklerin öngördüğü kılık ve kıyafet kurallarına uymak mecburiyetindedirler” diyor (125/g). Belirlenen kılık ve kıyafet hükümlerine aykırı davranılırsa “uyarı cezası verilir” diyor. O zaman kesin yasanın öngördüğü cezayı. Sonra, ya hukuk devleti ve yine uyarı ya da jakoben demokrasi bir üst ceza, bir üst ceza ve şut. Sonra idare mahkemesi gelsin, tazminatlar ve göreve iade. Ne oldu, başa döndük. Olmadı, hukuk ve adalet dili yerine tehdit… Nasıl olsa bir şekilde iktidara geliriz. O zaman siz görürsünüz!
Koç’un yazısında katıldığım bir husus var ki, o da; legal örgütler, illegal bağlantıları olan üyeleri var diye suçlanamaz. Suçlanmamalıdır. Sivil toplum örgütleri ve sendikalar, insanları üye yaparken savcılıktan sabıka kaydı isteyemez! Bu çok komik bir davranış olur. Kaldı ki, illegal örgütlerle bağlantısı olanlar çıksa bile, bu bir eleştiri konusu yapılmamalıdır. “Suçun şahsiliği” ve “suçsuzluğun esas” olması ilkeleri korunmalıdır.
Elbette herkes halka ve hakka hesap vermeye hazır olmalı, bunu anlarım fakat “Atatürk’e hesap verecekler” söylemi, söz ettiğim manipülasyonun vav yeridir. Evet, “Atatürk göğe çekilmiştir fakat Kemalist kurumlara hûlûl etmiştir. Onlar konuşunca o konuşmuş oluyor ve inanmamak ölümcül suçtur.” Bu bakış resmen bir dindir. Kusura bakmayın, herkes dinini seçmekte hürdür.
Son olarak belirteyim ki, kendisini putlaştıranlar konusunda Hz İsa ne kadar sorumlu ise, Kemal’siz Kemalizm konusunda da Mustafa Kemal o kadar sorumludur.
[1] 1350 [TTü] ulus aşiret, kavim, 1800 [TTü] ulus konar göçer Türkmen aşireti, 1933 [YTü] ulus millet (Fr nation karşılığı), 1934 [YTü] ulusal millî, 1973 [YTü] ulusalcı milliyetçi
[2] 1300 Atabetül Hakayık, din, mezhep, bir din veya mezhebe mensup cemaat, Ahmet Vefik Paşa, Lugatı Osmani, 1876 ümmet, kavim, cemaat
[3] Nişanyan, Saraylı Seyf, Gülistan Tercümesi
[4] Nişanyan
Türkiye’de Eğitim ve Vesayet / Şükrü KOLUKISA
Yıldırım Koç’un Memur-Sen Tarifi Aymazlıklarla Dolu / Hasan Köse
Netekim Paşa Yönetmeliğini Artık Takmıyoruz / İdris Şekerci
Talip Efendi’nin Hezeyanları: Cesaret mi Cehalet mi? / Melih DURMAZ
Sol Sendikaların Özgürlükle İmtihanı / Şükrü Kolukısa
Kılık-Kıyafet Yönetmeliği Başarıyı Gölgeliyor / Emrullah Aydın
Üniversiteler ve Hukuk Kuralları / Metin Bilici
Özgürlük İçin Geç Bile Kaldık / İdris Şekerci
AK Parti’nin MEB Stratejisi: Usul Esasa Mukaddemdir | Emrullah Aydın
Atanamayan Öğretmen Adaylarının Dramı / Mustafa Kır
“Ek Ödeme Namusumuzdur’ Dediler” Diyenler Namussuzdur/ Melih DURMAZ
Ceketinizin Kolları Sarkıyor! / Celal DEMİRCİ
Filistin Meselesi ve İsrail’in Gazze Saldırısı / Hasan Hüseyin Güneş
Dünkü Hasımlar Şimdi Hısım Oldu / Yunus Özdemir
Sendikal Kazanımlar ve Bürokratik Sabotaj / Murat Çelik
Yancının Sefaleti, Dış Kapının Mandalı/ Emrullah Aydın
Masanın Yancısı/Emrullah Aydın
Masanın Yancısı/Emrullah Aydın
Ek Ödeme, Emek ve Özgürlük Mücadelemiz Sürecek/Gaffari İzci
Tablet İn Öğretmen Out!/Emrullah Aydın
İş Bırakmak da Bir Derstir / İdris Şekerci
Kesintili Eğitimi Manipüle Etmek İsteyenler Eğitimci Olamaz!!! Emrullah Aydın