Evvela 05.09.2007 tarihli Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan “Sendikalar Sadece Aidat mı Toplar ”başlıklı yazıma atfen yazılan ve Yeni Şafak gazetesinin aynı sayfasında yayımlanan “Sendikaların Gelecekle Sınavıbaşlıklı yazıdan dolayı Hak-İş Konfederasyonu Genel Bşk. Yardımcısı Sayın Mahmut Arslan’a, KESK’in İnternet sitesinde yayınlanan “KESK, Emekçilerin Hakları İçin Mücadele Eder!” başlıklı yazı için de KESK’e teşekkür ediyorum.
Çoğulcu bir zeminde, özgür tartışmaların yapılmadığı yerlerde şeffaflıktan, çoğulcu demokrasiden, insan haklarından, eşitlikten ve dolayısıyla özgürlüklerden söz etmek anlamsız olmanın ötesinde manipülatif bir edilgenliği yoz bir entegrasyonu besler.
Sendikalara göre farklılık göstermesine rağmen ortak sorunları öncelikle tebarüz ettirmeye çalışayım. Yazının esas vurgusu, ülkemizdeki mevcut sendikaların, sendikacılığın temel amacı, daha kesin bir ifadeyle varlık sebebi olan amacında, emekçinin emeğinin karşılığı olan ücretin eşitlikçi bir zeminde, adil bir seviyeye çıkarılmasının mücadelesini vermekte zaaf gösterdikleridir.
Dolaylı ya da doğrudan emekçileri de ilgilendiren diğer alanlarda daha fazla çaba gösterdikleridir. Diğer alanlar dediğim, sendika üyelerinin ve yöneticilerinin aynı zamanda birer vatandaş, birer insan olmaları nedeniyle duyarlı oldukları ulusal ve küresel sorunlarla alakalı uğraşlarıdır. Daha da kötüsü bu faaliyetleri yürütürken ulusal ve küresel siyaset aktörlerinin dümen suyundan kurtulamamaları ve dolayısıyla “bağımsızlık, kendindenlik, güdümsüzlük” özelliklerini koruyamamalarıdır. Kamuoyunda gündem belirleme gücü kimdeyse işlerin onun öncelikleri ekseninde yürüdüğünü bildiğimize göre, ne ulusal, ne de küresel konuda gündem oluşturamamalarıdır.
Peki neden böyle ?
Anayasamızın 55. maddesinde “ücret emeğin karşılığıdır…” diyor. Hangi sendikamız ne kadar emeğin karşılığı nedir? Diye bir çalışma yapıyor. “…Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.” Diyor. Hangi işin ücretinin adil olarak ne olduğu konusunda sendikalarımız ne diyor?
Anayasa ikinci bendinde başka bir sınıftan söz ediyor sanki. “Asgari ücretin tespitinde, çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu göz önünde bulundurulur.” Diyor. Birinci bentte çalışanların ücret hesaplanmasında “ adalete ” vurgu yapılıyorken, ikinci bentte geçim şartları ve ülkenin ekonomik durumuna vurgu yapılıyor. Bu iki ücret biçimine de muhatap olan aynı ülkenin aynı emeği sarf eden vatandaşlarıdır. Bu çelişkiyi özel sektör “bundan daha azını vermesin diye yasal alt sınır” olarak açıklamak çifte standardı gidermiyor. Sendikalar ücretleri üretilen değere endekslemek için çaba sarf etmiyorlar?
Sendikaların, sendikacılığın temel amacı, emekçinin eşitlikçi bir zeminde adil bir ücrete ulaşma mücadelesi konusunda birbirlerinden farklı olduklarını düşündürecek ve dolayısıyla ayrı ayrı örgütlenmelerini gerektirecek farklı ücret politikaları yok. Hepsi; “Yoksulluk sınırı”, “yaşam standardı”, “geçim sınırı”, “asgari ücret” gibi tamamen göreceli kavramlar üzerinden yapılan ve küresel sermayenin propaganda ajanları iktisat disiplinlerinin mavallarıyla beynimizi kamaştıran kavramlarla düşünüyorlar.
Bu kavramları belli bir çalışmanın karşılığı olan ücretin belirlenmesinde kullanmak peşinen köleliği kabul etmek anlamına gelir. Bu kavramlar ulusal zenginlik oranında emeklilere, işsizlere, malullere karşı devletin (hükümetlerin) sorumluluğunu tespit için kullanılabilir. Ve bir de herhangi bir özel işletmede emeğinin karşılığında “adil” bir ücret almasına rağmen, geçinemeyen yurttaşlara devletin genel gelirlerinden yardım olarak vermesi gereken farkı belirlemek için kullanılabilir. Verilen ücret belli bir çalışma karşılığı olduğuna göre ücret neden üretilen değere endekslenmez. (4) O zaman eşitlik, adalet ve kardeşliğin oranı daha net ortaya çıkmaz mı?
Maalesef hiçbir sendikamızın deklare ettiği bir ücret politikası yok. Üretip kamuoyuyla paylaştıkları bir ücret felsefeleri yok. Varlık nedenleri olan bu temel konuda toplumsal gelişimimize, milli aklımıza bir katkıları yok. Mesela bir öğretmen bir aylık çalışması karşılığında ne kadar bir kazanım elde etmelidir. Ve bunu belirlerken baz aldıkları ölçütleri nedir.
“Üretim araçları tamamen üretenindir” diyen klasik devrimci sosyalist görüş, emeğin tarihi serüvenini anlamak açısından önemli olsa da devrimci sosyalist görüşün ortaya çıkardığı siyasal devrimlerin genelde toplumlara, özelde emekçilere ödettiği bedellerin, kazanılan değerleri aştığı ve tarih karşısında dayanamadığı görülmüştür.
İş veren konumundaki devlet ve diğer iş verenler; hizmet isterken “toplam kalite”, “maksimum verimlilik”, “sıfır hata”, “insan kaynaklarında kalite”, “idealizm”, “fedakarlık”, ”sadakat” istiyorlar. Ücret konusuna gelince karaborsacı bir mantıkla “Sokakta işsizler, ülkemizde açlık sınırının altında insanlar var.” hatırlatmasını yapıyorlar. Sendikalar bu hatırlatmaların emekçiye yapılmasının zulüm, paradan para kazananlara, iktidar zenginlerine, zenginlere ve işverenlere hatırlatılmasının adalet olduğunu gereği gibi ortaya koymuyorlar.
Mevcut sendikalar amaçlar açısından ikincil olan, sosyal ve siyasal katılım görevleriyle tüm zamanlarını harcıyorlar. Onu da dışlayıcı bir klik mantığıyla ördüler. Dolayısıyla sunarken de öyle sundular. Bu retorik özellikle memur sendikalarının kendi varlıklarını inşa ederlerken aynı bağlamda başkalarını yok saymalarına yol açtı. Doğaldır ki karşılıklı olarak yok sayılanlar asabileşti ve kamplaştı. Bu hâlleriyle toplumsal sinerjiye değil, çözülmeye hizmet ediyorlar.
KESK insan hakları söyleminde “din ve vicdan hürriyeti” ile “din eğitimi”, konularında özgürlükçü demokratik bir söylem yerine, statükonun kollektivist, birey ve kamu alanı tarifleri üzerinden tutum aldı. Bu bilinç, kamu alanında eşit ve özgürce var olma talebinin sembolü başörtüyü yirmili yılların siyasal çatışmalarının karşı devrimci tarafına indirgeyince dindar sünniler KESK’te örgütlenmeyi kendi varlıklarına kast saydılar. Artık onlar için KESK’in emekten yana olmasının ve anti emperyalist söyleminin ve eylemlerinin ne anlamı var? KESK’e göre onlar merkezi otoritenin tarif ettiği kisveye bürünürlerse “emekçi” olabileceklerdi. Esas çelişki budur. Çalışan kadınların “pantolon giyme serbestlikleri” için mücadele ederken ki başarılı olmuşlardır. Herkes için kılık kıyafet özgürlüğünü savunamamışlardır. Bu pozitivist idealizmin beslediği kolektivist bir ideolojidir.
Kamu Sen “demokratik değişim”, “kültürel katılım” konularında evrensel belge ve normlar üzerinden değil de “milli çıkarlar” denilen daha çok statükocu, devletçi (resmi görüş) bir eksen takip etmektedir. Osmanlı döneminde devlete eşit uzaklıkta olan aşiretlerin, Cumhuriyet döneminde devlete eşit yakınlıkta olamaması nedeniyle fiili olarak mezhebi ve kavmi bir asabiyet beslenmiştir. İşte bu asabiyetle beslenenler Kamu Sen’de örgütlenmeyi kendi varlıklarına kast saymışlardır. Kamu Sen “anadille öğrenim” değil, “anadilde öğrenim” değil, anadillerin öğrenilmesini bile hazmedememiştir. Alevi-Sünni kardeşliğinden hep söz etmiş ancak alevi kardeşlerin “özgün ibadet” taleplerine insan hakları ve demokratik özgürlükler açısından bakamamıştır. 19. yüzyılın son çeyreğinden 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadarki Türk Devlet tecrübesinin acı hatıralarından üretilen kavim eksenli siyasal görüşe sahiptir. Çağdaş siyasal bir akıl üretmelerini engellemektedir. Bu Kamu Sen’in sendikacılığına siyasal bir engeldir.
Memur Sen, KESK’in dışarıda bıraktığı Sünni muhafazakarların özgürlük ve eşitlik talepleriyle doğmuş fakat Kamu Sen’in dışarıda bıraktığı Alevilerin dini ve mezhebi farklılıklarını “tanıyarak” “dini özgürlük” taleplerine sahip çıkarak gelişememiştir. Mezhebi bağlamla Sünni muhafazakar Kürtlerle örgütlenmiş, ancak kültürel taleplerine sessiz kalarak diğer Kürtleri kaybetmiştir. Özgürlüklerden yana yerinde, zamanında ve birleştirici tavırlar alamamıştır. Bu konularda çözümü PKK ile TSK ya bırakmış görünmektedir. Demokratik katılım ve ülke birliğimiz açısından çok önemli bir konumdayken statükocu devletçilikten (resmi görüş) bağımsızlaşıp özgün politikalar üretememiştir. Üstelik TSK’nın birinci ağızdan “sivil toplum örgütlerinin katkı yapması için çağrılar yapmasına rağmen”. (5) Bilgi üretimi, kendini yenileme, örgüt içi demokratik katılım mekanizmalarının çalıştırılması, sosyal ve siyasal katılım konularında üye ve örgütlenme hızıyla ters orantılı bir süreç yaşamaktadır.
Aynı sosyal tabandan olduklarını bir çok yerde ifade ettikleri AK Parti hükümetinin demokratikleşme ve insan hakları konularındaki adımlarını kolaylaştırıcı kamuoyu oluşturmayı yürütememiştir. Oysa bu gelişmeler Memur Sen’in sosyal tabanının da özgürlük taleplerini içermektedir. Memur Sen bu günkü yerindeyken bir hükümet yetkilisi “Tesettür yüzde iki buçuğun meselesi; dolayısıyla bizim önceliğimiz değildir.” diyebilmiş ve devlet bakanlığından adalet bakanlığına terfi edebilmiştir. Başbakan “Kamuoyu desteği yok diye muhafazakarların özgürlük taleplerini ötelemek zorunda kaldığını.” Söylemek zorunda kalmıştır. Memur Sen’in sosyal tabanının değişim talepleri için kamuoyunu Başbakan mı oluşturacak ?
Söz konusu ettiğim muhafazakar taban’ın üç ana eğiliminden bahis edebiliriz. Muhafazakarlar, muhafazakar demokratlar ve milliyetçi muhafazakarlar. Memur Sen’in üye tabanı daha çok değişimden, özgürlüklerden, hukuk devletinden, eşitlikten ve insan haklarından yana olan muhafazakar demokrat bir profile sahipken genel merkez refleksleri geçtiğimiz beş yılda çoğunlukla resmi görüşe yakın bir çizgiyle milliyetçi muhafazakar bir zeminde yürümüştür.
5 Eylül 2007 tarihli Yeni Şafak yorum sayfasındaki “sendikalar sadece aidat mı toplar” başlıklı yazıma isnatla yazılan, muhtar seçilen köylünün “şu Allah’ın işine bakın bende dün sizin gibiydim” sözünü aratmayacak gönül ve akıl genişliğindeki bir yazı da Eğitim Bir Sen’in internet sitesinde yayınlandı. (6) İsmim verilmeksizin yazıldığı için bende isim vermeyeceğim, kelimenin tam anlamıyla “merd-i Kıpti şecaat arz edeyim derken sirkatin söylermiş” sözünü tefsir niteliğindedir. Yazı söz konusu ettiğimiz sendikaların bazı yöneticilerinin nasıl bir ruh halinde ve zihin yapısında olduğunun anlaşılması için tam bir belge niteliğindedir ve başlı başına farklı disiplinlerin incelemesi gereken birçok çalışma konusudur.
Bu arkadaşlar sendikaları sivil toplum örgütü zannediyor. Her ne kadar sivillikleri tartışılır olsa da eleştiri konusu ettiğimiz tutumlarının zihin arka planını anlaşılıyor. Kendilerini konumlandırdıkları rol sivil toplum örgütü olunca sendikacı olamıyorlar. Oysa sendikacı olsalardı “demokratik kitle örgütü” de “sivil toplum örgütü” de olabilirlerdi. Keşke bunu anlayabilseler. Ülkemiz çok şey kazanırdı.
Sendikalarda hiç bir meslek örgütünde olmayan kendi üyelerinin hakları konusundaki karar sürecinde doğrudan, yasal olarak “rey hakkı” vardır. Bu rey aleyhte yada lehte bir kararın çıkması için bulunması zorunlu olan bir organ anlamına gelir. Toplu “sevişmeyle değil”, “toplu sözleşme ve grev” hakkıyla kullanılır. Yani işverenin çalışanlarla ilgili hiçbir kararı sendikanın oluru olmaksızın yasal olmaz. Buna rağmen kendi başına bir karar alırsa sendikaların buna karşı yasal direnme hakkı olur. Bu hak hiç bir sivil toplum örgütünde yoktur. Bu anlamda 4688 sayılı yasa bir sendika yasası değil yalnızca devlet memurlarına örgütlenme hakkı veren bir yasadır. Yalnız bu yasaya sığınarak sendikaların içinde bulunduğu durum izah edilemez. Devletimizin imzaladığı İLO Sözleşmesi bu hakkı içermektedir. İç hukuku bağlayıcı niteliktedir. İLO Sözleşmesi olmasaydı bile, biz ahlaki meşruiyete ve örgütlü gücümüze yaslanarak aynı sonuçları alabilecek eylemler üretebilmeliydik. Sivil toplum örgütü olmak sendikaların yan özelliklerinden biridir. Sendikaların bir diğer özelliği de demokratik kitle örgütü olmalarıdır. Ancak buda bir yan özelliktir.
Sivil toplum örgütleri genel ilgili alanlarının sorunlarını giderme doğrultusunda basın yayın yoluyla ve bazı etkinliklerle kamuoyu oluşturmaya çalışır, hem toplumu duyarlı hale getirir hem de doğrudan çözümlere katkıda bulunmak amacıyla etkinlikler yürütür. Hayır kurumları ve fan kulüpler gibi. Sendikalar genel ülke meseleleriyle ilgili grev yapamaz. Bu doğrudan siyasal bir rol olur. Ancak Demokratik bir kitle örgütü olma rolü nedeniyle kendi zaviyesinden görüşler geliştirerek bunu siyasal iktidarlara baskı uygulayarak yaptırmaya, karşı olduğu uygulamalardan da vazgeçirmeye çalışır. Bu anlamda sendikaların rolünü çoğulcu demokratik bir katılım aygıtı olarak alabiliriz. Sivil toplum örgütlerinin erki ise daha çok belli duyarlılık alanlarında ifada hürriyetinin kullanılmasıyla kamuoyu oluşturma etkinliklerinden ibarettir. Buna Loca faaliyetlerini de ekleyebiliriz.
Ayrıca sivil toplum örgütü olabilmek; hakim toplumsal renklerin dışında bir renk taşımak ve bu rengi toplumsal alana katma amacıyla olur. Bütün kaldırımların gri olduğu bir ülkede gri kaldırımları sevenler derneği olsa olsa kaldırım üreticilerinin ileri karakollardırlar. Böyle bir ülkede gri den başka bütün renkteki kaldırımları sevenler dernekleri sivil toplum örgütüdür.
Yazıyı kaleme alan arkadaş bir çok afaki değerlendirmeyle niye gerek duyduysa, benim haleti ruhiye mi teşhise çalışmış ve kendisinin elde ettiği ve benim elde edemediğim şeylerden bahis etmiş.
“Hamili kart yakinimdir” kartvizitine ulaşmış, ben ulaşamadım, “şahsi mükemmelliğe”, fenafillaha ulaşmış ben ulaşamadım, “beklentilerine cevap bulmuş” gelir adaleti, din ve vicdan hürriyeti, din eğitimi, insan hakları, konularında ben bulamadım, “haksızlığa uğramadığını” düşünüyor. Ben ve aidiyetim haksızlığa uğradığımızı düşünüyoruz. Milyonlarca insanın haksızlığa uğramasında “bütün sorunlarını halletmiş ve rahata ermiş sendikacıların” katkıları olduğunu düşünüyoruz. Bu arkadaşın genel merkez yöneticisi oluncaya kadar “kronik muhalif” olduğuna bütün il başkanları ve ben şahitiz. Şimdi ne oldu da her şey güllük gülistanlık gibi davranıyor? “İnsanın kendi uğradığı haksızlığa göre eleştiriler,geliştirmesi” neden” inkar ve bühtan” olsun . Bu arkadaş Şube başkanı iken Şube Başkanları toplantılarında ki konuşmalarının çoğu muhalifti. Hep inkar ve bühtan mı idi? Ben elbette sendika yöneticilerinin aylık gelirlerinin tüzükleriyle belirlendiğini ve sendika gelirlerinin ilgili birimlerce denetlenme hakkının saklı olduğunu biliyorum. Ve diyorum ki bu ücretler fazla. Sendika yöneticilerinin maaşları temsil ettikleri insanlarınki ile aynı olmalı. Ancak o zaman çaba gösterirler.
Askerin, öğretmenin, polisin ve bütün devlet memurlarının aylık gelirleri gazetelerde boy boy yayınlanırken hiç tepkiniz yokken sendika yöneticileri aylık gelirlerini açıklasın diyince neden bu kadar rahatsız oldunuz? Ben insanı “ekonomik bir varlık olarak görüyormuşum” Ben Eğitim Bir Sen üyesi olarak benim ekonomik haklarımı aramıyorsunuz. Sorumluluklarınızı şahsi zaaflarınıza, korkularınıza ve ikbalinize kurban ediyorsunuz dediğim için mi insanın ekonomik bir varlık olduğunu düşünüyorum?
Memur Sen’e üye olanların sosyal taleplerinin, ekonomik taleplerinden daha öncelikli olduğunu söylüyor. Son beş senedir hangi sosyal talebin peşine düştünüz de onu bizlere bağışladınız. Bizim haberimiz olamadı. Aylık gelirlerinizi öğretmenin seviyesine indirin hep beraber “sosyal ve ekonomik taleplerimiz için mücadele edelim.
Bir atın aylık olarak Devlet Üretme Çiftliklerine maliyeti 800YTL den fazladır. Mardin Belediyesinin çöp toplama işinde kullanmak üzere istihdam ettiği eşeklerin aylık maliyeti yaklaşık 200 YTL dir. Yeni göreve başlayan bir öğretmene bir at, yada kamuda çalışan dört eşek muamelesi yapılıyorken ne yaptınız? Teorik olarak bir öğretmene verilen ücretle dört kişilik bir ailenin geçineceği var sayılarak hesaplandığına göre sosyal ve ekonomik düzeyimiz ortadadır. Bu hesaba göre sendika yöneticilerinin aylık gelirleri dört atın aylık harcaması iken, temsil ettikleri öğretmenin aylık geliri dört eşek ücretinde kalmaktadır. Bu adalet mi? Ekonomik rahata kavuşunca öğretmen oldukları günleri unuttular ve doğal olarak bu gün bir öğretmenin feryadını buhtan sayıp dalga geçebilecek kadar istiğnaya ulaştılar.
Mazlum Der Marmara Bölge Koordinatörlüğüne “ atandığım ı” söylüyor. Bu yanlış. Düzelteyim. Ben Mazlum Der’in bir Olağan Kongresinde Genel Yürütme Kurulu Üyeliğine ve Marmara Bölge Koordinatörlüğüne seçildim. Yani bir atamayla görevlendirilmedim. Aynen kendilerini Sayın Eğitim Bir Sen Genel başkanı nasıl Listesine yazdı ve olağan genel kurulda seçildiyse, bende öyle seçildim. Bir farkla Sayın Mazlum Der Genel başkanı benim hemşerim değildi. Ancak konu ben olmadığım halde beni paranteze alan bu arkadaşın ve sitede bu yazıyı yayınlayan yetkililerin kurumsal yetkinliklerini, tartışma kültürlerini, derinliklerini, farklı görüşlere karşı tahammül sınırlarını bilmek en azından üyelerin nasıl bir genel merkez yönetici profiline sahip olduklarını bilmeleri açısından önemlidir. Söz konusu yöneticinin 05,09,2007 tarihinde beni telefonla arayarak söylediklerini inşallah ilk kongrede delegelere anlatacağım.
Hak İş Genel Bşk. Yrd. Sayın Mahmut Arslan 2000’li yıllarda ülkemizde ve dünyada sendikacılığın iş verenle “Ortak yükümlülükler, ortak sorumluluklar, ortak risk paylaşımları ekseninde yükseldiğini”, bir ortaklık bilinci geliştiğini ifade ediyor. Bunun emek tarafı olan sendikalarca böyle algılandığından eminim. Ancak kamu çalışanlarının patronu devlet ve özel sektör patronları tarafından “ortaklık” olarak algılandığından emin değilim. Adil olmadığına inansam da nihayetinde devletin belirlediği “çalışma saati “ iş kanunu 4857/63’e göre, 8 saat, 6 çalışma günü uygulayan iş yerlerinde 7,5 saat olması gerekirken 10-12 saat çalıştırıp asgari ücretin de yarısını veren iş verenler. İşçilerine hiç de ortakmışlar gibi davranmıyor. Maalesef sendikalarımızda onları sokağa çıkamaz hale getirmeyip bu ahlâksızlığa sessiz kalıyorlar.
Hülasa tüm sendikalar söz konusu açmazları aşmak zorundalar. Örgütlü varlıkları demokrasimiz ve ülke geleceğimiz açısından önemlidir. Ben yaptıkları yararlılıkları sayıp dökemem. Onları zaten kamuoyu takdir etmektedir. Bende saygıyla anarım. Kendilerini tarifleri ekseninde bu gün devam eden sivil anayasa sürecimize katkıda bulunsunlar. Sivil anayasa komisyonu üyeleri “sosyal devlet niteliklerini derinleştirecek bir metin ortaya çıkarma konusunda yetersiz kaldıklarını” ifade ediyorlar. Özellikle “ emek ve özgürlükler ” lehine katkı sunmalarını beklemek hakkımız olsa gerek.
Hasan Köse (Mazlum-Der GYK Üyesi ve Marmara Bölge Koordinatörü)