Türkiye’nin dış ve iç politik dengelerini ABD’nin bölge çıkarları endeksli olarak yeniden yapılandırmanın yasal zeminini oluşturan, yürürlükteki Anayasamızın 5. Maddesinde; devletin temel amaç ve görevlerini tanımlarken, “…. demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” demektedir.
Kabul edildiği zamandan bu güne kadar görüldü ki devlet; anayasadaki bu ilkelere büyük oranda uymamış, arka plandaki sonraları BOP denecek, yeni orta doğuya uygun bir Türkiye için çalışmıştır. Yasama, yürütme ve yargı, 12 Eylül taşeronlarına darbeyi ihale eden irade doğrultusunda, “devleti koruma kaygılarıyla” (ne demekse!) hareket etmiş, bireyi ezmiştir. 1982 Anayasası süreç içinde iç taleplerden ziyade, AB baskılarıyla, yamalı bohçaya dönmesine rağmen, temel insan haklarını ve özgürlükleri koruyabilecek bir toplumsal mutabakat metnine dönüştürülememiştir. Zaten bu doğasına aykırıdır.
Bu gün tamamen değiştirilmesiyle ilgili toplumsal kanaatler, anayasayı yapanlar tarafından bile kabul edilir hale gelmiştir. İran İslam İnkılabıyla bozulan Ortadoğu dengelerini yerine oturtmak için hazırlanan daha çok ABD çıkarları endeksli bir anayasanın, Türkiye üzerinde ürettiği gerilim artık ABD çıkarlarına da zarar verebilecek bir siyasi enerji oluşturmuştur. ABD ye duyulan sevginin azalması, 1 Mart tezkeresi gibi işaretler buna örnek gösterilebilir. Düzeltme çabası işaretleri de istihbarat paylaşımları denebilir.
AB süreci ve destekleriyle de ortaya çıkan bu yeni durumun kontrolden çıkıp eşitlik, özgürlük ve insan hakları temelli sahici bir toplumsal talebe dönüşme tehlikesi(!) belirmiştir. Böyle bir siyasal enerjinin ortaya çıkaracağı anayasanın yapılması süreci bile, eşit ve özgür yurttaş, bağımsız Türkiye, Preveze deniz savaşı sonrası Osmanlı hinterlandını yeni bir dünyaya uyandırma, yeni bir formla diriltme tehlikesini(!) içinde barındırmaktadır. Bu gün mevcut anayasanın tüm maddelerini değiştirerek, söz ettiğim düzenin hiçbir şeyini değiştirmeden yeni bir anayasa yapmak mümkündür. Anayasa değişir hiçbir şey değişmez. Biriken tüm enerji, bu yanıltıcı değişim sürecinde paratoner gibi yüksek gerilimi topraklar.
Varlık sebepleri, temsil ettikleri insanların hak ve menfaatlerini korumaya, geliştirmeye çalışmak ve dolayısı ile demokrasiye katkıda bulunmak olan, halk adına iktidar sahiplerini kontrol etmesi gereken, demokratik kitle örgütleri, üniversiteler ve entelektüel öncüler maalesef denkleme halkı katacak ve kavganın gerçekliğine uyandıracakları yerde basit menfaat ilişkilerinden dolayı birbirleriyle boğuşuyorlar. Demokratik kontrol mekanizmaları sağlıklı işlemiyor. Bununla doğru orantılı olarak yasal dönüşüm süreçleri de sağlıklı işlemiyor. Her seferinde toplumumuz, sosyal, siyasal, kültürel ve eğitim taleplerinin gerçekliğinden kopuk, başka gerçekliklere evriliyor. James Mill, İyi Devlet 1820’de toplumsal murakabe için şöyle der:
1- “Kontrol organı,(ben bu ifadeyi demokratik dönüşüm organları olarak genişlettim) kontrol işini yapmaya yetecek düzeyde bir güce sahip olmak zorundadır”.
2- “Toplumla özdeş çıkarlara sahip olmalıdır; aksi halde gücünü zarar verici bir şekilde kullanacaktır”.
Güçten meşru, yasal ve maddi gücü anladığımıza göre, toplum adına devleti kontrol edecek onun zamanın yeni ihtiyaçlarına göre dönüşüme zorlayacak örgütlerin yetkileri anayasal olarak tanınmalı, yasal olarak düzenlenmeli ve yeterli maddi bir güce de sahip olmalıdırlar. Ancak bu şartlarla fonksiyonel olabilir.
12 Eylül anayasası ile ortaya çıkan Türkiye’nin, maddi güce sahip ancak, demokratik katılım fonksiyonları hadım, sivil toplum örgütleri, demokratik kitle örgütleri ve sendikalar, devlet otoritesini denetleyememiş, Türkiye’nin değişim ve dönüşüm dinamikleri olamamışlardır. Bu durum zaman zaman değişimden ümidini kesen farklı talep katmanlarını gayri meşru tutumlara sevk etmiştir. Terör, kamu arazilerinin talanı, kaçak elektirik kullanımı, vergi kaçağının hemen hemen toplumsal her kesim tarafından meşru görülmeye başlaması gibi. Anayasal iklimimiz özgür toplumsal talepleri kaldırabilecek ruhta değildir. Oysa toplumsal tüm kesimler ve kesitler anayasayı oluşturan irade içinde olsalardı, bu mümkündü. Yeni anayasa inşa iradesinin içinde bu katılım mekanizmalarıyla “iktidar halkla paylaşılırsa” bundan sonrası için ümidimiz olabilir.
Adına sivil anayasa denen çalışma devam etmektedir ancak; her kesim bazı tabuların etrafından dolaşmakta, bir çok şeyi kırk hatimle anabilmektedir. Şartlar bu olunca, ortaya çıkacak anayasanın -ki ortaya çıkabileceği de kuşkuludur- sivil olmayacağı kesindir. Çünkü belirleyici irade içinde siviller yoktur. Sivil’i, resmi ideoloji dışında alternatifleri düşünebilen ve bunun için irade koyan anlamında kullanıyorum.
Vatandaş ve vatandaş guruplarının orda burada farklı şeyler söyleyebiliyor ve yazabiliyor olması durumu değiştirmez. Tüm farklılıklara karar sürecinde rey hakkı tanıyan bir doğrudan katılım mekanizması geliştirilmezse, daha ilan edilmeden tartışılmaya başlanacak bir anayasa komedisine dönecektir. Bu durum sivil anayasayı gündemine alan iktidarı da örseleyecektir.
Bizde sivil toplum örgütü yetkililerinin hem şahsi hem de kurumsal kazançları temsil ettikleri kişilerin kazanımlarına yakın ve endeksli olmadığı için <çıkar özdeşliği sağlanamamıştır. İdari makamlara geldikleri zaman artan gelir seviyelerinin de etkisiyle kavuştukları rahatlık onları içlerinden geldikleri ve temsil makamına çıktıkları insanların sorunlarına duyarsız hale getirmektedir. Örgüt liderleri ele geçirdikleri statüyü kaybetmemek için iktidarlarla çıkar birliktelikleri kurmakta, tabandan gelebilecek baskıları da anti demokratik yöntemlerle saptırabilmekte ve engelleyebilmektedirler. Hatta açık ya da gizli cuntalarla işbirliği dahi yaparak demokrasiyi korumaya(!) bile kalkabilmektedirler.
Mer’i anayasamızda, devletin temel amaçları arasına“…Demokrasiyi korumakta…” yazılmıştır. Bu cümlenin öznesi devlettir. İfadeyi metne koyan irade, işin doğası gereği demokrasi kavramına uygun bir anlam yüklüyor olsaydı, “demokrasiyi korumak” gibi müşkül bir ifadeyi anayasaya koyarak egemenliğin halk iradesine bağlanması anlamına gelen bir yönetim biçimini devlete emanet etmezdi.
Amaç demokrasiyi kurmak ve korumak değil, kurgulanmış ve ele geçirilmiş devleti(!) korumaktır. Böylece demokrasi halk iradesinin yansıması ve toplumun her dem kendini yeniden inşa yetki ve gücünü kabul değil, kabul ediyormuş gibi yapmak, hem de olası kontrol dışı özgürlükçü iktidarların yollarını mayınlamaktır. Oysa anayasada rejimin niteliği açısından demokrasiyi benimsemek gibi bir ifade yeterlidir. İçeriğini kavramın etimolojisine, semantiğine ve çağdaş dünyadaki uygulamalarına bakarak doldurabilirdik. Oysa demokrasi kavramın çağdaş içeriğine uygun, eşitlik ve özgürlüklerle alakalı ne zaman bir uygulama talep edilse, koruyucu özne hemen harekete geçiyor ve demokrasiyi yaklaşık on senede bir halkın eline geçmekten kurtarıyor!
Mer’i anayasa devletin amaçlarına devamla “kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır” Diyor.
Anayasamızda yalnızca bu maddenin bu bölümü bulunsa idi ve hiçbir ekleme yapılmasa idi eşitlik ve adalet, hak ve özgürlükler açısından yeter de artardı bile. Gel gör ki ilerleyen madde, Bab ve bend’lerde bu maddeden birey lehine anladığımız hemen hemen bütün hakları geri alıyor.
Hukukçuların hukuk için söylediği çok güzel bir alegori vardır. “Hukuk, vücudun sağlığı gibidir, genellikle hastalık ortaya çıkmadan hissedilemez “. Bu benzetmeden yola çıkarak bir ülkede hak ve özgürlüklerin seviyesini de ancak bireysel veya sosyal olarak bazı haklarından mahrum olanlar hissedebilir diyebiliriz. İnsan hakları daha ziyade hukukun herkes için ortak/ayni olarak garantiye aldığı hakların dışındaki haklar için önemlidir. Farklılıklar ve başkalıklarda hakim unsurların baskısından, tehdidinden ve saldırılarından masuniyet çabası da diyebiliriz.
Hakim unsurun bir parçası, ideolojik olarak merkezi otoriteye yakın bir insanın veya insan topluluğunun bu hakların hayatiyetini hissedememesi doğası gereğidir. Kültürü, kimliği, anadili, din-inanç ve yaşam biçimi yasaklanmayanlar. Siyasi ve ideolojik kavrayış biçimi; konuşması, yazması, gezmesi izlenip, yasaklanmayanlar, konuyu ancak empati yaparak bilgi düzeyinde kavrayabilirler. Bu bilgi ise tasavvufun ilmel-yakin dediğinden öteye geçemez. Yasağı yaşayan insanın dramını görse idi bu aynel-yakin olurdu. Oysa yasağı yaşayan onu hakkal-yakin biliyor. Bu bilmeler arasında kategorik olarak derin farklar vardır. Ateşte yananlar hakkından bazı şeyler duymak, ateşte yananlara şahit olmak ve ateşte bizzat yanmak arasındaki fark gibi. Oluşum sürecinde ve sonrasında sınırsız ifade hürriyeti ve katılım eşitliğinden başka hiçbir anayasa bu ülkenin gerçekliğini yansıtamaz. Statüko Türkiye gerçekleri diyerek konuyu örtüyor.
Bunlar da evrensel hakikatlerdir .