İnsanoğlu çok ilginç bir yaratıktır. Elinde avucundayken ve sahipken çok kıymetli bazı şeylere hiç önem vermez de, kaybettikten sonra değersiz şeyler bile onun gözünde kıymete biner. Hani “Kaçan balık büyük olur” misali.
Büyük Şair Baki bile kadir kıymet bilmezlikten dert yanar ve :
Kadrini sengi musalla da bilüp ey Baki,
Gelüp el bağlayalar karşında yaran saf saf
Beytiyle yalancı dostlara sitemini abideleştirir.
İşin doğrusu, Baki hiç de kadri kıymeti bilinmemiş biri değildi. Ama insandaki kadir bilmezlik karakterini bu beyitler kadar güzel ifade eden pek az söz bulunabilir.
Kadir kıymet bilmezlik karakterinin yanında, insanların bir de ölüsever özellikleri vardır. Kıskançlık ve çekememezlik yüzünden dirilerin en büyük başarıları bile takdir edilmez, bin bir türlü kusur günah aranır da, sıra ölülere gelince methiye düzmekte ölçü ve sınırlar hepten kalkıverir. Bakarsınız, kör ölmüş badem gözlü olmuş, kel ölmüş sırma saçlı olmuş.
Demek ki insanoğlu, çok nadir yetişen büyük değerlerinin kıymetini bilmek için illa onun ölmesini bekliyor. Hatta bazen sabırsızlık gösterip, bu işi çabuklaştırmaya da kalkışabiliyor. Nitekim Atinalılar da Sokrat gibi büyük bir düşünürü, uyduruk tanrıları hakkında ileri geri konuşmak, gençlere kötü örnek olmak gibi ipe sapa gelmez iddialarla ölüme mahkum etmişler, baldıran zehri içirerek idam etmişlerdi.
Sokrat jüri önünde herkesi susturacak ve suçlamaların haksızlığını apaçık ortaya koyacak şekilde kendini savunduğu halde yine yakasını kurtaramamış, az bir oy farkıyla idama mahkum edilmişti. Hak etmediği halde ölüme mahkum edilmek herkese ağır geldiği gibi herhalde Sokrat’a gelmiştir. Ama o bunu fazla önemsememiş, af dileyip birilerinin ayaklarına kapanma, ağlayıp sızlama, feryad ü figan etme yerine bunu bu vefasız ve kadir kıymet bilmez insanoğlundan her zaman beklenebilecek alışılmış bir olay gibi kabul etmişti.
İnsanoğlunu çok iyi tanıyan bu büyük bilge, yaşarken verdiği derslerden çok daha önemlilerini mahkeme önündeki savunmasından idamına kadar devam eden ölüm yolculuğu sırasında vermiştir. Kaçıp kurtulması son derece mümkünken, buna hiç teşebbüs etmemişti.
Baldıran zehrini içerek öleceği zamanı beklerken dostlarıyla, yakınlarıyla aralarında çok ilginç ve öğretici konuşmalar geçti. İdamına karar verildiği ilan edilince halktan, talebelerinden ve sevenlerinden kalabalık bir grup yanına gelerek ağlayıp sızlamaya başlarlar. İçlerinden bazıları bir ara,
-“Ey büyük İnsan! Öldükten sonra seni nereye gömelim!” diye sorarlar. Sokrat gülümser:
– “Ben öldükten sonra mı? Ben öldükten sonra, eğer beni bir daha bulabilirseniz, nereye isterseniz oraya gömün!” der.
Bu sözleriyle ölümüyle esas kaybedenin kendisi değil, onu ölüme mahkum edenler ve buna göz yumanlar olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade ediyordu. Büyük insanlar kolay yetişmez. Hele Sokrat gibileri acaba kaç asırda bir gelir. Ama Atinalılar ondan daha fazla yararlanmak yerine, söyledikleri doğrular bazı nüfuzlu kişilerin işine gelmediği için, ilerlemiş yaşına rağmen mahkeme kararıyla idam ederek ondan kurtulmayı tercih etmişlerdi. Sabırsızlıkları, acelecilikleri, zaafları ve zayıflıkları yüzünden normal insanların zalimlerin yalancı ve geçici hükümranlığına kanıp aldanmaları, onlara meylederek onların işledikleri suçlara ortak veya seyirci olmaları, sonuçta zalimlerle aynı acı sonunu paylaşmaları da bu dünyanın çok rastlanan olaylarındandır.
Büyük insanların, abide şahsiyetlerin değerini onların sağlığında bilmek, onlardan en iyi şekilde yararlanmaya çalışmak varken, bazıları onların şanına uygun anıt mezarlar yapmayı esas mesele yerine koyabiliyorlar. Halbuki öldükten sonra onların mezarlarının kime ne faydası olacak! Ama ölüsever insanoğlu nedense sağken hiç değer vermediği, yahut bugün mezarından kalkıp gelse yüzüne bakmayacağı insanlar için bile türbeler, anıtlar yapıp, övgüler düzmeye bayılır.
Çok merak ederim, Hacı Bektaşı Veli, Mevlana, Nasreddin Hoca gibi büyük İslam bilginleri ve düşünürleri için törenler yapıp, övgüler düzenlerden bazıları, acaba farzı muhal bu zatlar mezarlarından kalkıp gelecek olsalar onlara nasıl davranırlardı? Pek çoğunun, arkalarından övgüler düzdükleri o kişileri “Seni mürteci, seni gerici, seni yobaz” diye peşlerinden sopayla kovalayacaklarını tahmin etmek hiç de zor olmasa gerek.
Sokrat’ın ölüm arifesinde hanımıyla yaptığı konuşmalar da çok öğreticidir.
Sokrat ölümü beklerken yanına gelen hanımı iki gözü iki çeşme feryad ü figan ederek ağlamaktadır. Sokrat gayet sakin hanımına:
• Ne ağlıyorsun? Nedir seni bu kadar üzen şey? Diye sorar. Kadıncağız:
• Nasıl ağlamayım, seni ölüme mahkum ettiler, yakında da cezanı infaz edecekler, ben ağlamayım da kimler ağlasın?
Sokrat, saf saf:
• Yani sen şimdi, ben öleceğim diye mi ağlıyorsun?
Kadın:
• Elbette bunun için ağlıyorum, bunun için ağlanmaz da ya niçin ağlanır?
• Ama her doğan mutlaka ölür. Ölümden kim kurtulabilmiş ki ben kurtulacağım? Şöyle ya da böyle, önce ya da sonra herkes bir şekilde ölecek! Ben öleceğim de sen ölmeyecek misin? Beni idama mahkum edenler ölmeyecekler mi? Üstelik ben yaşını başını almış, gençliğini tüketmiş ihtiyar bir adamım. Bu halimle daha fazla yaşasam ne olacak, yaşamasam ne olacak? Sanki şimdiye kadar yaşadığımdan daha mı iyi, daha mı çok yaşayacağım ki?
• Ama sen bu cezayı asla hak etmedin! Seni haksız yere öldürüyorlar! En çok da buna üzülüyorum!
Sokrat’ın bu sözler karşısında söyledikleri daha da sarsıcıdır:
• İşte bu olmadı hanım! Ne yani, şimdi ben bu cezayı hak etsem, daha mı iyi olacaktı? Benim haksız yere öldürülmeme üzülmen değil, belki de sevinmen gerekir. Düşünsene, ya ben bu cezayı hak edecek bir şey yapsaydım, büyük bir suç işleseydim ne olurdu? Bu hem benim için, hem de arkada bıraktıklarım için bir utanç vesilesi olmaz mıydı? Şimdi ben dosdoğru bir hayat yaşamış ve haksız yere ölüme mahkum edilmiş biri olarak hayat maceramı noktalıyorum. Ne mutlu bana ki böyle bir cezayı hak etmedim! Aslında benim değil, bana bu zulmü ve haksızlığı reva görenlerin utanmaları ve üzülmeleri gerekir!
Gerçekten de en sonunda utananlar, kaybedenler mazlumlar değil hep zalimler olur. Zulüm insanoğluna çok ağır ve katlanılmaz gelse de, aslında zulüm ve zalimin ömrü hiç de uzun sürmez. Çünkü zalimin düşmanı bizzat Allah’tır ve kimse de Allah’a üstünlük sağlayamaz. Bu gerçek, asırlar boyunca binlerce defa sınanıp doğruluğu test edildikten sonra atalarımızın: “Zalimin zulmüne değil, ömrünün kısalığına bak!” sözüyle de doğrulanmıştır.
Ziya Paşa’nın dediği gibi:
Zalimlere bir gün dedirir kudret-i Mevla
“Lekad âsârakellehu Aleyna”
Sokrat gibilerin hayat maceralarından, bütün haksız, bencil, akılsız, mantıksız davranışlarına rağmen insanları affedici olmayı, hiçbir yol arkadaşı bulamasak da yine de doğru yoldan ayrılmamama azim ve kararlığını, gizli amaçlar gütmek ve kendini beğenmişlik gibi haksız suçlamalara maruz kalsak, açık yürekliliğin, iyi niyet ve dürüstlüğün aldatılma riskimizi artırdığını pek çok defalar yaşayarak öğrensek de iyi niyetli olmaya devam etmeyi, başarıların, hele büyük başarıların insana gerçek dostlardan çok sahte dostlar ve gerçek düşmanlar kazandırdığını bilsek de başarılı olmaya çalışmayı, yıllarca büyük emekler ve uğraşlar vererek yapabildiklerimizi birilerinin bir anda yıkabileceklerinin farkında olsak da gene de üretme ve yapma azminden geri durmamayı, yapılan iyiliklerin sonradan unutulacağını bile bile yine de iyilik yapmaya çalışmayı, çoğu şeyler için sadece bizim elimizden geleni yapmamızın yeterli olamayacağını bile bile yine de elimizden geleni ardımıza koymamayı, huzur ve mutluluğumuzun, başarı ve sevinçlerimizin bazılarının hasedini ve kıskançlığını kamçılayacağını bilsek de yine de mutluluk ve sevincimize gölge düşürmemeyi öğreniyoruz. Çünkü biz bunları başkası için değil, kendimiz için; bize yakışanın bu olduğuna, bizi yaratıp bu dünyaya gönderenin de bizden böyle olmamızı istediğine inandığımız için yapıyoruz.