“NASIL BİR ANAYASA?”
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.
NASIL BİR ANAYASA?
Mustafa ATALAR
Kültür ve Turizm Bakanlığı Başmüfettişi
Türk Milleti olarak en hızlı olduğumuz konulardan biri de anayasa değiştirmek! Aşağı yukarı dünyadaki devletlerin yazılı veya teamüli anayasaları var. Bu anayasaların çoğu ufak tefek değişikliklerle ilk çıktıkları şekilleriyle yürürlükteyken, biz bir asırda tam beş anayasa eskittik, şimdilerde de altıncısını yapmanın hazırlığı ve heyecanı içerisindeyiz. Yeni anayasanın nasıl bir anasaya olması gerektiği hususunda aramızda tam bir mutabakat olduğu söylenemezse de herkes öncekiler gibi mevcut anayasanın da ihtiyaçları karşılamadığı, sorunları çözmediği, aksine bunların sebebi olduğu konusunda aynı fikirleri paylaşıyor. Şimdiye kadar bizim bir sosyal uzlaşma, sözleşme, mutabakat metni olarak nitelenebilecek, milletimizin bütün fertlerinin, kesimlerinin, unsurlarının beğenebileceği, en azından içine sindirebileceği, sorunlarımıza çözüm, dertlerimize çare olabilecek bir anayasa yapamadığımız ama artık bunu yapmamız ve başarmamız gerektiği konusunda da sanırım hiç kimsenin bir itirazı ve çekincesi olmayacaktır. Bakalım bu işi bu sefer olsun, olması gerektiği gibi başarabilecek miyiz? Bunu zaman gösterecektir. Ancak bu soruya doğru bir cevap bulabilmemiz ve bu işi şimdiye kadar niçin başaramadığımızı anlayabilmemiz için, öncelikle anayasanın ve anayasacığılın ne olduğunu, dünyadaki ve Türkiye’deki geçmişini, Türk milletinin nasıl bir anayasayı beğenebileceğini, benimseyebileceğini çok iyi bilmemiz, ortaya koyabilmemiz, yeni anayasamızı da bu görüş ve anlayışlar doğrultusunda hazırlamamız gerekmektedir. Bu hiç de kolay bir iş değildir ama artık mutlaka başarılması bizim için hayati önem taşımaktadır. Bu konuda herkesin üzerine de büyük görevler ve sorumluluklar düşmektedir. Bu görev ve sorumlulukları elimizden gelenin en iyisini yaparak, verebileceğimiz hiçbir katkıyı esirgemeyerek yerine getirmeye çalışmak hepimizin boynunun borcudur. Bu düşünceler ışığında bu yazı da yazılmaya cüret edilmiştir.
ANAYASA NEDİR?
Anayasalar, devletin şeklini, devlet organlarının kuruluş ve işleyişini belirleyen, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen temel yasalardır… Bundan, bir toplumun siyasi ve hukuki temel düzeniyle ilgili, yazılı-yazısız ana hukuk kurallarının bütünü anlaşılır. Dolayısıyla bir anakuruluştan söz edebilmek için, bu kuralların belli ve tek bir metinde toplanmış olması gerekmez. Bu kurallar, değişik yasalarda yer alabilecekleri gibi, yasalar halinde derlenmemiş bile olabilirler; kısmen ya da büyük çapta yazılı olmayan hukuk kurallarından örf ve adetlerden, teamüllerden de oluşabilir. Bu durumdaki bir ülkenin yazılı ve tek metin halinde bir “Anayasa”sı bulunmasa bile, yazılı ve yazısız hukuk kaynaklarından oluşan bir anakuruluşu, geniş anlamıyla bir anayasası vardır. Bu nedenle anayasalar, teamüli ve yazılı olmak üzere başlıca iki gruba ayrılırlar. Modern çağlarda anayasacılık hareketleri genellikle yazılı bir anayasanın yapılması şeklinde belirmekte, teamüli anayasa çok ender ve hemen hemen bir tek ülkeye (İngiltere’ye) özgü bir olay olarak kalmaktadır.
Günümüzdeki anayasaların çoğu yazılıdır. Ancak bir anayasanın yazılı olması, başarılı olabilmesi için yeterli değildir. Çünkü bir anayasanın işlerliği çeşitli etkenlere bağlıdır. Sözgelimi, ABD Anayasası’nı örnek alan Latin Amerika ülkelerinde demokratik hak ve özgürlüklerin sık sık askıya alındığı görülmektedir.
Anayasalar, maddi içerikleri (özleri) bakımından diğer hukuk kurallarından ayrılırlar. Bunlar, devletin ve organlarının kuruluş ve işleyişi, kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili temel ilke ve kuralları koyarlar. Devletin biçimi (federal ya da basit devlet), nitelikleri (demokratik, sosyal, sosyalist, laik, dini…), yasama, yürütme, yargı organlarının kuruluşu, görev ve yetkileri ve birbirleri karşısındaki durumları, kişilerin hak ve özgürlükleri, bunların sınırları ve sınırlanma yolları ve usulleri vb gibi konular anayasaların başlıca ilgi alanlarına giren noktalardır. Bunun dışında kalan ikinci derecedeki konular ya da yukarıdaki temel ilke ve kurallarla ilgili ayrıntılı uygulama hükümlerinin getirilmesi ise yasa, tüzük, kararname, yönetmelik vb gibi hukuk kurallarının işidir. Çağımızın siyasal, sosyal, idari sorunlarının gittikçe karmaşık hale gelmesi vb gibi etkenler, anayasaların daha “yüklü” metinler haline gelmesinde rol oynamaktadır. Bu durumda anayasalarda ne gibi hükümlerin yer alması gerektiği konusunda evrensel ve her zaman geçerli bir ölçü bulmaya olanak yoktur. Sorun ülkeden ülkeye ve zaman zaman değişen farklı çözümlere bağlanmaktadır ( Büyük Larousse, Anayasa Maddesi, Milliyet Yayını, Cilt II, sayfa: 587-591).
Ülkeler ve rejimleri arasındaki farklılıklar anayasalarına da yansır. Örneğin cumhuriyet ya da meşruti krallık, parlamenter rejim ya da başkanlık rejimlerinin anayasaları birbirinden çok farklıdır. Öte yandan anayasaya ruh veren ilkeler, milletin değerlerinden bağımsız ve bu değerlere aykırı olamaz.
DÜNYADA ANAYASACILIK
Anayasa kavramı Batı kökenli bir kavramdır. Anayasaların temelinde parlamentoculuk hareketleri (demokrasi) ile hak ve özgürlük istemleri (siyasal liberalizm) yatar. Dünyada ilk yazılı anayasa, 1787’de yürürlüğe giren ABD Anayasası’dır. Amerikan Anayasası’nın hazırlanmasında özellikle İngiltere’den göç eden prüten inançlara sahip kurucu babaların çok büyük rolleri ve etkileri olmuştur. Bu kurucu babalar, Tanrı’nın insanları doğuştan özgür varlıklar olarak yarattığına, doğuştan getirilmiş birtakım hakları olduğuna inanıyorlardı. Kurucu babalara göre Amerika’da yönetimler ve iktidarlar sadece yurttaşların hak ve özgürlüklerini koruyan kurumlardan başka bir şey değildi. Bu anlayış Jefferson tarafından kaleme alınan 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi’nin başlangıcında şöyle ifade edilmektedir: “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır. Yaradan, her insana kimsenin elinden alamayacağı birtakım haklar bağışlamıştır. Yaşamak, özgürlük, mutluluğu aramak bu haklardandır. Yönetimler bu hakların korunması için insanlarca kurulmuştur.” deniyordu. Bu bildirinin dışında, 13 eski İngiliz kolonisinin anayasalarının başına yerleştirdikleri Haklar Bildirilerinde ve özellikle 1776 tarihli 16 maddelik Virginia Haklar Bildirisi’nde hak ve özgürlüklerin neler olduğu, bunların nasıl korunacağı açıkça belirtilmiş, bir anayasada bulunması gereken ilkeler düzenlenmişti. Virginia Haklar Bildirisi’nin 8’inci maddesinde hukuk güvenliği açısından adil yargılamasının esasları, 12’nci maddesinde basın özgürlüğü, 13’üncü maddesinde askeri gücün sivil iktidara bağlı ve onun gözetiminde bulunma zorunluluğu, 16’ncı maddesinde din ve vicdan özgürlüğü düzenlenmişti. Amerikan bildirilerinin ideolojik kökü John Locke’un: “Bütün insanlar doğuştan hür ve bağımsızdır. İnsanların doğuştan birtakım hakları vardır, topluma katılmakla bunlardan yoksun kılınamazlar.” şeklinde görüşlerine kadar uzanmaktadır. John Locke’a göre; kişinin hak ve özgürlükleri iktidarın kurulmasından önce de vardı. Eşit haklar herkese aitti ve onlara doğa tarafından verilmişti. Bu nedenle temel hak ve özgürlüklere hiçbir güç engel koyamazdı. Hakların özgürce kullanılması için gerekirse savaşılmalıydı.
Evrensel nitelikteki insan ve yurttaş hakları konusundaki Amerikan bildirilerini ve ABD Anayası’nı hazırlayanlar Common Law olarak nitelenen İngiliz ortak hukukundan çok etkilenmişler ve esinlenmişler, Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni de etkilemişlerdir. ABD Anayasası’nı 1789 Fransız Devrimi’nin ürünü olan 1791 Fransız Anayasası izlemiş, daha sonra öteki Avrupa ülkeleri de anayasalı bir düzeni benimsemişlerdir.
Batı demokrasilerinde anayasa ve anayasacılık, esas olarak, devlet iktidarının sınırlandırılması amacıyla ortaya çıkmış, kişi hak ve hürriyetlerine daha saygılı, daha özgürlükçü, daha demokratik, daha katılımcı bir toplum oluşturma yolunda bir gelişim seyri izlemiştir. 18. yüzyıl sonlarına kadar devlet düzenlerinin temelini oluşturan yazılı hukuk kaynakları yetersiz ve dağınık durumdaydı. Devletin temel kuruluşu ve işleyişiyle ilgili yazılı-yazısız kuralları dağınıklıktan kurtarmak, tek metin halinde kaynaştırmak amacıyla yazılı anayasalar hazırlanması fikri gelişti ve geniş kabul gördü. Bu eğilimin kökleri akılcılık (rasyonalizm) akımında yatmaktadır. İnsanoğlunun akıl yoluyla yeni yasalar ve üstün yasalar (anayasa) yaparak, hukuka, devlete, devlet-toplum ilişkilerine yön verebileceği düşünülüyordu. Bu aynı zamanda kişi hak ve özgürlüklerini sağlama bağlamanın da bir yoluydu. Çünkü dönem, aynı zamanda siyasal liberalizm ve özgürlük düşüncesinin de yükseldiği bir dönemdi. Bu çağın insanları, başta filozoflar ve siyaset bilginleri olmak üzere, anayasayı toplumla birey ya da devletle birey arasında yapılan ve karşılıklı hak ve ödevleri belirleyen bir “toplumsal sözleşme” olarak görmekteydiler. Yasalardan ve kararnamelerden daha üstün bir hukuk belgesi olan anayasa, kamu yetkilerini sınırlayacak, iktidarı hukukla bağlayacak, böylece kişilere de hak ve özgürlük güvenceleri getirecekti.
Özellikle XX. yüzyılın ortalarından başlayarak emekçi sınıfların verdikleri sosyal ve siyasal mücadeleler, anayacılık hareketine yeni bir dinamizm ve yön kazandırmıştır. Siyasal alanda, genel oy hakkının kabulüyle geniş kitlelerin siyasal hayata daha aktif biçimde katılabilmelerinin önü açılmıştır. Sosyal alanda da emekçi sınıfların ekonomik, sosyal ve kültürel talepleri yasa ve anayasalarda dile gelmeye başlamıştır. XX. yüzyılın başlarından itibaren yeni anayasalar, devlete, ekonomik ve sosyal hayata daha fazla müdahale edici, sosyal eşitsizlikleri azaltıcı ödevler yüklemişlerdir (müdahaleci devlet, sosyal devlet). Sosyal güvenlik, konut, sağlık, iş edinme, ilköğrenim, eğitim vb gibi konular, yasal ve anayasal düzenlemelere konu olmuş, ‘sosyal haklar’ tanınmaya başlamıştır.
Batı ülkelerinde başlayan anayasacılık hareketleri ister istemez, bunların takipçisi ve taklitçisi durumundaki az gelişmiş ülkeleri de etkilemiştir. Ancak her iki kesimin anayasacılık hareketlerinde ve anayasalarında önemli farklar bulunduğu daha ilk bakışta göze çarpar.
Özellikle XX. Yüzyıl Batı anayasacılığı, siyasal liberalizm ve çoğulculuk, sosyal demokrasi ve sosyal devlet eksenleri etrafında çeşitli sınıfların uzlaşma aradıkları bir alan olmuştur. Üçüncü dünya ülkelerinde ise (özellikle bugünkü Kara Afrika ülkeleri) anayasalar, daha çok ulusal kimlik ve bağımsızlığın, ayrıca uluslar arası alanda bağımsız bir devlet olarak tanınmanın, çağdaşlaşmanın, modernleşmenin, demokratikleşmenin simgesi olarak kabul edilmiştir. Ancak gerçekte bu anayasaların en önemli işlevi, mevcut otoriter rejimlere, fiili iktidarlara ve egemen iradelere “meşruluk” sağlama ya da onları “meşrulaştırma” aracı olmaktan ileri gidememiştir.
Üçüncü dünya ülkeleri anayasaları daha çok belli çıkar ve menfaat gruplarının çıkarlarını gözeten, kendi halkını ve milletini potansiyel suçlu ve tehlike olarak gören, hakkın, hukukun, özgürlüklerin, temel hak ve hürriyetlerin güvencesi olmak, halkı devlete ve siyasal iktidarlara karşı korumak yerine, devleti ve siyasal iktidarları vatandaşa karşı korumaya çalışan, özgürlükleri daraltan, polis nizamnamesi benzeri, yasaklarla dolu baskıcı, dayatmacı, vesayetçi anayasalardır. Genellikle askeri cuntaların emir ve talimatlarıyla hazırlatılan, zorla, baskıyla, millete dayatılan, yüksek oranlı kabul oylarıyla topluma da onaylattırılan bu anayasaların millet nazarındaki meşruiyeti ve saygınlığı her zaman tartışmalı ve sorunlu olmuştur. Bunlar daha ilk yürürlüğe girdikleri andan itibaren eskidikleri için de sürekli değişiklikler ve yamalarla uygulanabilir hale getirilmeye çalışılırlar.
TÜRKİYE’DE ANAYASACILIK
Ülkemizde ilk yazılı anayasa, dünyadaki ilk örneklerinden yaklaşık bir asır sonra 1876’da yürürlüğe girmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk anayasal belgesi 1876 tarihli Kanun-i Esasi’dir. Kanun-i Esasi, kişisel haklar ve hukukî güvenceler bakımından önemli yenilikler getirmiş ancak temsilî bir organa yer vermemiştir. Bu yüzden Kanun-i Esasi’nin gerçek bir anayasa olup olmadığı tartışmalıdır. Münci Kapani’ye göre Kanun-i Esasi gerçek bir anayasa değil, millete bağışlanmış bir berattır (Charte Constitutionelle) (Münci Kapani – Kamu Hürriyetleri). 1876 Kanun-i Esasisi’nde 1909 yılında yapılan önemli değişikliklerle II. Meşrutiyet’e geçilmiş, monarşi gerçekten sınırlandırılarak, devlet aygıtı yeniden düzenlenmiş ve kişi hakları açısından ilk kez parlamenter anayasal bir monarşi kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun sona erişine kadar yürürlükte kalan ve Kanun-i Esasi adıyla anılan anayasa, Kurtuluş Savaşı ve sonrasında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 ve 1924) 1960’tan sonra da anayasa adını almıştır.
Yürürlükte kaldığı kısa süre içerisinde, Kanun-i Esasi’de 7 defa değişiklik yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın olağüstü şartları altında Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından hazırlanan ve 20 Ocak 1921’de kabul edilerek yürürlüğe giren 23 maddelik İkinci Anayasamızın ise (Teşkilatı Esasiye Kanunu), yürürlükte kaldığı üç yıl üç aylık süre içerisinde 6 madde değiştirilmiştir. 1921 Anayasasının yürürlükte olduğu dönemde, 1876 Anayasası’nın 1921 Anayasasına aykırı olmayan hükümleri de yürürlükteydi. O dönemde Türkiye, dünyanın aynı anda iki anayasa birden sahip olan bir ülkesi durumundaydı.
20 Nisan 1924’te kabul edinlen Üçünçü Anayasamızda ise, 5 defada 21 madde değişikliği yapılmıştır. Ancak bu değişiklikler de yeterli olmamış; 1960 Askeri İhtilalinin ardından, 1961’de Dördüncü Anayasamız yürürlüğe konmuştur. Bu anayasanın da 7 defada 24 maddesi değiştirilmiştir. Nihayet 1980 Askeri Darbesinden sonra Beşinci Anayasamız, 177 maddelik 1982 Anayasası yürlüğe konulmuştur. 1982 Anayasa’sında da 28 yılda 17 defa değişiklik yapılmış, 112 maddesi değiştirilmiştir. Fakat ülkemizde bu anayasayı beğenen neredeyse hiçbir aklı başında Allah’ın kulu bulunmaması, herkesin koro halinde bu anayasanın değiştirilmesini, hatta sil baştan yeni bir anayasa yapılmasını istemesinden, bu değişikliklerin de hiç bir işe yaramadığı anlaşılmaktadır.
Geriye dönüp baktığımızda Türk milleti olarak, bugüne kadar dört anayasa değiştirdiğimizi, beşincisini de değiştirme arifesinde olduğumuzu, bu anayasalardan hiç birisinin maalesef milletimizi tam anlamıyla tatmin ve mutlu etmediğini, hatta bunların çoğuna milletin kendi öz anayasası gözüyle bile bakmadığını görüyoruz. Özellikle askeri darbelerin ardından askeri cuntaların emir ve talimatları doğrultusunda kaleme alınan anayasalar, toplumumuzda huzur, barış, güven, mutluluk, adalet, istikrar kaynağı olamamış, dertlerimize çare, sorunlarımıza çözüm üretememiştir. Tam tersine bu anayasaların en önemli adaletsizlik, huzursuzluk, dert, sıkıntı, problem kaynağı olduğu da iddia edilmektedir. Sayın Sami SELÇUK’un tabiriyle ‘polis tüzüğü’ne benzeyen 1982 Anayasası Türk toplumunu tatmin etmediği, mutlu, hoşnut ve razı edemediği için, ancak şimdi millet olarak yeni bir anayasa hazırlayabilmenin eşiğine gelebilmiş bulunuyoruz. Bu fırsatın iyi şekilde değerlendirilmesi milletimiz için hayati önem taşımaktadır.
Her millet gibi, Türk milleti de idbârını ikbale çevirecek, ona bütün dünyada yeniden itibar kazandıracak bir anayasa istiyor ve bekliyor. Bu da ancak kalbi selim, yararlı bilgi, ortak salim akılların ürünü bir anayasa olabilir. Çünkü hiçbirimiz, hepimiz kadar akıllı değiliz. Bu yüzden yeni anayasa mümkün olduğu kadar geniş kesimlerin aktif katılımıyla hazırlanmalıdır.
Anayasaların, devlet ile millet arasında bir mutabakat metni olması gerektiğine hiç kimsenin bir itirazı yoktur. Toplumsal sorunların çözümlenmesinde, muhtemel krizlerin önlemesinde anayasalardan çok şeyler beklenir.Fakat bizim anayasalarımızın bu nitelikleri ne yazık ki hep eksik ve yetersiz kalmıştır. Bizim anayasalarımız genellik derman anayasaları değil, ferman anayasaları, dayanışma anayasaları değil, dayatma anayasaları olmuşlar, hatta bu anayasalar sorunlarımızın ve krizlerimizin en büyük sebebi ve kaynağı olarak gösterilmişlerdir.
Toplumumuzun her kesiminden bu yeni anayasanın öteleyeci, itici, kakıcı, yasakçı değil, herkesi sevgiyle sarıp sarmalayan, kuşatan, kucaklayan, dertlere çare, sorunlara çözüm getiren, milletin üzerine yeni yükler yüklemek yerine üzerindeki ağır yükleri hafifletip kaldıran, daha geniş katılımlı, daha geniş kesimler tarafından gönül rahatlığıyla benimsenebilecek, insan hak ve hürriyetlerine, evrensel hukukun temel ilkelerine, milli ve manevi değerlerimize daha saygılı, daha özgürlükçü, daha demokratik, daha uzlaşmacı, daha çoğulcu, çoklukta birliği sağlayıcı, millet iradesi üzerinde hiçbir irade ve vesayet tanımayan, milletin içine sinebilecek bir anayasa olması gerektiği yolunda sesler yükselmektedir. Bu yeni anayasanın daha öncekiler gibi değişik kesimlerin, güç odaklarının etkisi altındaki dar komisyonların üyeleri yerine daha geniş bir katılımla ve toplumsal mutabakatla hazırlanması gerektiği önemle vurgulanıyor. Milletimiz bugün, tarihinde ilk defa böyle bir yazılı anayasa yapabilmenin büyük umudu, beklentisi ve heyecanı içine girmiştir. Bakalım bu beklentileri, bu sefer gerçekleşebilecek mi? Hep beraber görüp yaşayacağız.
Şimdiye kadar yapılan anayasalarımızın hazırlanmasında yabancı anayasalardan çok etkilenilmiş ve yararlanılmıştır. Örneğin, 1876 Kanuni Esasisi’nin hazırlanmasında 1831 Belçika Anayasasından, 1924 Anayasası’nın hazırlanmasında Fransa III. Cumhuriyet ve Polonya Anayasalarından, 1961 Anayasasının hazırlanmasında da başta 1948 İtalyan ve 1949 Alman Anayasaları olmak üzere bazı yabancı devlet anayasalarından geniş ölçüde yararlanılmış ve esinlenilmiştir. Anayasa yazım tekniği, evrensel değerler ve ilkeler açısından yeni anayasamızın hazırlanmasında da başka anayasalardan yararlanılması gerekli ve lüzumlu olabilir. Fakat bu anayasanın bizim anayasamız olması, bizi ve bizim değerlerimizi yansıtması da kaçınılmazdır. Aksi takdirde ne kadar büyük oyla kabul edilirse edilsin, bu anayasayı daha öncekilerde olduğu gibi, millete bunu toplumsal bir mutabakat sözleşmesi, kendi öz anayasası olarak kabul ettirmek mümkün olamayacaktır.
Yeni anayasa hazırlanırken elbette dünyadaki başka devletlerin özellikle başarılı olmuş anayasalarından yararlanılacaktır, yararlanılmalıdır da… Fakat asırlardır yapageldiğimiz ve hiçbir yararını görmedimiz bir yanlıştan da artık dönmeliyiz. Yabancılardan ve yabancı ülkelerden model ve örnek alıp onu aynen millete dayatmak yerine, aklın, mantığın, insanlığın ortak ve evrensel değerlerinin gerektirdiği ölçüde onlardan da yararlanmalı, ama kendi modelimizi mutlaka kendimiz geliştirmeli, kendi anayasamızı kendimiz yapmalıyız. Yabancılardan model ve anayasa arama ve kopyalama ilkelliğinden kurtulmalı, bilgi, özellikle sistemli bilgi arama ve o bilgilerden gerektiği gibi yararlanabilme, kendi modelini kendisi üretebilme yetkinliğine ve becerisine artık ulaşabilmeli, bütün dünyaya model ve örnek olabilecek özgün ve nitelikli bir anayasa yapabileceğimizi dost düşman herkese ispat edebilmeliyiz.
Başarılı, milletin içine sinebilecek bir anayasa yapımında en birincil öncelik, Türk Milletini ve onun nasıl bir anayasa istediğini, nasıl bir anayasayı kabul edebileceğini iyi bilmekten, tanımaktan ve anlamaktan geçer.
TÜRK TÖRESİ VE ANAYASA
Dünyada ilk yazılı anayasayı Türklerin icat etmemiştir. İlk yazılı anayasa da bizim anayasamız değildir. Hatta şimdiye kadar milletimizin kahir ekseriyeti tarafından benimsenebilecek bir anayasa yapamadığımız da bir gerçektir. Fakat yine de Türk Milleti, yasasız, kanunsuz, töresiz, haksız, hukuksuz bir millet değildir, hiç bir zaman da olmamıştır. Tam tersine Türk Milleti töre, yani yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği ve uyguladığı kurallar, sosyal sözleşme üzerine kurulmuş bir millettir.
Türk kelimesinin eski şekli olan ‘Törük’ kelimesinin töre kelimesinden türediği ve töreli millet anlamına geldiği ciddi bilim adamlarınca ve bilimsel çalışmalarla ortaya konmuştur. Alman asıllı,ünlü Rus tarihçisi William Barthold da; Türk adının Orhun Abidelerinde değişik şekilleriyle kullanılmış ‘Toru’ kelimesiyle ilgili olduğuna dikkat çeker. Ona göre, Türk demek, ‘kanun, kural, adet, töre, gelenek, görenek, düzen, nizam, sistem sahibi, kuralları, kanunları olan, bunlarla dirlik düzenlik, birlik ve beraberlik kazanmış halk demektir (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 58).
Türk milletinin devlet geleneğinde, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen, ta İslam öncesi dönemlerden beri süre gelen yazılı olmayan, ama herkesin çok iyi bildiği bir töre, bir sosyal sözleşme vardır.Türk Milleti kadar eski olan ve sürekli gelişim halinde olan bu Türk töresi, bu sosyal sözleşme, ekonomik, siyasi, sosyal vb gibi toplum hayatının her alanını kapsamaktaydı. Yönetimler ancak bu yazılı olmayan töreye, sözleşmelere uydukları ölçüde ve bunun gereğini yerine getirdikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyordu.
Dünyanın çoğu ülkesinde, hakkın, hukukun, törenin, kuralın, normun, nizamın, sistemin, düzenin bilinmediği, hele yöneticilerin kendi iktidarlarını sınırlandıracak hiçbir kayıt ve kuyuda tahammül edemedikleri zamanlarda bile bu milletin töreli, hak, hukuk, kanun, kural sahibi bir millet olarak doğması, en sade vatandaşından en üst hakanına kadar herkesin kendisini bunlara uymak zorunda görmesi çok ilginç ve üzerinde durulmaya değer bir konudur. Belki bundan daha ilginci, ibret verici ve üzerinde durulmaya değer olanı ise, aynı milletin asırlar sonra artık sistem, düzen, nizam kuramaz, norm oluşturamaz, hak, hukuk, adalet, töretanımaz hale gelmesi, binlerce yıllık düşmanlarının töresini, normunu, sistemini, kanun ve nizamlarını taklit ederek içinden çıkılmaz gibi görünen sorunlarına çözüm, bitmez tükenmez dertlerine çare aramak zorunda kalması, hatta kendi kimlik ve kişiliğinden sıyrılarak onlara yamanmaya ve yaranmaya can atmasıdır.
Yeni anayasanın hazırlanmasında binlerce yıllık geçmişi olan Türk Töresinin özellikle dikkate alınması, gözden uzak tutulmaması, anayasanın ruhunu, özünü bu törelerin teşkil etmesi büyük önem arzetmektedir. Türk Milletinin İslamiyetten önce geliştirmeye başladığı, İslamiyetle yeni kemalini, şeklini, kıvamını, tadını, mayasını bulmuş olan bu törelerin görmezden gelinmesi anayasasının meşruiyeti ve milletin maşeri vicdanında yer etmesi bakımından büyük eksiklik teşkil edecektir. Millete, milletin özüne, ruhuna ters ve yabancı bir yasa metnini millete anayasa diye dayatmanın pratikte hiçbir yararı olmayacaktır.
Türk Milletinin olağanüstü bir doğruları anlayabilme ve algılayabilme yeteneği, yetkinliği, feraseti ve tecrübesi vardır. Bunu da her zaman yeri geldiğinde kendisine sunulan doğruların yanında yer alarak ispatlamıştır. Türk halkı ve Türk milleti her zaman engin ferasetiyle sadece söylenenleri değil: ‘Gözlerime bakın, ne demek istediğimi anlarsınız!’ gibi şifreli mesajlarla kendine söylenmek istenip de söylenemeyenleri bile tam ve doğru olarak algılayabilmiştir. Bu yüzdendir ki, asırlardan beri esas saldırılar, genelde milletimizin bu tür yeteneklerini köreltmeye, ona şahsiyet, kimlik ve kişilik kazandıran değerlerini sıfırlanmaya, onu köleleştirmeye, kullaştırmaya yönelik olmuştur.
Bu törelerin, yani yazılı olmayan, fakat herkesin bildiği, tanıdığı, içselleştirdiği ve uyguladığı bu kuralların, bu sosyal sözleşmenin ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu en iyi Türk Milletinin sözlü kaynaklarında ve yazılı kaynaklarında bulabiliriz. Türk tarihinin en eski, en ünlü ve en önemli yazılı kaynaklarının başında şüphesiz bundan yaklaşık 1300 yıl önce dikilmiş, Orhun Yazıtları gelir. Özellikle Göktürk Hakanı Bilge Kağan tarafından kardeşi Kültigin adına, ölümünden sonra kendi adına ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk adına dikilen bu kitabeler, Türk töresinin, millet ve devlet, hakan ve fertler arasındaki sosyal sözleşmenin, taşa kazınmış şeklinden başka bir şey değildir. Bu kitabelerde en üst yönetici durumundaki hakan, bir yandan halkına ve milletine hesap verirken, diğer yandan da Türk töresinin önemine, bu törelerin güncelleştirilerek geliştirilmesinin gereğine işaret etmekte, bütün olup bitenleri tüm gerçekliğiyle ortaya koymaya çalışırken, özeleştiri yapmaktan da geri durmamakta, elde edilen başarı ve başarısızlıkları görünen ve görünmeyen nedenleriyle ortaya konmaktadır.
ANAYASALARI KİM HAZIRLAR?
Anayasalar bir sosyal sözleşme olsa da, bu sözleşmeyi diğer daha basit sözleşmeler gibi bütün tarafları aynı masa etrafında bir araya toplayarak anlaşmanın bütün maddeleri üzerinde herkesin mutabakatını bizzat alarak hazırlayabilme imkânı yoktur. Bu yüzden anayasaların, millet ve toplum adına, ama onların duygu ve düşüncelerini, inançlarını, duygularını, ortak çıkar ve menfaatlerini, tarihi ve kültürel özelliklerini, değerlerini, ideallerini, arzularını, beklentilerini, umutlarını vb gibi en iyi bilen ve en iyi aksettirebilen kişi ve gruplarca hazırlanması, yazılması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Bunda ne kadar başarılı olunursa, o anayasa o kadar milletin anayasası olur, millete mal olur, o kadar meşru ve geçerli olur. Örneğin, dünyanın ilk anayasası olan ABD Anayasası, ABD’nin kurucu babaları tarafından hazırlanmış ve toplumun büyük kesimi tarafından geniş kabul görmüştür. Bunun böyle olduğu,ABD Anayasanın kabul edildiği tarihten bugüne kadar geçen 224 yıllık süre içerisinde temel ilkelerde hiç değişiklik olmasından, sadece 7 maddesinde o da pek esaslı sayılamayacak küçük değişiklikler yapılmış olmasından da bellidir. Bugün bile ABD’de ABD Anayasasını değiştirmek, onun yerine yeni bir anayasa yapmak kimsenin aklına gelmez, böyle kişilere de aklı sağlığı yerinde insanlar gözüyle bakılmaz.
Her toplumda, pek çok konuda olduğu gibi devlet ve millet ilişkilerinde, anayasacılık fikrinin gelişmesinde ve anayasaların hazırlanmasında aydınlara çok önemli roller ve görevler düşmektedir. Halkı besleyecek, geliştirecek olan aydınların yeterliliği ve enerjisidir. Aydınların görevi, halkı veya egemen iradeleri övmek ve pohpohlamak olmamalıdır. Aksine aydınların en önemli ve birincil görevleri hep iyiden, doğrudan, yararlıdan, güzelden yana olmak, bunları üretip ortaya koymak, geliştirmek, yeni ve yararlı fikirlerle, uygulamalarla toplumun önünü açmak, toplumdaki ve devlet yönetimindeki yozlaşmalara ve çürümelere karşı çıkmak, hatalı uygulamalara ve gidişata hemen tavır ve tepki geliştirmek, uyarı ve düzeltme görevini zamanında yapmak, gerektiğinde milleti sarsarak milli ve evrensel değerlerden uzaklaşmasına engel olmak, bunlara daha fazla yaklaştırmaya çalışmaktır. Aydınlar iyi gerekçelerle de olsa, asla egemen iradelerin kötü politikalarının aleti olmamalı, aydın ferasetini ve bağımsızlığını asla kaybetmemelidirler.
Ülkesini yaşanmaya değer kılmak, herkesin aradığı mutluluğun şartlarını ve gereklerini kendi ülkesinde hazırlamak, bu amaçla da en başta devleti ve iktidarı ellerinde tutanları adalet, hak ve hukuk çizgisine çekmenin mücadelesini vermek herkes için ama özellikle de aydınlar için çok anlamlı, gerekli ve kutsal bir görevdir. Aydınların yüksek bir bilinçle insan hak ve hürriyetlerinin tanınması ve korunması mücadelesinde milletin de tam ve gönülden desteğini alabilmeleri şarttır. Çünkü bir ülkede insan haklarına, temel hak ve özgürlüklere saygı gösteren, riayet eden bir devlete ve rejime ulaşabilmek ancak millete ve onun iradesine olan inançla ve güvenle mümkün olabilir.
İlim ve fikir adamları, aydınları, edebiyatçıları, sanatçıları, siyasetçileri vb tarafından ulusal ve uluslar arası alanda milli karakterlerine uygun iftihar edilebilecek büyük eserler üretemeyen milletlerin kaderi, kendi içlerine kapanmaktan, umutsuzluğun karanlık girdabına yuvarlanmaktan başka bir şey olamaz. Böyle ülkelerde her yetki, mevki ve makamın suiistimalin, soygunun, yağmanın, talanın vasıtası ve aracı olarak kullanılması çok kolay ve mümkündür. Ülke gücü yetenin gücü yettiğine zulmettiği, hakların gasp edildiği bir alan haline gelir. Böyle ülkelerde egemen iktidarlarla karşı mücadele ettikleri iddiasıyla halkın desteğini alan siyasi figürler ve zihniyetler de genel olarak iktidarın ifsat edici, bozucu etkilerinden kurtulamazlar. Bireysel güçler, belli egemen güçler tarafından denetim ve etki altına alınarak türlü çeteler oluşturulur. İktidara, toplumun sesi olduğunu iddia eden herhangi bir çete tarafından el konulur, bu iktidar da bir başka çete tarafından fiziki zorla tasfiye edilinceye kadar devam eder.
Bir zamanlar Batı toplumlarında adaletin ve toplumsal dengenin sağlandığı devirler son derece istisnai, zulüm ve istikrarsızlık dönemleri sürekli idi. Fakat zamanla tam tersi bir durum ortaya çıkmış, bunda da Batılı aydınların çok önemli rolleri ve görevleri olmuştur. Aydınlarının gayret ve çabalarıyla, Batıda insanların kişisel, sosyal, hukuki ve siyasal talepleri belli ölçülerde de olsa bir çözüme kavuşturulmuş, hak, hukuk, adalet, özgürlük, insan hakları yönünden olumlu adımlar atılabilmiş, ümit verici gelişmeler yaşanmış, toplumsal barış ve istikrar sağlanabilmiştir.
Bugünkü dünyanın az gelişmiş ülkelerinde ise aydınlar üstlerine düşen görev ve sorumlulukları doğru dürüst yerine getirememişler, bu da bu ülkelerin ve milletlerin en büyük talihsizlikleri olmuştur. Kendi halklarına ve milletlerine yabancılaşmış bazı az gelişmiş ülke aydınları, Batının değerlerini, kurumlarını, yaşam tarzlarını olduğu gibi kendi halklarına aktarma, hatta dayatma kolaycılığına saplanmışlar, ülkelerindeki en önemli insan hakları sorunlarını bile görmezden gelecek kadar bir bilinç körlüğüne ve kaymasına uğramışlar, ülkelerinde kendilerine ait bir insan hakları fikri geliştirememişlerdir. Avrupa değerleri ile kendi milletlerini adam etme gayreti içine giren az gelişmiş ülke aydınları, asırlar boyunca tercihlerini kendi milletlerinden, kendi milletlerinin çıkarlarından yana değil, Batıdan ve Batı yanlısı egemen iradelerden yana koymayı, milletin yanında değil, milli egemenliğe düşman egemen iradelerin yanında yer almayı tercih etmişler, sömürgeci Batılı güçler ve Batı yanlısı egemen iradeler de bu tür aydınların hamisi, vasisi ve velisi olmuşlardır. Halbuki olması gereken ve bir türlü olamayan aydınların muhtaç oldukları esas desteği yabancılardan ve egemenlerden değil, kendi ülkelerinden, milletlerinden ve geniş halk kesimlerinden aramaları ve alabilmeleriydi. Bu başarılamadığı için az gelişmiş ülkelerde, bütün göstermelik çaba ve gayretlere rağmen yürürlükte olan sistemler, insan hakları, hukuk devleti, demokrasi ilkeleri ve standartları açısından Batılı demokrasilerin çok gerilerinde kalmıştır. Günümüzde az gelişmiş ülkelerde, bu alanda da artık Batılı devletleri geçmek bir yana, sırf bunlara yetişebilmek için bile çok daha fazla, çok daha cesur ve çok daha bilge seslere, eleştirilere ve çok daha yararlı ve uygulanabilir değişiklik önerilerine ihtiyaç duyulmaktadır.
Özellikle aydın ve yönetici sınıfı, seçkinleri milletinin gerçek değerlerini unutmuş, milleti birbirine bağlayan bu değerler anlamından ve öneminden çok şeyler kaybetmiş bir toplumda izzet ve şeref içinde, milli egemenlikten de meşru yönetimden de söz etmek gün geçtikçe daha da zorlaşır, nihayet imkânsız hale gelir. Böyle toplumlarda zor ve güç egemen olur. Millete, gücün verdiği gurur, kibir ve sarhoşlukla yukarıdan bakanlar, milleti ve meşruiyeti hiç umursamaz tavırlar takınırlar. Millet adına ve millet için egemen olanlar, eğer taahhütlerine uymazlar, uyguladıkları yönetim yol ve yöntemleri, üslupları milletle aralarındaki sosyal sözleşme hükümlerine aykırı olur, gittikçe artan ve büyüyen zulüm ve haksızlıklar içine girerlerse böyle yönetimler gün geçtikçe güçlerini de meşruiyetlerini de kaybederler. Oluşturulmuş kamusal gabin, eğer sistem buna müsaitse meşruiyet çerçevesinde feshedilecek, millet kamusal gücü ve egemenliği böylelerinden alıp başkalarına verecektir. Eğer bu kamusal gabinin kolayca feshi mümkün değilse, millet egemenliğini gasp ederek milleti zillete düşüren, alçaltan işgalciler millet vicdanında ve milletin binlerce yıllık bir süreç içinde oluşturduğu değer ölçüleriyle yargılanacaklar ve temyizi olmayan bir kararla mahkûm edileceklerdir.
Konuya Türkiye özelinden bakacak olursak; egemen güçlerin artık mağlup bir millet olduğumuzu gözlerden saklama çabalarına rağmen XX. yüzyıla bölünme korkuları ile giren Türkiye’nin, XXI. yüzyıla da aynı korkularla girmesi bize ortada yanlış giden ve eksik olan bazı şeyler olduğunu göstermektedir. Öte yandan türlü yol ve yöntemlerle zaman zaman milletin başına çöreklenen kendi milletine yabancılaşmış yabancı işbirlikçisi egemen iradelerin ve iktidarların kendi öz halkına yönelik hak ve hukuk ihlallerinin ve tehditlerinin, yabancı devletlerin milletimizin varoloşuna yönelik tehditleri yanında çok daha korkunç ve tehlikeli boyutlara ulaştığı görülmektedir. (Everdi, Mustafa, Derin Demokrasi, Milletin Kırmızı Kitabı, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara, Ocak 2003, s. 113 – 124).
Oysa Türk töresinde de, bütün törelerin, sosyal sözleşmelerin, tabii bu arada en temel töre sayılabilecek anayasaların da millet adına, milletin kendi içinden çıkardığı, kendi değerlerini benimsemiş önderleri, liderleri, aydınları, şairleri, ozanları, ilim ve fikir adamları tarafından hazırlanması, yazılması, ortaya konması şartı ve gereği vardır. Milleti yüceltecek, yükseltecek, mutlu ve müreffeh kılacak iyi töreler yapmak, sonra bunu milletin onayına sunup, kabul ettirdikten sonra adil bir şekilde uygulamak Türk milletini yönetenlerin millete karşı en başta gelen görevlerindendir.
Eski Türk töreleri çoğu zaman liderlerinin, önderlerinin, bilgelerinin, ozanlarının bazı ferdi eserlerinde, atasözlerinde, destanlarda, halk hikâyelerinde vs ifadelerini bulurlar. Bunlar belli kişiler tarafından ortaya konulmuş, üretilmiş olsalar da gerçekte ferdi değil toplumsal, sosyal, milli bir eser ve olay niteliği taşırlar. Nitekim Türk Milletinin Ulu Bilgesi Dede Korkut’un dilinden de yöneticilerin görevleri ve bunu nasıl yerine getirmeleri gerektiği milletin önderlerine, liderlerine şöyle hatırlatılmaktadır:
İl-ulusa yardım et!
Hizmetini ona kat!
Ne iş olursa giriş!
Rüzgâr gibi var yetiş!
İsterlerse töre yap!
Her işin ucundan kap!
İlden habersiz kalma!
Ondan ayrı iş tutma!
NASIL BİR ANAYASA?
Anayasaların yönetenlerle, yönetilenler, devletle millet, siyasi iktidarı temsil eden hükümetle sıradan halk arasında bir anlaşma, bir sosyal sözleşmeolduğu, en azından öyle olması gerektiği,anayasacılık düşüncesinin ve hareketinin de bu anlayıştan kaynaklandığı kabul edilmektedir.
İnsanlar daha fazla mutlu olmak, barış, güvenlik ve esenlik içinde yaşayabilmek için millet haline gelirler, devletler kurarlar. Devletin en başta gelen görevi toplumunu mutlu etmektir. Devleti yöneten siyasal iktidarların birincil görevi de milletin bütün fertlerinin mutluluğu, iyiliği ve güvenliği için çalışmaktır. Bireyler bu şartlarla siyasal iktidarlara boyun eğerler, onların çıkardıkları yasalara uymayı kabul ederler. Devletin temel kuruluşunu, şeklini, yapısını, organlarını, bu organlar arasındaki ilişkileri ve bireylerin devlet karşısındaki temel hak ve özgürlüklerini düzenleyen bir kurallar bütünü olan anayasaların esas amaç ve hedefi ise bu mutluluğa zemin hazırlamaktır. Anayasaların, milleti ve toplumu daha mutlu, daha huzurlu, daha güvenli, daha özgür, daha çağdaş, daha modern, geleceğinden daha emin hale getirecek, bunların garantisi olacak bir araç olması umulur ve beklenir. Bizim yeni anayasamızın amacı da, ilimizi, ülkemizi, milletimizi, memleketimizi sevgi, mutluluk, selam, huzur, barış, esenlik, güvenlik, birlik, beraberlik, dirlik, düzenlik yurdu haline getirmek, milletimizi halinden memnun, geleceğinden emin kılmak olmalıdır. Tek tek ve yalnızca belli insanları cennete göndermeyi değil, bütün ülkeyi cennete çevirebilmeyi amaçlamalıdır. Türk Milleti bunu geçmişte zaman zaman da olsa yapabilmiş, başarabilmiş bir millettir.
Çok büyük, çok eski ve çok köklü bir medeniyetin temsilcisi ve mirasçısı olan Türk Milletinin, eskiden başarabildiklerinin çok da iyisini, üstününü, güzelini tekrar başaramaması, yeni başarı destanları yazamaması için hiçbir sebep yoktur. İbn-i Haldun’un dediği gibi; “Suyun suya benzediği gibi, milletlerin gelecekleri de geçmişlerine benzer.” Geçmişin engin kazanım ve birikimleri, günümüz imkân, fırsat ve anlayışlarıyla birleştirebildiği ve değerlendirilebildiği takdirde çok daha iyisi başarılabilir ve başarılmalıdır. İkilik, ayrılık, gayrılık havaları çalanlara kulak vermek yerine, kökü mazide büyük bir toplumun ve milletin ahfadı olmanın bilinciyle yeni birlik ve beraberlik şarkıları üretilebilmelidir. Yeni birlik beraberlik şarkılarını, bestelerini üretebilecek fikir, söz, şiir, müzik ustalarını, şairlerini, ozanları, bestecilerini, yorumcularını, icracılarını, virtiözlerini bu millet yine kendi içinden çıkarabilecek potansiyele ve güce sahiptir. Türk Milleti için bunun dışında başka bir seçenek yoktur. Bunun dışındaki seçenek ancak tarih sahnesinden silinmek, tarihin kenarına atılmak, yok olmak demek olur ki Türk Milleti gibi potansiyeli yüksek, Allah’ın seçip çıkardığı, geçmişi şanla, şerefle, mefahirle dolu bu kadar büyük bir millet için böyle bir şey düşünülemez.
Yeni anayasa “Kökü toprağın derinliklerinde sabit, dalları ise, göklere doğru yücelen, yükselen güzel bir ağaç (Kuranı Kerim, İbrahim, 25.) gibi, kaynağını milletimizin özünden, cevherinden, kökünden, binlerce yıllık tecrübesinden, varlık ve beka mücadelesinden almalı, milletimize yakışır ve yaraşır bir anayasa olmalı, sağlam kökü, inanç, fikir ve yükselen değerleriyle, her mevsim eksik olmayan güzel ürünleriyle, millet ruhunda hep güzel duygu ve düşünceler, intibalar uyandırmalı, milletimizin geçmişinden güç alarak geleceğinin teminatı olmalıdır.
Yeni anayasa geçmişimizden, köklü tarihimizden, başarı ve başarısızlıklarımızdan, mutluluklarımızdan, acılarımızdan, başımıza gelen iyi ve kötü şeylerden dersler çıkarılarak, sağlıklı ve dikkatli özeleştirel bir bakış açısıyla hazırlanmalıdır. Başımıza gelen felakatlerin, acıların, sıkıntıların sebeplerini hep dışarıda, başkalarında, dış etkenlerde aramanın çok yanlış bir bakış açısı olacağı, esas sorunu yine kendimizde aramamızın en iyi, en doğru, en sağlıklı tutum olacağı unutulmamalıdır:
Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizin kazandığı (günahlar) yüzündendir. Allah ise günahların birçoğunu bağışlıyor (da bundan dolayı musibet vermiyor) (Şûra Suresi, Ayet:30).
Bunun hikmeti şudur: Bir kavim nefislerinde olan (iyi hali) değiştirinceye kadar, Allah onlara ihsan ettiği nimeti değiştirmez. Şüphesiz ki O, (her şeyi) hakkıyla işitici, kemaliyle bilicidir (Enfal:53).
Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez. Allah bir topluma kötülük diledi mi, artık onun için geri çevrilme diye bir şey yoktur. Onların Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. (Ra’d Suresi, Ayet: 11).
Dolayısıyla örneğin, Osmanlı Devleti’nin yıkılışı gibi büyük felaketlerimiz başta olmak üzere başımıza gelen kötülükleri Arapların, gayrimüslim azınlıkların ihaneti gibi hep dış etkenlere bağlamak yerine esas sorunu kendimizde aramamız, kendi öz eleştirimizi kendimiz sağlıklı bir şekilde yapabilmemiz, geçmiş hatalarımızdan ders alarak kendimize çekidüzen verebilmemiz gerekmektedir. Unutmamalıyız ki, gerçekte Osmanlı şunun veya bunun ihaneti, yabancı güçlerin bize karşı birleşmesi yüzünden değil, artık biz o koskoca imparatorluğu idare edebilecek özelliklerimizi kaybettiğimiz için yıkılmıştır.
SOSYAL VE MİLLİ BİR ESER
Anayasalar basit, herkesin çalakalem yazabileceği metinler değildir. Anayasaların toplum ve birey, devlet ve vatandaş arasında sosyal bir sözleşme olduğu dikkate alınarak bu yeni anasanın da sosyal ve milli bir eser, bir değer olmasına çalışılmalıdır. Her sosyal ve milli eser gibi, milletin önüne getirilecek, onayına ve beğenisine sunulacak bu anayasanın da halkın temel tercihlerine, değerlerine, inançlarına, ideallerine, kültürüne, kimlik ve kişiliğine, ruhuna ve özüne aykırı olmaması, herkesin içine sinebilecek, özlem ve beklentilerine cevap verebilecek, sosyal bir sözleşme niteliği taşıması gerekmektedir. Milletin istemediği, özüne ve ruhuna ters kanun, nizam, töre, sistem ve normları, anayasaları vb. özellikle Türk Milletine kabul ettirebilmek mümkün olamaz. Şimdiye kadar bu tür dayatmalardan, bozulma, yozlaşma, çürüme ve yıkımlardan başka bir sonuç çıkmadığı gibi, bundan sonra da çıkmayacağı ortadadır.
Toplumsal eserler, onları hazırlayanların kendilerine özgü, kişisel duygu ve düşüncelerden çok, toplumun özündeki maşeri vicdanı, ortak duygu ve düşünceleri, inanç ve idealleri, zevkleri, beklentileri, beğenileri, değerleri yansıtırlar ve terennüm ederler. O yüzden de herkes tarafından beğeniyle karşılanırlar, paylaşılırlar, çok geniş zümreleri ortak paydalarda buluştururlar. Bunlar fertle toplum arasında en önemli bildirişim (communication) araçlarıdır. Toplumu hem tam anlamıyla ifade ederler, hem de zenginleştirirler. Herkes onda kendini, özünü, ruhunu bulduğunu ve gerçekleştirdiğini hisseder. Millet böyle bir sosyal eserin ve değerin üretilmesini bazen açık bir bilinç ve iradeyle, bazen de farkında olmadan bu işi yapabilecek ve böyle büyük bir görevin altından kalkabilecek olanlara ısmarlar. Onlar da yapabileceklerinin en iyisini ve en ideal olanını hazırlamaya, söze veya yazıya dökmeye çalışırlar. Bu tür eserleri ortaya koyanların esas görevleri ve fonksiyonları, milletin davetine icabet etmekten ibarettir. Üretilen eserin, sosyal değerin her kelimesinin, her cümlesinin, açık veya kapalı her ifadesinin milletin kahir ekseriyetinin özünü, ruhunu, fikrini, inancını, düşüncesini, ideallerini, özlemlerini, beklentilerini, izini, eserini, etkisini taşıması, ortaya çıkacak eserde metnin, yazarın ve milletin aynı düzlemde buluşması, birbirinin ayrılmaz parçası haline gelmesi gerekir.
Büyük birikimlerin ve gayretlerin sonucu olarak ortaya konması gereken sosyal ve milli bir eserin, bir ürünün, bir değerin, her şeyiyle, içeriğiyle, diliyle, üslubuyla, ifadesiyle milli olması, milletin fikrî ve bediî tatminini de tam anlamıyla karşılaması, kolektif bir eser, hatta bir şaheser olması gerekir. Sosyal bir eserde, ilin, ülkenin, milletin, memleketin, vatanın, zamanın, geleneğin, geçmişin, geleceğin özlem ve idealleri, tam bir yeterlilikle ortaya konabilmelidir. Ferdi olaylar ve başarılar da milli ve ictimai olaylar zeminine ve dizinine oturtularak sosyal olaylar içerisinde eritilmeli, ortaya konan düşünceler, fikirler, idealler tam anlamıyla maşeri vicdana uygun, ictimaileştirilmiş olmalıdır. Tarihsel süreklilik içinde yaşanılan zaman ile daha önceki ve daha sonraki zamanlar arasında sağlıklı bağlantılar, ilişkiler, alışverişler kurulmalı, içinde yaşanılan devir ve millet bütün yönleriyle aksettirilirken, geçmiş ve gelecekten kopuk ele alınmamalı, her şey yerli yerine oturtulabilmeli, sonraki zamanlar ve nesiller derinden ve olumlu yönde etkilenebilmeli, ferdi duygu ve düşüncelerden maşeri duygu ve düşüncelere geçilebilmelidir. Sayısız düşünceler, ihtiyaç ve duygular, eylemler arasından ayıklamalar yapılarak, bunların doğrusu yanlışı, iyisi kötüsü, güzeli çirkini birbirinden ayrılabilmeli, bütün ferdi dikkatler aynı anda, aynı iyi ve güzel amaçlara yöneltilebilmeli, kamuoyu somutlaştırılabilmeli ve billurlaştırılabilmelidir.
Sosyal ve milli bir eser, kişisel ayrılıkları ortadan kaldırabilecek, fertlerin özlemlerini birleştirip, tıpkılaştırabilecek, aynı anda ve herkese kendi içlerindeki düşünce ve duyguların ortak formüllerini ve aynı şuuru verbilecek, sosyal grupları aynı ideal, fikir, inanç, şuur ve his dünyasında birleştirebilecek, her bakımdan herkesi hemahenk kılabilecek, fikirde, sözde, işte, sevinçte, kederde, tasada birleştirebilecek, kısacası maşeri şuuru ve vicdanı yaratabilecek bir eser olmalıdır. Bu eser, bir orkestra şefi gibi farklı seslerin tam bir uyumunu sağlayabilmeli, bir yandan icracıların kendilerine özgü tavır ve seslerini ortaya koymalarına tam anlamıyla fırsat verirken, bir yandan da her farklı sesin ve tavrın grubunkiyle tam bir uyum içinde birleştirilebilmesini de sağlamalı, herkesin üzerine düşen görevi tam ve doğru olarak yerine getirebilmesiyle ortaya konacak muhteşem müzik eseri gibi sonuç başta katkı verenler ve izleyenler olmak üzere herkes için tam anlamıyla tatmin edici ve memnuniyet verici olmalıdır. Bu tür eserler sadece güncelle, somut gerçeklerle yetinmezler, bunlara büyük ve yüce idealleri, emelleri, hedefleri rüyaları da katarlar. Gündeliği, ortalamayı, anlamsızı bir yana iterler, olgun, mükemmel, olağanüstü ve ideal olanı işlerler. Bunlar büyük eylemlerin, başarıların, bazen başlatıcısı, bazen yardımcısı, bazen de kendisi olurlar.
Bizde bu tür sosyal ve milli eserler pek çoktur. Bunların bir kısmı atasözleri Dede Korkut ezgileri, küyleri, deyişleri, hikâye ve destanları gibi anonim, bir kısmı da Orhun Abideleri, Yusuf Has Hacib’in Kutadgu-Bilig’i, Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ül-Lugat’it-Türk’ü, Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı gibi yazarı belli eserlerdir. Yeni anayasamız için de bunlardan öğrenilebilecek ve esinlenilebilecek çok şeyler vardır.
Yeni anayasa da milletin en azından beklediği, davet ettiği, müphem de olsa sezdiği, özlediği beklentilerine, inanç ve ideallerine, özlemlerine, hasretlerine, cevap verebilecek, yalnızca üretildiği zamanların değil, asırlar sonrasının bile ihtiyaçlarını görüp karşılayabilecek, herkes üzerinde her zaman derin bir saygı, anlayış ve hayranlık uyandırabilecek, herkese kendisini kabul ettirebilecek nitelikte deha ürünü bir eser olmalıdır. Bunun için de bu anayasa, Türk Milletinin bütün çağlarını ve zamanlarını kuşatıcı olmalı, hiç bir ayırım gözetmeden bütün fertlerini kucaklamalı, çok üstün bir ifade gücüne sahip olmalı, üslup ve ahenkte son derece derinleşmiş olmalı, okuyan herkeste, çok eskiden beri bildiği hikmetleri, şarkıları terennüm ediyor hissi uyandırmalıdır.
Yeni anayasa, tüm varlığımıza nüfuz edecek, bizdeki her türlü kafa karışıklığını, duygu, düşünce ve inanç karmaşıklığını giderecek, asırların çilelerini, felaketlerini, ihanetlerini acılarını, umutsuzluklarını bizim için ferasete, basirete dönüştürerek unutturacak, geleceğe yönelik ümitlerimizi yeniden yeşertip, semerelendirecek, bizi daha iyi, daha mutlu, daha umutlu, daha iyimser, daha ümitvar, daha azimli, kararlı, gayretli, himmetli, hayatımızı anlamlı, değerli ve yaşanmaya değer hale getirerek bizi hayata bağlayacak bir anayasa olmalıdır.
ANAYASADAN BEKLENENLER
MEŞRU OTORİTE
İnsanlar kamusal işlerini yürütmek için bilerek ve isteyerek toplumsal, meşru bir otoriteye boyun eğmek ihtiyacını hissederler. Hatta kendilerini buna mecbur ve mahkûm görürler. Hiç kimse hukuki ve meşru bir iktidarın, gücün varlığına itiraz edemez, gereksizliğini savunamaz. Çünkü bunun alternatifi toplumlar için kaos, karışıklık, belirsizlik, düzensizlik, huzursuzluktur ki, bu da hiç kimse tarafından arzu edilemeyecek kadar riskli, sakıncalı ve kötü bir durumdur. Meşru bir devlet otoritesi, her toplumun mutlaka ihtiyaç duyduğu, asla zaafa uğratılmaması gereken bir husustur. Çünkü otorite, asla boşluk kaldırmaz. Milli, meşru, demokratik otorite zaafının doğurduğu boşluğu hemen gayrimilli, antidemokratik, mafyavari, gayrimeşru bir otorite doldurur. Mikro egemen iradelerin, güçlerin kendi aralarında kanlı iktidar mücadeleleri verdikleri, kan ve şiddetin egemen olduğu, anarşi ve kaosun hüküm sürdüğü, savaş alanına dönmüş böyle ülkelerde huzur, güven, barış olamaz, geleceğe de güvenle bakılamaz.
Otorite konusunda esas sorun, yetkinin hangi sınırlar içerisinde, nasıl ve kimler tarafından kullanılacağı konusunda düğümlenmektedir. Devlet ve toplum içinde egemenliğin, kime ait olması ve nasıl kullanılması gerektiği sorunu, bütün çağdaş devletlerin ve anayasaların en temel sorunlarındandır. Siyasal iktidarların kaynağı ve meşruluğu da bu sorunla yakından ilgilidir. Demokrasilerde egemenlik milletindir, halkındır. Hiç kimse için diğer insanlar üzerinde egemenlik kurmaya zemin hazırlayacak imgesel üstünlükler vehmedilemez. Demokrasinin özü bu tür üstünlük iddialarını reddetmekten geçer. Öte yandan milletin egemenliğini de sadece dört veya beş yılda bir kullanılacak oy hakkından ibaret görmek çok yetersiz bir demokrasi anlayışıdır. Demokrasi devleti yöneten iktidar sahiplerinin kanlı yer değiştirmelerini önleyen bir centilmenlik yasasıdır.
Hukuki ve meşru otorite, bir ast üst ilişkisi değil; gücünü haktan, hukuktan, adaletten alan, kuralları üzerinde insanların toplum halinde anlaşıp uzlaştıkları, toplumun bütün üyelerinin bunlara uymak ve emirlerine uygun davranmak isteyecekleri, kendilerini gönüllü olarak buna mecbur ve mahkûm hissedecekleri, sadece zayıfların değil en güçlülerin bile bunlara boyun eğmeyi ödev bildiği otoritedir. Bir iktidarın icraatlarının, uygulamalarının, emir ve kararlarının tartışma konusu yapılmaksızın geçerli sayılması ve onlara içtenlikle uyulması meşru bir iktidarın ve otoritenin varlığına delil sayılır. Millet üzerinde herhangi bir zorlama ve cezalandırma yoluna gitmeden otorite kurabilen, sözünü geçirebilen, davranışlar üzerinde manevi bir etkileme gücü olan iktidarlar meşru iktidarlardır. Toplumsal barış, huzur ve istikrar da ancak millet tarafından meşruluğu gönülden kabul edilen böyle bir güç, iktidar ve otorite tarafından kurulabilir ve sürekliliği sağlanabilir. Aksi takdirde bir baskı rejiminden bahsedilir ki bu da asla insan onuruna yakışabilecek, kabul edilebilecek, sürdürülebilecek bir durum değildir.
Meşru otoritelerde kamusal roller ve görevler iktidar sahiplerine bir hak olarak değil, bir ödev olarak verilir ve toplumsal işbölümü anlayışının doğal bir sonucudur. Bu işbölümüyle kamusal görevleri ve rolleri üstlenenler, elde ettikleri büyük güçle toplumsal özlem ve beklentilere cevap vermekle (hatta onları ortaya çıkarmakla) yükümlüdürler. Meşru otoriteyi, gayri meşru egemen iradeden ayıran temel unsurlardan biri de kamu gücünü ellerinde bulunduranlardaki bu tavır ve anlayıştır. Meşru iktidarlardan beklenen, toplumun bütün katmanlarının çıkar ve menfaatlerine uygun politikalar, kural, karar ve uygulamalarla insani değerleri, hukukun üstünlüğünü hâkim kılmak, kamusal düzenin istikrar ve güvenlik içinde seyretmesini sağlamaktır.
Meşruluk, yönetimi kolaylaştıran, sağlamlaştıran, onu daha istikrarlı ve etkili kılan bir faktördür. Meşruluk inancındaki çatlama ve bölünme ise sistemdeki rahatsızlığın ve bunalımın habercisidir.Milli iradenin egemen olmasını istemeyen, bunun önüne sürekli engeller çıkaran, demokratik çözüme kapalı egemen iradeler, haklı taleplerinin sürekli önü kesilen ve tıkanan halkın demokrasilerden ve hukukun üstünlüğünden umut kesilmelerine, apolitik bir geri çekilme tavrı sergilemelerine veya egemen iradelerin tasfiyesi ve milli iradelerin hâkim kılınması için zaman zaman bedeli çok ağır zorlama yöntemlerin ve keskin çatışmaların gündeme gelmesine yol açabilir. Egemen iradeler her zaman güçlü ve egemen kalamazlar, ama hakkın, hukunun, adaletin gücü ve üstünlüğü hiç azalmaz. İşte meşru ve hukuki otoritelerin gücü de buradan kaynaklanır.
Gayri meşru egemen iradelerin hâkim tavrı ise, güven verici olmaktan ziyade ezici, zorba ve diktatörce bir nitelik taşımasıdır. Oysa insanın insan karşısındaki konumu eşitlik temeline dayanmalıdır. Kişisel farklılıklar, kamusal roller ve görevler, hiç kimse için diğer insanlar üzerinde ezici bir egemenlik kurma hakkı doğuramaz. İnsanların gönül rızasıyla kendilerini tabi olmak ve emirlerine uygun davranmak zorunda hissedebilecekleri otorite, ezici bir egemenliğe değil, yükseltici, yüceltici, güven verici bir disipline dayanmalıdır. Milletin çıkarları, mutluluk ve saadeti yerine başkalarının, örneğin yabancı güçlerin ve onların yerli işbirlikçilerinin çıkarlarını gözeten politikaların ve iradelerin egemen kılınmasına karşı halk er veya geç bir tepki geliştirir.
Meşruiyetin kişileri, insan ömrünü, nesilleri, hatta ideolojileri de aşan bir özelliği vardır. Meşruiyetin sadece bugünü değil, dünkü ve yarınki zaman dilimlerini de kapsaması gerekir. Milletin mensupları arasında zamanla ve mekânla sınırlı ve kayıtlı olmayan gizli iletişim vardır. Köklü bir millet kendisinden alınanları ve aşırılanları er veya geç geri almasını bilir. Milletin ilk bakışta herkesin göremeyeceği derin gücü de buradan kaynaklanır.
MİLLET VE MİLLİ İRADE EGEMENLİĞİ
Belli bir süre, belli bir coğrafya üzerinde bir arada yaşayan toplumlar, o toplumu oluşturan insanların kişiliklerinden ayrı bir manevi şahsiyet oluştururlar ki, buna millet denir. İşte egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibi bu millettir. Devlet ve millet birbirinin vazgeçilmezidir. Ancak güçlü devletlerin vatandaşlarının insan hakları ve varlıkları güvencede olabilir. Devletler, sadece kendi güçleriyle ve kendilerini kuran ve koruyan milletin gücüyle varlıklarını koruyabilirler ve sürdürebilirler. Halkını kimlik ve kişilik çatışmasının içine sokmadan nitelikli insanlar yetiştirmek, stratejik, siyasi, kültürel, ekonomik ve emperyal üstünlük kazanmaya çalışmak bütün devletler ve milletler için güvenlik ve esenlik şartlarındandır.
Siyaset bilimciler, siyasal iktidar, kurucu iktidar ve kurulu iktidar kavramları üzerinde dururlar. Anayasal sistemlerde, esas hükmetme yetkisi, esas egemenlik hakkı kurulu iktidarlarda değil, milletin, toplumun, halkın kendisindedir. Toplumda en üstün iktidar yetkisini ellerinde tutanlara ve siyasi iktidarlara ülkenin ve toplumun bütünü üzerinde geçerli bir iktidar gücü, karar alma ve uygulama yetkisi milli egemenlik tarafından, yani millet tarafından verilir. Millet, verdiği bu yetkiyi istediği zaman geri alabilme hakkına ve yetkisine de sahiptir. Hukukun egemenliği, üstünlüğü ve iktidarı da ancak bu şekilde sağlanabilir. Siyasi iktidarı ellerinde tutan egemen iradeler, eğer kendilerini hukukla sınırlarlar, hukuka bağlı kalmak zorunda hissederlerse ancak o zaman milli iradenin ve milli egemenliğin geçerli olduğundan bahsedilebilir. Kendisini kimlik ve kişilik sahibi kılan bütün dirençleri (din-kültür-edebiyat-tarih bilinci) kırılmış kitlelerin içeriden egemen güçlerin baskıcı iktidarlarına, dışarıdan da devletin ve milletin varlığını tehdit eden türlü akımlara kapılması son derece mümkün ve muhtemeldir.
Milli irade, bir zorunluluk sonucu varsayılan bir gerçektir ve tercihleri devletin ve milletin bekasını öngören bir iradenin içindedir. Toplumlarda gerçek üstün iktidar, yani milli egemenlik de bu kolektif iradeye aittir. Milli egemenlik, bu milli iradede ifadesini bulur ve onun tarafından seçilen temsilciler vasıtasıyla kullanılır. Kurucu iktidar, anayasaya da ruhunu veren kuralları koyan iktidardır. Anayasal sistemlerde buna yetkili tek organ millet meclisleridir. Ancak bizde maalesef TBMM, 1921 Anayasası dışında hiçbir zaman anayasanın ruhunu tayin etme gücüne kavuşamamıştır.
İnsanlığın fıtratında, adalet, güvenlik ve refah içinde yaşama arzusu vardır. Bu istek evrenseldir. Güvenlik, adalet, refah birbirinin alternatifi olamaz. Yani güvenlik mi, adalet mi, refah mı denemez. Bunların hepsinin bir arada ve birlikte bulunmaları ve sağlanmaları gerekir. Esasen devletin, gerçek anlamda devlet olmasının, meşruiyetinin ve anlamının burada aranması gerekir. Binüçyüz yıl önce dikilmiş Orhun Yazıtlarında bile bunun böyle olduğu, böyle anlaşıldığı, böyle takdim edildiği görülmektedir.
Dünyada hiçbir fert, hiçbir toplum ve devlet, şiddete (şiddetin organizasyon içinde yürütüldüğü teröre) müsamaha gösteremez. Anarşi, şiddet, terör ve kaos, egemen iradenin varoluş sebebini ortadan kaldırır, insanlığın refah ve adaletten önce güvenlik arayışı içine girmelerine, hatta bu arada gayri meşru egemen iradelerin de meşruiyet kazanmalarına yol açar. Her yetki, mevki ve makam suiistimalin, soygunun, yağmanın, talanın vasıtası ve aracı kılınır. Hiçbir zihniyet, iktidarın ifsat edici, bozucu etkilerinden korunamaz. Ülke gücü yetenin gücü yettiğine zulmettiği, hakların gasp edildiği bir alan haline gelir. Bireysel güçler, belli egemen güçler tarafından denetim ve etki altına alınarak türlü çeteler oluşturulur. İktidar, toplumun sesi olduğunu iddia eden herhangi bir çetenin gücüne teslim olur, bu iktidar da bir başka çete tarafından fiziki zorla tasfiye edilinceye kadar devam eder.
Gayri meşru egemen iktidarların en bariz vasıfları, başka insanlara karşı ayırımcılık uygulamalarıdır. Bunlar, kendileri dışında hiç kimsenin kamu görevlerini üstlenmesini, kamusal işlerle ilgilenmesini, kamu görevlerine talip olmasını istemezler, böylelerine karşı da şiddetli bir nefret duyarlar. Yurttaşların kendilerini ilgilendiren kamusal işler üzerinde tartışmalarına, herhangi bir şekilde bu işlere karışmalarına tahammül edemezler, her zaman kısırlığı, verimsizliği, üretimsizliği, çözümsüzlüğü, çaresizliği rekabete tercih ederler. Kendilerinin keyfi olarak oluşturdukları, başlarına kendilerinin ve yandaşlarının getirildiği kurum ve kuruluşlardan başkasına varlık hakkı tanımazlar. Kamusal iktidarın, kamu görev ve rollerinin ancak entrikalarla, bilek gücüyle, kaba kuvvetle ele geçirilebileceğine, iktidarın bir zor oyunu olduğuna inanırlar ve büyük bir kibir ve bencillik içinde yuvarlanırlar. Bulundukları yeri ve yönetme hakkını kendileri için bir görev olarak değil, bir hak olarak görürler. Millete karşı hiçbir görev ve sorumluluk duygusu hissetmezler, kendilerini kimseye hesap vermek, kitlenin taleplerini ve tercihlerini dikkate almak zorunda hissetmezler. Sahip oldukları gücü, sadece kendi iktidarlarını sürekli kılmak, başkalarının bu alana girmelerini engellemek, kendilerine rakip olabileceklerin kimlik, kişilik ve varlıklarını ezip dağıtmak, devletin geniş katılımlarla dinamik bir yapıya dönüşmesini engellemek için kullanırlar. Egemen iradeler, halkın, kitlenin refahını ve mutluluğunu düşünmezler, hatta istemez. Çünkü egemen irade, kendi tecrübeleri ile bilir ki, geniş ve rahat ekonomik ve mali imkânlara kavuşanlar bunun ardından başka şeyler de isteyecekler, örneğin sosyal, siyasal ve kültürel haklar yanında yönetime de ortak olmak isteyeceklerdir. (s. 142) Bütün beklentileri, umutları ve olumlu sonuçları ileri bir tarihe erteleyip duran göstermelik bir demokrasiyle ülkeyi yönetmeye çalışırlar. Kendi egemen iradelerinin gücünü ve suiistimallerini gözlerden saklamanın en iyi aracı ve yöntemi olarak demokrasinin adını kullanarak gerçekte mutlak bir baskıcı rejimle yönettikleri ülkede milli çıkarlar bakımından günü bile doğru dürüst kuramadıkları gibi geleceği de ipotek altına sokarlar.
Egemen irade, milli iradeye sadece rakip değil, aynı zamanda düşmandır. Bu nedenle de halkın denetiminden ve seçiminden uzak, egemen iradeye tabi kurumları ve (sözde) sivil toplum kuruluşlarını hızla artırmaya çalışırlar. Egemen irade ile bu tür kurumlar arasındaki karşılıklı çıkar ilişkisinden doğan bağımlılık ve dayanışma, bunları da gerçek işlevlerinden uzaklaştırır. Bu kurum ve kuruluşlarda yönetime gelenler, toplumun temsilcisi ve gücü olmak yerine, egemen iradenin gücünü, zulmünü, haksızlıklarını ve halka müdahale yeteneğini artıran işlevler üstlenirler. Bu tür kurum ve kuruluşlarda bile türlü yollarla yönetimi ele geçirmiş yöneticileri değiştirmek ve demokratikleşmeyi bütün kurum ve kuruluşlara yaymak ve yaygınlaştırmak imkânsız hale gelir. Egemen irade, özellikle milletle ilişkisinin daha sıkıntılı ve sorunlu olduğu dönemlerde kendisine yaslananlara kamusal roller dağıtmakta ve kendisiyle işbirliği içinde olan büyük sermayeye çok daha cömert davranır. İlişkilerdeki karşılıklı bağımlılığın artması, daraltılmış, oligarşik egemen güçlerin iktidarını daha görünür ve dayanılmaz kılar.
Bazı hukukçular, sürekli alan, egemen oldukları halkı vergilerle, çeşitli yol ve yöntemlerle ezen, fakir bırakan, baskıyı, zulmü, adaletsizliği yaygınlaştıran bu egemen iradelere karşı kitlelerin meşru direnme haklarının olduğunu öne sürerler. Fakat egemen iradeler, kendi gözetim ve denetimleri altındaki göstermelik ve militan demokrasi oyunlarıyla buna kolay kolay imkân vermezler. Kitlelere, egemenliğin artık eskisi gibi tek bir kişi veya grupta, hanedanda olmadığı, mutlak iktidarın artık genel iradeye ve topluma geçtiği anlatılarak toplum frenlenir, aldatılır, bir yandan da devlet imkânları halka karşı kullanılarak topluma sürekli yetersizliği kabul ettirilir, çaresizliğe itilir. Yetersizliğine inandırılan, artık üreterek hayatlarını sürdüremez duruma getirilen insanlar, yardım ve ianelere göz diken, onlarla biyolojik varlığını sürdürmeye çalışan, her anlamda devletten destek bekleyen aciz, zavallı, çaresiz, pısırık bir duruma düşürülür. Ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel, bilimsel, sanatsal vb gibi atılımlar için kitleleri seferber etmek daha da zorlaşır. Her birey yaratıcılık, üreticilik, özgür girişimcilik yerine, daha güvenli gördüğü kamusal bir işe kapağı atmanın, memur olup bir köşe kapmanın hesabını yapmaya başlar. Çalışmayı, üretmeyi, hizmeti, İstihdamı, gelir getirici ve artırıcı faaliyetleri başkalarından bekler hale gelir. Kamuda her yeni bireyin istihdamı için sürekli daha büyük yatırımlar gerektiğinden, devletin ve milletin ekonomik gücü ve imkânları da bu maliyetleri karşılamaya yetmeyeceğinden beklentiler karşılanamaz, işsizlik kitleler halinde yaygınlaşır. Özgüvenlerini ve özgürlüklerini kaybeden kitleler amorf bir kimlikle şehirleri doldururlar.
Hâlbuki gerçek özgürlük, toplumsal şekillenmeyle birlikte ve ona bağlı olarak kişisel çabalardan geçer. Ancak bunu gerektiği gibi anlayabilen bireyler ve toplumlar gerçek anlamda özgür olabilirler. Çünkü özgürleşmek, bilinç ve düşünce sahibi olmak, irade gücü kazanmış yetkin bir kişilik haline gelmek, gerektiğinde alışılagelmiş, yüzyıllardır süregelen kurumsallaşmış yanlış uygulamalara karşı bile bir tavır geliştirebilmek demektir. Özgürleşememiş, bilinç ve düşünce sahibi olamamış bireylerin ve toplumların siyasi aktör olabilmeleri de mümkün değildir. Bunun için de toplumun her kesiminin ileri ve gerçek bir demokrasiyi istemesi, böyle bir demokrasi ile yeni kazanımlar elde etmenin, sahip olduklarını da kaybetmemenin mücadelesini vermesi gerekir. Son derece daraltılmış bir alanda ve belli kadrolar arasında danışıklı döğüş şeklinde sürüp giden bir oyunun adına demokrasi dense bile, böyle göstermelik bir demokrasiye toplumsal sahiplenme olmayacaktır. Bu nedenle bizim ülkemizde de demokrasinin derinlik ve gerçek demokrasi hüviyetini kazanması gerekmektedir. Derin demokrasi, yatay ve dikey derinliğe sahip olan bir demokrasidir. Böyle demokrasilerde milli irade devletin güvencesidir. Bunun için de yeni anayasada buna imkan ve fırsat verecek düzenlemelerin yapılması yerinde olacaktır.
Her milletin tarih içinde geçirdiği tecrübe bikiminden, kültürel kökenlerinden, medeni seviyesinden kaynaklanan bir milli irade ve milli egemenlik anlayışı vardır. Tarih içinde hızla siyasileşebilme, pek çok siyasi organizasyonlar kurabilme konusundaki olağanüstü yeteneğini bütün dünyaya ispat edebilmiş büyük bir millet olan Türk milletinin milli irade ve egemenlik anlayışını pek çok tutum ve davranışından kolayca çıkarabilmek mümkündür. Devlet kurumuna çok büyük bir önem veren, meşru otoriteye her zaman son derece saygılı ve bağımlı olmaya çalışan Türk Milleti, kolay kolay devlete karşı olan ve devletle çatışan parti ve kişilere destek vermez. Öte yandan Türk Milleti, egemen iradelerin her uygulamasını, her kararını, her isteğini, kendisine yapılan her dayatmayı da kolayca kabul edebilen bir millet değildir. Ellerindeki sayısız ve sınırsız imkânlarla kitleyi etkilemeye ve onları şuursuz kalabalıklar haline getirmeye, cehalet ve esaret karanlıklarına itmeye çalışan türlü güç odaklarının baskılarına ve oyunlarına karşı Türk Milletinin ana gövdesi, karabudunu gerektiğinde, yeri ve zamanı geldiğinde üzerine düşeni mutlaka en iyi şekilde yerine getirir. Bunun en açık örneğini serbest ve özgür seçimlerde milletin hala en isabetli kararları alabilmesinde görüyoruz. En fakir, en yoksul ve en yoksun semtlerin, kenar mahallelerin, varoşların, köylerin, kasabaların bile toplam oylarda kof bir solculuğa yüz vermemesi, dindar, muhafazakâr ve milliyetçi görüşlere sahip partiler üzerinden kendi milli taleplerine sahip araması, öte yandan akıl mantık dışı, şoven bir milliyetçiliğe de prim vermemesi, milli iradesini, milli refleksini sağduyu, basiret ve ferasetle ortaya koyabilmesi, Türk Milletinin milli karakterini seçmen tercihleriyle ortaya koyabilmesinin ve olaylara yön verebilimesinin açık tezahürlerindendir.
Türkiye’de siyasetin milletin ihtiyaç ve beklentilerine uygun üslup geliştiremediği, egemen iradelerin, zaman zaman siyasete müdahale ile partileri işlevlerinden uzaklaştırarak gücünü ve rolünü artırdığı, en önemli örgütlü güç olan siyasetin ve partilerin yozlaşması ve devreden çıkmasıyla milletin bütün bireylerinin tek başına, sahipsiz, desteksiz ve çaresiz bir şekilde ortada kalakaldığı, kuşatılmış siyaset nedeniyle milletin direnme, yönetme ve ekonomik gücünün kırıldığı, milletin güvenip seçtiği yöneticilerin millete yabancılaştığı, sonuçta hiçbir hukuki sorumluluğu olmayanların bu ülkenin kaderinde söz ve karar sahibi oldukları, milletin nimetlerine haksız şekilde el koydukları ortada olmakla beraber Millet, milli iradenin güç verdiği yeni iktidarlar ve tercihlerle bu egemen güçlere bedel ödetmesini de bilmiştir. Sırf bu görüntü bile Türk Milletinin hiçbir kimlik, kişilik ve milli duyarlılık sahibi olmayan şuursuz bir kitle, boş bir kalabalık olmadığını, aksine kendi milli kimlik ve kişiliğine son derece bağlı, saygılı ve bağımsız bir ruha sahip sosyolojik bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaya yeter.
Ufak, tefek ve yalancı zaferlerin sarhoşluğuyla mağlup bir devlet ve millet olduğumuz dikkatlerden ve gözlerden kaçırılmaktaysa da bunun böyle olmadığını ve neyin ne olduğunu, milletimizin özünü ve cevherini oluşturan nitelikli çoğunluğu o olağanüstü hisleriyle, sezgileriyle çok iyi bilmektedir. Ancak milletine yabancılaşmamış gerçek aydınların önderliğinde bunun his düzeyinden çıkarılması, gerçek sebepleri ve kurtuluş çareleriyle beraber akılla, mantıkla, bilgiyle ve şuurla anlaşılıp bilinmesi, her alanda milletimize yakışır yerlere ulaşılabilmesi için gerekli iş birliği imkânlarının, çaba ve gayretin ortaya konması gerekmektedir. Yiğit düştüğü yerden, ancak kendi gücü, himmet ve gayretiyle kalkabilir. Yenilgilerimizin, başkalarına kaptırdıklarımızın, rehin verdiklerimizin farkına varmak, asla bunu kabullenmek ve benimsemek anlamına gelmemelidir. Gecenin en karanlık olduğu an, aynı zamanda sabahın da en yakın olduğu zamandır. Bu yüzden yenilgilerimizin, başkalarına kaptırdıklarımızın, rehin verdiklerimizin farkına varmak, bizi asla bunu kabullenmeye, benimsemeye ve bunun sürgit böyle devam etmesine razı olmaya sürüklemmemelidir. Eski yenilgileri yeni zaferlere çevirmenin kolay olmaması, büyük fedakârlıkları ve makul bir süreyi göze almayı gerektirmesi, bu mağlubiyetlere son verme azmimizi ve irademizi törpülememeli, aksine daha da bilemelidir. Teslimiyeti, yenilgiyi ebediyen sürüp gidecek bir kadermiş gibi kabul etmek, bunun sürekli haline getirilmesine göz yummak, seyirci kalmak, hele de razı olmak bizim gibi bir millete asla yakışmaz.
Toplumsal ve siyasal iktidar gücü, yalnızca milletin kabul ve beğenisi, takdir ve taltifi, onay ve iradesi yönünde ortaya çıkmalı ve kullanılmalıdır. Milletin vicdanı niteliğindeki, gerektiğinde kralın çıplak olduğunu söyleyebilecek bilgi, basiret, cesaret ve dirence sahip gerçek aydınlar, siyasi partiler, sivil toplum kuruluşları vs. meşruiyetin, halkın iktidarının, milli egemenliğin, hakikatin egemenliğinin en önemli dayanağı, siyasi iktidarın kötüye kullanılmasına karşı da en önemli panzehir olacaktır. Siyasi egemenliğin belirli bir azınlığın elinde toplanmasının, halkın zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyinin kalmamasının, er veya geç sivil itaatsizliklerin eyleme dönüşmesine sebep olacağı, onur ve izzetini koruma şuuruna sahip olanları da harekete geçireceği unutulmamalıdır.
Türkiye bugün geleceğini, yalnız iyi, meşru, aydınlık iktidarlara imkân verebilecek bir anayasa ve siyaset anlayışı umuduna bağlamıştır. Gayri meşru, kötü, karanlık ve kara iktidarların oyun alanı olmak, Türkiye’de bu oyunda rol alacak kişiler de dâhil hiç kimsenin hayrına ve yararına olmayacak, böyle bir ülkede hiç kimse huzur, güven, barış ve mutluluk bulamayacaktır. Mutluluğu hiçbir engel, yasak ve sınırlama olmadan bütün topluma tanıyan bir demokrasi ancak gerçek ve derin bir demokrasi olabilir. Bunu arayan, isteyen Türkiyenin derin bilinçaltının, aynı zamanda bunu sağlayabilecek yeterlikte ve yetkinlikte olması da Türk milletinin en büyük güvencelerinden biridir.
İnsanların hayatlarını yaşanılır kılmak ve kamu imkânlarından daha iyi ve adil bir şekilde yararlanabilmek için kurdukları devleti, bu işlevlerinden uzaklaştırmak isteyen egemen iradeler hep olmuştur, bundan sonra da olmaya devam edecektir. Bunlara karşı da halkın ve özellikle aydınların uyanık olmaları gerekir. Türk Milletinin kendi öz iktidarı olamamış egemen iradeler, tarih boyunca milletin başından çok gelip gitmişlerdir. Bunlar Türk halkına hiçbir şey vermemişler, hep almışlar, hep çirkinleştirmişler, Türk halkını hiç de hak etmediği durumlara düşürmüşlerdir. Türk halkının geçmişteki ve bugünkü sefaletlerinin, perişanlıklarının, devletin iktidarsızlıklarının en temel nedeni bu egemen iradelerdir. Sürekli, yersiz ve haksız baskı ve yasaklamalarıyla, dayatmalarıyla vatandaşlarını dermansız düşüren egemen iradelerin iktidarlarına son verilmeden, vatandaşları mutluluğa götürebilecek, milli ve genel iradeye dayalı meşru ve güçlü bir devlet kurulamaz. Türk Milleti, egemen iradelerin baskı ve zulümlerine rağmen, devlet otoritesini sarsmaktan ve yok etmekten kaçınmaya azami gayret gösteren bir millettir. Bu da çok büyük bir meziyettir ama bunun yanında zulüm ve baskıya engel olma fazileti de unutulmamalıdır. Asıl başarı, insanı ayağındaki zincirlerden kurtararak, kendi benliği, kimlik ve kişiliği ile hâkim kılmaktır (Everdi, Mustafa, Derin Demokrasi, Milletin Kırmızı Kitabı, 21. Yüzyıl Yayınları, Ankara, Ocak 2003, s. 104-106).
HUKUK DEVLETİ
İleri demokrasinin uygulandığı ülkelerde, anayasaların temel işlevi, hakkı, hukuku, adaleti egemen kılmak, hukuk devletini gerçekleştirmektir. Hukuk devleti, polis ve asker gücünden ziyade hakkın, hukukun, adaletin görünür ve egemen olduğu devlet demektir. Hakkın, hukukun, adaletin süzgecinden geçmiş devlet demektir. Hukuk devletinin amacı, insanlığın ortak değerlerine, ölçülerine saygılı olmak ve hukuk çerçevesinde adaleti gerçekleştirmektir. Hukuksuz devlet, teşkilatlanmış şiddetten başka bir şey değildir. Hukuk devletinde hukuki normlar, meşrutiyetlerini kamu vicdanından alırlar.Kamu vicdanı, hukukun rahmi gibidir. Hukuk, milli vicdanın rahminde akıl tarafından döllenir. Akılsız hukuktan, ancak vicdansız kanunlar doğar.
Hiçbir hukuk normu, hiçbir anayasa, milletin ruhuna, özüne, vicdanına aykırı olamaz. Maden sularının içinden çıktıkları toprağın özelliklerini ihtiva etmesi gibi, başta anayasalar olmak üzere, bütün kanunlar ve hukuki normlar da ait oldukları milletin seciye ve karakterinin bütün renklerini taşırlar. Hukuk devletinde toplumun idaresinde, öncelikle gözetilmesi gereken toplumun ortak çıkarlarıdır.Bu nedenle hukuk devleti, devlet gücünü elinde bulunduran egemen güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda yaptıkları kanunlarla değil, millet iradesine ve vicdanına, yeryüzünde hiç kimsenin asla yürürlükten kaldıramayacağı doğal ve temel hukuk normlarına göre çıkarılan yasalarla yönetilen devlettir. Hukuk devletinde, hukukun meşru kaynağı devleti eline geçirmiş egemen güçlerin değil, milletin vicdanıdır. Hukuk, Hakkın iradesi ile halkın vicdanının, iradesinin kesişme noktasıdır. Hukuk, “Ars boni, et aequii”, hayrın ve hakkaniyetin gerçekleştirilmesi sanatı ve ilmidir.
Hukuk, karşılıklı haklar ve ödevler bütünüdür. Hukuk kuralları, fert ile toplum arasındaki güveni, adaleti, barışı, huzuru ve düzeni sağlayan kurallardır. Hak, hukuk ve adalet, güvenin, güvenliğin, barış ve huzurun, hayatla ve diğer insanlarla tam uzlaşmanın, nihayetinde başarının anası ve ön şartıdır. Gerçek huzur, barış, güven, istikrar ve esenliğin yolu, insanın kendi öz değerlerini iyi bilip anlamasından, bunları hayatına ve günlük olaylara yansıtabilmesinden geçer. Anayasalara, kanunlara hayat ve nitelik veren hukuktur. Hukuk devletinde, hukukun amacı, hem adaleti, hem de sosyal faydayı sağlamaktır. Hukukçuların esas görevi de rejimleri değil, hukuku korumaktır.
İleri demokrasinin uygulandığı ülkelerde, hukuk ve yargı, devlet karşısında bireyi, onun hak ve hukukunu korumaya ve kollamaya çalışırken, zulüm ve baskı rejimlerinin hâkim olduğu az gelişmiş ülkelerde, kanunlar, hukuk ve yargı, devleti, resmi ideolojileri ve devrimleri koruyup kollamayı kendisine birincil görev olarak görür. Zulümlerin en kötüsü ve en alçakçası da genellikle kanunların gölgesinde yapılır. Böyle ülkelerde iktidarı bir şekilde ellerine geçirmiş olan egemen güçler, her türlü gelişim ve değişimden korkarlar, çözüm olarak hep yasaklama, yasaklar koyma yolunu seçerler. Sorun çözmeyi bilmedikleri, daha doğrusu istemedikleri için toplumu sürekli yasaklar koyarak, yeni yasaklar üreterek yönetmeye kalkarlar. Yasaklar bir dereceye kadar güvenlik ve istikrar sağlasa da, insanları özgürleştirmez, onların kendilerini ispat etmelerine ve gerçekleştirmelerine imkân ve fırsat vemez. Daha fazla demokratikleşmenin ve özgürleşmenin yolu gereksiz yasakların, yasaklanmasından geçer.
Adalet, Hakkın ve halkın beklentilerine uygun normlar ve uygulamalarla tecelli eder. Hakları unutan, hakları yanlış esaslara dayanan bir dünyada en zorlu, en muhteşem vatanlar da dayanamaz. Haklar, karşılıklı emniyet, huzur ve güven için en esaslı temeldir. Bu temel üzerinde oluşan sağlıklı hava ve iç âlem, kitleleri bir denge içerisinde ileriye doğru alıp götüren, insanlığa karşı emniyetle hareket ettiren en önemli imkândır.
İyi bir yönetim ancak iyi bir sistemle, kaliteli kanunlarla ve dürüst memurlarla gerçekleşebilir. Bunun sağlanmasında da anayasaların önemli rolleri ve görevleri vardır.
ÇAĞDAŞLAŞMA VE MODERNLEŞME
Az gelişmiş üçüncü dünya ülkeleri, gelişmiş ülkelerle aralarındaki mesafeyi kapatmak, dertlerine derman, sorunlarına çare üretebilmek, kayıp zamanları ve asırları telafi ederek çağdaşlaşmak, modernleşmek ve muasır medeniyet seviyesine ulaşabilmek için de kendilerini anayasaların katkısına ve yardımına muhtaç hissetmektedirler. Bunun için de böyle bir anayasanın özlemi ve beklentisi içindedirler.
Günümüzde çağdaşlaşma denen olgu, bir değişim ve ilerleme sürecidir. Çağdaşlaşma ve modernleşme, üretim biçimini ve tekniklerini değiştirerek, geliştirerek verimliliği en ileri düzeye çıkarmaktır. Çağdaşlaşmanın en karakteristik özellikleri, çağdaş üretim tekniklerini kullanarak daha çok ve daha kaliteli üretim yapabilmektir. Dünyanın en çağdaş ülkeleri, verimlilikleri en yüksek olan ülkelerdir.
Çağdaşlaşma ve modernleşme bir değişimdir fakat her değişimin ilerleme demek olmadığı unutulmamalıdır. Bozulma, çürüme, yozlaşma, yıkılma da bir değişimdir ama asla arzu edilebilecek olumlu bir değişim değildir. Çağdaşlaşmada önemli olan, bugün her şeyin dünden daha iyiye gitmesi, yarının bugünden daha iyi ve daha ümit verici olmasıdır. Çağdaşlaşma, aynı zamanda hayat kültürünün ve kalitesinin daha estetik, daha verimli ve daha iyi bir gelişim süreci izleme seyridir. Çağdaşlık bir tüketim modası ve çılgınlığı değil, zihinsel bir yapı değişimidir.
19. Yüzyılda, buharlı makineleri icat eden Avrupa, açık denizleri de hâkimiyeti altına alarak önüne geçilmez bir güç ve kuvvet haline geldi. Bu teknik medeniyetin dışında kalan Türkler de dâhil diğer kıtaların halkları ya bilim ve teknikte Batılıların seviyesine çıkmak, yani modernleşmek ve çağdaşlaşmak veya Batılıların sömürgesi olmak, onlar tarafından yok edilmek, eritilmek, kendi kimlik ve kişiliklerini kaybetmek tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Ancak az gelişmiş ülkeler, 200 yıldan beri hala nasıl çağdaşlaşacakları, modernleşecekleri, nasıl Batı’ya denk bir güç ve kuvvet sahibi haline gelebilecekleri, bunun için neler yapılması gerektiği konusunda tam bir sonuca varabilmiş değillerdir. Özellikle Batı hayranlarının, aşırı Batılılaşma ve Avrupalılaşma yanlılarının esas özlemlerinin, aradıklarının ne olduğu, bilinçli olarak ne yapmak istedikleri tam olarak belli bile değildir.
Başka bir din, kültür ve medeniyet çevresine mensup olan, yani Hıristiyan olmayan milletler, Batı’nın silahlı gücüne, saldırılarına, kültürel, ekonomik ve siyasi işgallerine karşı, onlar gibi olabilmek, Avrupa’nın ilim ve teknolojideki üstünlüğüne sahip olarak varlıklarını sürdürebilmek için 1900’lerden beri genel olarak üç yol izlemişlerdir.
Bunlardan biri işgalci ve sömürgeci batılıların kültür ve medeniyetleri karşısında kendilerininkini tümden bırakarak ve unutarak İngiliz, Fransız veya hangi Batılı devletin sömürgesi iseler onlarınkini almak, onların kültür ve medeniyeti içinde tamamen eriyip başkalaşarak onların bir kopyası olma yoludur. Afrika kavimlerinin ve benzeri sömürgelerin düştükleri durum budur. Esasen bunlar kültür ve medeniyette, dinde şimdiye kadar belirli bir mesafe kat edemediklerinden kaybedecek, ateşe atacak fazla bir değerleri, tarihi birikimleri de yoktu. Zaten şimdiye kadar kabile düzeninden ve yaşantısından ileri geçememişler, büyük devletler ve medeniyetler kuramamışlardı. Fakat Batılıların işgalinden sonra yaşadıkları maddi ve manevi zararlar, korkunç deformasyon, sömürü, dillerini, örf ve adetlerini tamamen kaybetmeleri, yerine daha iyisini koyamamaları, pek az bir kazanca karşılık çok büyük kayıplarla yüzyüze gelmeleri, kapitalistlerin hile, desise ve emrivakilerinin bir bela ve musibet gibi başlarına çökmesi karşısında bunlar bile böyle bir tercihte bulundukları için hayıflanmaktan kendilerini alamadılar.
Batılıların tezgâhından geçmiş, kültürel erozyona ve yıkıma uğramış Doğulu gençlerin ne hale dönüştürüldüklerini, Batı hayranı, işbirlikçisi, çömezi olmuş Doğuluların ruh hallerini Remzi Oğuz Arık’ın Coğrafyadan Vatana adlı eserinde anlattığı Avrupa’da eğitim görmüş üç Afrika’lı gencin trajikomik bir hikâyesiyle çok açık bir biçimde anlayabilmemiz mümkündür:
‘Afrika toprakları batılıların işgali altındayken, İngiliz, İtalyan ve Fransız Somalisi’nden üç genç seçilir ve bunlar aynı gemiyle eğitim için biri Londra’ya, biri Paris’e, biri de Roma’ya gönderilirler. Altı yıl kadar yurt dışında okuduktan sonra, kendilerine eğitimlerini tamamladıkları söylenip ellerine birer diploma verilen gençler, memleketlerine dönerlerken yine aynı gemide bir araya gelirler. Hal hatır, hoş beşten sonra, sohbet konuları memleket meselelerine gelir. İlk yolculukları sırasında aralarında hiçbir tartışma, çekişme yaşanmayan, güzel güzel konuşup sohbet edebilen gençler, dönüş yolculuğunda birbirleriyle bir türlü anlaşamazlar, yıldızları da hiç barışmaz. Çok geçmeden aralarında beliren fikir ayrılıkları yüzünden ortam çok gerginleşir, hareketlenir ve elektriklenir. Tartışmanın fitili, her birinin kendi eğitim gördüğü ülkenin ve toplumun üstünlüklerini sayıp dökmesi, onları her bakımdan öve öve göklere çıkarmasıyla ateşlenir. Ardından her öğrenci, Somali’nin, hatta bütün Afrika’nın tek kurtuluş çaresinin kendi eğitim gördüğü ülkeye her şeyiyle bağlanmaktan ve tam anlamıyla onları taklit etmekten geçtiğini iddia etmeye, bunu da tavizsiz bir tutumla savunmaya girişir. Üç Afrikalı genç, tezgahından geçtikleri Batı ülkesinin meddahlığı ve hayranlığı yarışında o kadar ileri giderler ki, işi birbirlerine hakarete, birbirlerini incitmeye, nihayet kavgaya ve birbirlerini denize atmaya kadar vardırırlar. Yabancı sermayeli geminin kaptanı, mürettebatı ve yolcuları ise, bu ilginç manzarayı ağzı kulaklarında, alaylı ve mütebessim çehrelerle, türlü yorumlarla ve ilgiyle izlemektedirler (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).
Batılı emperyalist devletlerden birine kapılanmış, onlardan birinin adamı olmuş oryantalist söylemleri içselleştirmiş, kendisine ve toplumuna onların gözüyle bakan, sürekli onlardan kavram ve söylem ithal eden, onların şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen ‘batılılarca devşirilmiş doğulu’ tipi gerçekten çok korkunçtur. Bunlar bir kere bir emperyalist devletin yandaşı, taraftarı, esiri, kölesi damgasını yedikten sonra bir daha artık o kapıyı bırakamazlar, sonuna kadar onların azat kabul etmez kölesi olurlar. Batılı efendileri onları ne kadar aşağılasalar, hiç yoktan yere kolaylıkla gözden çıkarıp feda etseler, itilip kaksalar, hatta dövüp söverek kovsalar da bir başka kapıya gidemezler, ne olursa olsun kendilerini ilk efendilerine canla başla hizmet etmek zorunda hissederler.
Bütün az gelişmiş ülkelerde ve İslam dünyasının her tarafında binlerce örneği yaşanan ve yansımaları görülen bu tip trajikomik olayların benzerlerini ve değişik versiyonlarını devlet ve millet olarak biz de fazlasıyla yaşadık, hala da yaşamaya devam ediyoruz. Bizim Batılılaşma maceramız onlarınkinden çok daha öncelere ve eskilere dayandığı için, bu alanda da onlardan çok daha ilerilerde olduğumuz da rahatlıkla söylenebilir.
Çağdaşlaşma ve modernleşmede az gelişmiş ülkelerin izledikleri ikinci yol, başta Japonya olmak üzere Uzakdoğu örneğiyle karşımıza çıkan ‘çağdaşlaşma ve modernleşme’ modelidir.
Üstün teknolojisi ve ticari araçlarıyla Batı tehlikesinin kapılarını çaldığı daha ilk aşamada Japonlar, bu büyük tehlikeye karşı çok tedbirli, ihtiyatlı, uyanık ve güçlü olunması gerektiğini anladılar. Japonya’nın o dönemdeki en büyük şansı, o zamanlar başlarında Japon olma ruh ve bilincine sahip, kendi öz değerlerine son derece bağlı, Japonya’yı ve Japonları seven, soyuyla, sopuyla, huyuyla, geleneğiyle her şeyiyle tam anlamıyla Japon olan, ileri görüşlü, akıllı, aydın liderlere sahip olmasıydı. Japon liderler, Batılılara sömürge, esir ve köle olmamanın, onlar karşısında ezilip yok olmamanın yolunun ancak onlar gibi teknik donanıma, bilgi birikimine, yetişmiş insan gücüne sahip olmaktan, ilimde, sanatta, teknikte onlardan üstün, en azından onlara eşit duruma gelmekten geçtiğini hemen anladılar, Batılıların yapabildiklerini, fazlasıyla kendilerinin de yapabileceklerine inanarak hemen harekete geçtiler. Kültürde, törede, örfte, adette, dinde, yaşayışta, kılık kıyafette, mukaddesatta, kendilerine özgü her şeyde Japon kalarak çağdaşlaşmayı hedeflediler. Japon liderler, devlet adamları, aydınlar, bu yolda irade, azim, sabır, gayret, himmet ve metanetle sonuna kadar ilerlemekten vazgeçmediler. Çağdaşlaşma, modernleşme, ilerleme yolunda çok büyük sıkıntılar, çileler, zahmetler çektiler, fakat ilkeli, karakterli, seviyeli, seciyeli, ciddi politikalarından ve davranışlarından hiç sapmadılar. İlerlemede, gelişip güçlenmede iyi ve doğru bir eğitimin önemini kavrayarak eğitime çok büyük ağırlık verdiler. O öğrenilmesi çok zor, kargacık burgacık yazılarına rağmen, Japonlar, daha 19. yüzyılda okuma yazma oranında, Avrupa ülkelerini bile geride bıraktılar. Onlar da bizim gibi Batıya öğrenciler gönderdiler. Ama kimi, nereye, niçin göndereceklerini önceden gayet iyi belirliyorlar, planlıyorlar, gönderdiklerinin giderken de dönerken de tam bir Japon olarak gidip dönmeleriine çok önem veriyorlardı. Gönderecekleri gençleri kendi kültürlerine, kimlik ve kişiliklerine, karakterlerine tam sahip ve bağlı olanlardan seçiyorlar, geri dönenleri de tekrar sınayıp deniyorlar, gönderilme amacının gerçekleşip gerçekleşmediğine, ihtiyaç duydukları ilim ve teknolojiyi alıp alamadıklarına bakıyorlar, dejenerasyona uğrayanları, Batı hayranı, taklitçisi ve uşağı olan üretim hatalarını ülkeye kabul etmiyorlar, ‘Git kimi sevip beğeniyorsan onların arasında yaşa! Sen bize yaramazsın!’ diyerek geri çeviriyorlardı.
O zamanlar bizde ise ne kimin nereye ve niçin gönderileceği, ne de gidip dönenlerin nasıl gidip nasıl döndükleri üzerinde kimsenin kafa yorduğu yoktu. Çoğu konuda olduğu gibi bu konuda da ‘Saldım çayıra Mevlam kayıra!’ anlayışı hâkimdi. Bizim Batı’ya yolladıklarımız kafelerde, barlarda zaman öldürürlerken, bulvarları arşınlarken, Japonlar gece gündüz ilim ve teknolojiye kafa yoruyorlar, ülkelerinin bu alandaki açığını kapamak için var güçleriyle çalışıyorlardı. Sonuçta Japonya, daha 19. yüzyılın sonlarına doğru Rus Çarlığını bile yenebilecek büyük bir güç, güçlü bir devlet haline gelebildi. Bugün ise Japonya, kendi değerlerine son derece bağlı, ticarette, sanayide, teknolojide, elektronikte, daha pek çok alanda dünyaya meydan okuyan dünya devlerinden, ilimde, fende, teknikte, ekonomide, refah ve zenginlikte dünyanın en önde gelen, geleceğe güvenle bakabilen ülkelerinden, devletlerinden, milletlerinden biri durumundadır.
Üçüncü yol ise çağdaşlaşma ve modernleşme ile Batılılaşma ve Avrupalılaşmayı, hatta Batıya ve Avrupa’ya uşak olmayı birbirine karıştırmış bizim gibi ülkelerin el yordamıyla bulmaya çalıştığı yoldur. Biz 200 yıl kadar önce, yani Japonlardan çok daha önce, Avrupa karşısında ilimde ve teknikte geri kalmış olduğumuzun farkına varabilmiştik. Fakat o gün bugündür, onca tartışmalara rağmen, hala Avrupalılaşmak ve Batılılaşmak mı, yoksa çağdaşlaşmak ve modernleşmek mi zorunda olduğumuz konusunda bile tam bir zihni berraklığa kavuşabilmiş değiliz.
Türk Milletinin çağdaşlaşma, modernleşme ve ilerleme mücadelesinin çok öğretici, ibret verici ve ilginç bir gelişim seyri vardır. Türkler, içine düştükleri geri kalmışlığın ve uyuşukluğun farkına ancak Avrupa’yla uzun süreli ilişkilerinin kötüye gitmesi, özellikle savaş meydanlarında sürekli yenilgiyle tanışmaya başladıktan sonra farkına varabildiler. Bu gerilikten ve uyuşukluktan silkinip kalkmak istedilerse de bu geriliğin sebeplerini en başından beri iyi tespit edemedikleri, dolayısıyla uygun çözüm ve çareler de üretemedikleri için başarılı olamadılar. Türklerin, bu konudaki en büyük hataları da yeniden eski güç ve kuvvetlerine, üstün medeniyetlerine ulaşmanın yolunu kendi özlerinde, kültür ve medeniyetlerinde, özellikle de çok şey borçlu oldukları gerçek İslam’da aramaları yerine, Batı’da arama gafletine düşmeleri olmuştur.
Türkler, nasıl bir Batılılaşma ve Avrupalılaşma peşindeydi? İlimdeki, fendeki eksikliklerini tamamlayacak, Avrupalıların çoktan beri sahip oldukları yeni bilgilere, ürünlere, tekniklere, üretim araç ve gereçlerine, sanayi kuruluşlarına, fabrikalara sahip olmalarını sağlayacak, çağdaşlaşma ve modernleşme anlamında bir Batılılaşma mı, yoksa kendi özünden, inançlarından, usul ve üslubundan, iman ve törelerinden bütünüyle vazgeçmeyi, kendisine ait her şeyi terk ederek bilmese, anlamasa da her şeyde ve her işte Avrupalıları taklit etmek, kopyalamak, yani Batı medeniyeti içinde erimek ve başkalaşmak anlamında bir Batılılaşma mı isteniyordu? Özellikle Tanzimattan beri hararetle tartışılan ama kesin bir cevabı hala bulunamayan soru ve sorun hep bu olmuştur. Eğitim ve bilgi düzeyi çok düşük ve yetersiz olan milletin büyük çoğunluğunun asırlardan beri bu tartışmalardan, sorulardan, sorunlardan ve cevaplarından doğru dürüst haberi bile olmamıştır. Zaten içine düşürüldüğü fakirlik, yoksulluk, çaresizlik, devletin zulüm ve haksızlıkları, bitmek tükenmek bilmeyen savaşlar, ağır vergiler altında inim inim inleyen halk, hiçbir şey düşünebilecek halde de değildir. Batı hayranı, taklitçisi ve uşağı olmuş, okumuş yazmış, yönetici ve aydın kesimin büyük çoğunluğu ise, Japonya’ya falan bakmadan, tezgâhlarına geldikleri Batılılar tarafından aldatılarak, kandırılarak, satın alınarak çoktan Batıya kul köle olmaya, teslim olmaya razı edilmiştir.
‘Batı, Batı!’ denmeye başlandığından beri kitaplarda, gazetelerde, sanat ve edebiyatta hiç bir zaman: ‘Avrupa’nın ilmini, fennini, sanayiini, üretim tekniklerini, uyguladığı bilimsel metotları alalım, ama imanda, kültürde, irfanda, ahlakta, törede kendimiz kalalım!’ şeklinde özetlenebilecek fikir ve düşünceler eksik olmadıysa da devlet idaresinde, yönetimde, icraatlarda bunun tam tersi bir batıcılık ve batılılaşma anlayışı almış yürümüştür. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet, tek parti ve çok parti dönemlerinde neredeyse gelmiş geçmiş bütün iktidarlar, iktidara gelirlerken başka şeyler söyleseler, başka vaatlerde bulunsalar da iktidara geldikten sonra teslimiyetçi politikalar izlemekten, Batılılaşmaya doğru birkaç adım daha atmaktan başka bir şey yapamamışlardır. Kimileri karar vermekte zorlansalar da, son tahlilde yine de Batılılar tarafından üretilmiş ‘Gerici!, Mürteci! ’ gibi yaftaların ve suçlamaların muhatabı olmamak için bu uğursuz politikaların son derece çekingen ve korkak destekçileri olmaktan geri kalmamışlardır.
Yunan felsefesi, Roma hukuku ve Hıristiyanlık dini temeline dayanan Avrupa medeniyetinin, kamuoyuna ve yönetime yön veren kültür ve medeniyet önderleri, kurmayları, 18. yüzyıl başlarına kadar karşısında bir türlü tutunamadıkları, dize getiremedikleri, tek başına bütün dünyaya meydan okuyan ve dize getiren yenilmez Türk’e karşı ele geçirdikleri üstünlükten en verimli şekilde yararlanmanın azim ve kararlılığı içinde olmuşlardır. Bunun için oluşturulmuş, çok büyük bütçeli merkezlerde sürekli güncellenen, inceden inceye hesaplar, planlar yapıldı ve uygulandı. Esas amaç Türkleri, yok etmek, kendi içlerinde eritmek, bir şekilde tarih sahnesinden silmekti. Bu olamadığı takdirde Türkleri hiç olmazsa kendi özlerinden ve kültürlerinden kopararak kendilerine köle ve uydu haline getirmeyi, hükümleri ve boyundurukları altına almayı hedeflemişlerdi. Bu amaca ulaşabilmek için de vaktiyle Osmanlı’ların kendilerine karşı uyguladığı usulü uygulamanın en iyi ve sağlam yol olduğuna karar verdiler. Onlar da, Türkiye’nin kaderine, mukadderatına hâkim olacak, aydınları, yöneticileri kendi menfaatleri doğrultusunda devşirecekler, onları Batı hayranlığı, Batı usulleri, Batı inançları, fikirleri, duygu ve düşünceleri, Batı yaşantısı ve Batıya özenti içinde okutup yetiştireceklerdi. Öte yandan, Osmanlı Devleti içinde Müslümanlar kadar Hıristiyanların, Türk nüfustan daha çok başka ırk ve kavimlere mensup halkların yaşaması da kendileri için çok büyük bir avantaj oluşturuyordu. Batılılar, Osmanlı Devleti içindeki kendileri için çok önemli müttefikler ve destekçiler olarak gördükleri Hıristiyanları ve Musevileri de komisyoncu, aracı, ithalatçı ve ihracatçı vb gibi ekonominin can damarını ellerinde tutan, imtiyazlı zümreler haline getirdiler.
Eğitim için Türkiye’den Batı’ya önemli sayıda öğrenci gönderiliyordu. Bu durum, onları istedikleri kalıba dökebilmeleri için çok iyi bir fırsattı. Ama bunu da yeterli bulmadılar, Türkiye’de de okullar, kolejler, eğitim ve araştırma kurumları kurdular. Alman, İngiliz, Fransız, İtalyan, Amerikan vb vakıfların açtıkları özel mekteplere, okullara, kolejlere Türkiye’de büyük bir rağbet vardı. Büyük kitleler, Batılılara benzemek, onlar gibi olmak heyacanı ile yanıp tutuşarak buralara akın ediyordu. Sonra devlet kendisi de tamamen bunlara benzeyen, bunların verdikleri eğitimin benzerini veren Sultaniler, Avrupa tarzı okullar, mektepler, üniversiteler açma seferberliğine girdi. Batının Osmanlı’nın devşirme sisteminden esinlenip uyarladığı bu plan ve taktik inanılamayacak kadar başarılı ve Türk milleti için de son derece yıkıcı oldu. Batıda ve yurt içindeki yabancı vakıf ve kuruluşlara ait kolejlerde, eğitim kurumlarında yetişen kimseler, çok geçmeden devlet kademelerinde, yönetimde, orduda, okullarda, üniversitelerde, memleketin iç ve dış konularında, sorunlarında, milletin ve memleketin mukadderatına hâkim duruma geldiler. Eğitim sistemi, basın ve yayın da tamamıyla onların eline, denetim ve gözetimine geçti.
Batı, Türkiye’nin en kıymetli cevherini, yani en etkili ve nüfuzlu aydınlarının ‘beyinlerini’ kendine bağlamayı başarabilmişti. Vaktiyle biz, nasıl yabancı ırkların ve soyların en iyi beyin ve kabiliyet sahibi, asil ve zengin gençlerini alıp, kendi dinimizin ve milliyetimizin değerleriyle yoğurduktan sonra, (Sokullu Mehmet Paşa vb gibi) kendi soyuna, kültürüne karşı bizim için savaşan liderler ve yöneticiler olarak kullanmışsak, Avrupa ve Amerika da bir asırı aşkın bir zamandan beri bizimkileri devşirdiler, devşiriyorlar. Batının Yeniçerileri haline getirilmiş bizim gençlerimizle kültür ve medeniyetimizi, iman, inanç, örf ve törelerimizi esir almayı başardılar. Dün olduğu gibi bugün de Batı’lı devletlerin bayraktarı, temsilcisi gibi çalışan aydınlarımız, yöneticilerimiz vardır. Aynı fikriyat ve gidişatın devamı niteliğindeki, ardı ardına gelen Tanzimat nesillerinin, Meşrutiyet ve tek parti dönemlerinin ve devirlerinin ardından, bugün de tüm hızıyla devam eden beynelmilelci, gizli çıkarcı ilericilik, Masonluk, çok uluslu hale gelmiş holdingcilik gibi türlü görüntüleriyle Türkiye’yi sömürge yapmanın aracı olarak kullanılmaya devam ediyorlar. En antiemperyalist, en sömürü karşıtı fikir ve düşünceler, inançlar, ideolojiler bile bu menfur emellere alabildiğine alet olabiliyorlar. Batılılaşma sevdası, nesilden nesle gittikçe daha da artan, daha korkunç manzaralarla karşımıza çıkıyor. Eskiden gizli kapaklı yapılan işlerin artık gizlenmesine bile gerek duyulmuyor. Örneğin, Amerikan Genel Kurmay Başkanı, 1989 yılında ABD Senatosunda savunma bütçesi görüşülürken (Nisan 1989) alenen, Türkiye gibi bazı ülkelerin subaylarını, özel kurslarda eğiterek, dünyanın her yerinde Amerika’ya bağlı generaller, cumhurbaşkanları, başbakanlar, bakanlar, yöneticiler yetiştirdiklerini söyleyebilmektedir. (Temellerin Duruşması, Ahmet Kabaklı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 17. Baskı, İstanbul, Haziran 1993, ISBN 975 7594 03 02, sayfa 362).
Osmanlı Devletinin son döneminde çok önemli roller oynamış, devletin ve milletin başına türlü gaileler, belalar açmış, felaketler getirmiş Jön Türkler, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti, İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi oluşumların arkasında emperyalist Batılı devletlerin, Mason ve Siyonistlerin ne kadar etkin olduğu, bu teşkilatlar içerisinde birbirine rakip Batılı sömürgeci devletler adına ve lehine bazen birinin bazen öbürünün üstünlüğüyle sürüp giden ne kanlı mücadelelerin yürütüldüğü bugün artık herkes tarafından çok iyi bilinmektedir. Bu olup bitenler ilk bakışta yukarıda anlatılan zavallı Afrikalı gençlerin hikâyesi kadar trajikomik görünmese de, hem bu oyunlarda figüran olarak rol alan gençlerimiz, hem de milletimiz, memleketimiz, dinimiz ve devletimiz açısından onlarınkiyle kıyaslanamayacak kadar büyük ve zararlı sonuçlar doğurduğu, tarifi imkansız acılara, felaketlere ve üzüntülere neden olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
Bilindiği gibi Masonlar ve Siyonistler tarafından 1889 yılında kurulan, süratle örgütlenerek genişleyip güçlenen, nihayet 23 Temmuz 1908’de padişaha Meşrutiyeti ilan ettirmeyi, parlamentonun toplanmasını sağlamayı başaran İttihatçılar tamamen homojen bir topluluk değildi. İçlerinde her türlüsü vardı. Özellikle Alman ve İngiliz yanlıları arasında kıyasıya ve çok kanlı bir mücadele vardı. Daha İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluş günlerinde ortaya çıkan Alman yanlısı ve karşıtı eğilimler, 1908 ihtilalinden ve Meşrutiyetin ilanından sonra daha keskinleşti. Balkan komitacılığı türündeki ve usulündeki suikastler, cinayetler birbirini izliyordu. Olaylar 31 Mart Vakası olarak bilinen ve gizemini hala koruyan kanlı olaylara kadar vardı. İrticai bir kalkışma, gerici bir isyan, şeriat yanlısı bir ayaklanma ve bir II. Abdülhamid tertibi olarak gösterilmesine rağmen, Tarık Zafer Tunaya, Prof. Dr. Mehmet Can ve Sina Aşkın gibi yakın tarihimiz konusunda uzman ve otorite olan tarihçilerimiz, 31 Mart Vakası’nın Sultan İkinci Abdülhamid’i tahttan indirmek ve Almanya taraftarı İttihatçıların gücünü kırmak için İngilizler tarafından tertiplenmiş bir olay olduğunu söylerler. Gerçekten de bu konudaki çok önemli tespitler ve inandırıcı deliller 31 Mart Olayı’nın İttihad ve Terakki’nin İngiliz taraftarı Manastır Teşkilatı ile Alman taraftarı Selanik Teşkilatı arasındaki, daha doğrusu İngiliz yanlıları ile Alman yanlıları arasındaki kanlı hesaplaşmanın ve mücadelenin bir görüntüsü olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
İngiliz yanlılarının ellerini çabuk tutmasıyla başlangıçta işler İngilizlerin lehine gelişmişti. Manastır’daki İttihatçılar genellikle İngiliz yanlısı, Selanik’tekiler ise Alman yanlısıydı. Almancı cemiyet üyelerine karşı muhalefet edenlerin başında İngiliz yanlısı bir mason olan Resneli Niyazi Bey geliyordu. 1908 yılında 160 kişilik birliğiyle Makedonya’da isyan ederek Ohri yakınlarında dağa çıktı. Sultan Abdülhamid Niyazi Bey’in arzusunu yerine getirmek için 22 Temmuz 1908’de Alman yanlısı Avlonyalı Ferit Paşa’nın yerine İngiliz yanlısı Said Paşa’yı sadrazamlığa getirdi. Sadrazamlığa getirilen Kâmil Paşa, İngiliz İntelligence Service Ajanı Fitz Maurice’in tabiriyle, ‘çılgınlık derecesinde bir İngiliz taraftarıydı’.
Niyazi Bey’in eyleminin Yıldız Sarayındaki etkilerini gören ve meydanın Niyazi Bey’e, dolayısıyla Manastır’daki İngiliz yanlısı gruba kalacağından endişelenen Selanik’teki Alman yanlısı İttihatçılar da bu sefer can havliyle Kolağası Enver Bey’i emrindeki askerler ve birkaç küçük rütbeli subayla dağa gönderdiler.
Meşrutiyetin ilan edilmiş ve İttihatçıların iktidarı ele geçirmiş olması İngilizlere yetmiyor, onlar daha fazlasını istiyorlardı. Çünkü Sadrazam Kâmil Paşa kendi adamları olmasına rağmen, orduda ve sivil yönetimde Alman yanlıları hala İngiliz yanlılarına göre daha etkili ve ağırlıklı durumdaydı. İngilizler bunu hazmedemiyorlar, Alman yanlılarının tasfiyesini istiyorlardı. Sadrazam Kâmil Paşa da Alman yanlısı İttihatçılardan kurtulmak istiyordu. Meşrutiyetin bekçiliğini yapmak üzere Selanik’ten getirilen Avcı taburlarını Yanya civarında isyan eden Yunan çetelerine karşı göndermek isteyen Sadrazamı Alman yanlısı İttihatçılar meclisteki çoğunluklarına dayanarak bir gensoruyla düşürme kararı aldırdılar. Kâmil Paşa’nın yerine 14 Ocak’ta Hüseyin Hilmi Paşa sadrazamlığa getirildi. Kendi taraftarlarının, hükümette, idarede ve orduda daha fazla güçlenmesini isteyen ve bekleyen İngilizler bunun tam tersi bir gelişmeyle karşılaşınca kendilerini bir an önce harekete geçmek zorunda hissettiler.
Kendi taraftarlarını iş başına ve daha etkin konumlara getirmek isteyen İngilizler bunun için oynanacak oyunun senaryosunu yazmışlar, gerekli hazırlıkları yapmışlar, oyunda kullanacakları figüranları ve rol dağılımını ona göre yapmışlardı. Oyunun başrolü Derviş Vahdetî’ye verilmişti. Adı 31 Mart Vakası’yla özdeşleşmiş olan ve isyanın elebaşısı sayılan Derviş Vahdeti Kıbrıs’lı bir İngiliz ajanı, aynı zamanda da İngiliz yanlısı bir İttihatçıydı. 13 Nisan (31 Mart) gece yarısı saat 04.00’te Dördüncü Avcı Taburuna bağlı askerler subaylarını hapsederek isyanı başlattılar. 31 Mart Olayını başlatan Avcı Taburları, İngiliz yanlısı, Alman karşıtı subaylar tarafından, Selanik’teki Üçüncü Ordu’nun kendileriyle aynı görüşteki birliklerden seçilmiş ve Meşrutiyetin bekçiliğini yapmak üzere İstanbul’a getirilip yerleştirilmiş özel birliklerdi. İsyanın elebaşısı durumundaki Derviş Vahdeti de onlardan biri, yani bir İttihatçı olduğu için, bunları etkilemesi, yönlendirmesi, ele geçirmesi ve kullanması mümkün olabilmişti.
Başlangıçta İngilizler lehine gelişen olaylar, Almanların ve Almanya yanlısı İttihatçıların durumu kendi lehlerine çevirmek için yeni tedbirler almalarıyla hızla tersine dönmeye başladı. İstanbul’da denetimi ellerinden kaçıran Alman yanlısı İttihatçılar asıl güç merkezleri olan Selanik’e kaçtılar. Buradaki Üçüncü Ordu’yu harekete geçirerek, hemen askerlerden ve gönüllü Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavut ve Karadağ çetecilerinden oluşan bir ordu oluşturdular. Edirne’deki İkinci Ordu ile temasa geçilerek bunların da bu orduya katılması sağlandı. Trenlerle İstanbul’a sevkedilen ve “Hareket Ordusu” adı verilen ordunun komutanlığına Mahmûd Şevket Paşa getirildi. Hareket Ordusu 23 Nisan‘ı 24 Nisan‘a bağlayan gece İstanbul‘a girmeye başladı. Şehir bir gün gibi kısa bir süre içerisinde 25 Nisan 1909 günü Hareket Ordusunca ele geçirilerek sükûnet sağlandı, duruma hâkim olundu ve sıkıyönetim ilân edildi. Ayaklanmacılar fazla bir direniş gösteremeden Hareket Ordusu’na teslim oldular. Gelişmelerden hoşnut olmayan İngiliz, Rus ve Fransız elçileri, Abdülhamîd Han’a yardım teklifinde bulundularsa da teklifleri reddedildi.
İttihatçıların ileri gelenlerinden Mahmud Şevket Paşa ve Enver Paşa çok sıkı Alman yanlısı ve dostu idiler. Derviş Vahdetî’ye İngilizler akıl hocalığı yaptığı gibi, Hareket Ordusunun başında İstanbul’a gelen ve isyanı bastıran Mahmut Şevket Paşa’yı da Almanlar yönlendiriyordu. Alman General Goltz, Mahmud Şevket Paşa’ya olay sırasında sürekli olarak nasıl hareket edeceği hususunda taktikler veriyor, tavsiyelerde bulunuyordu. Kısacası perde arkasındaki gerçek savaş Almanya ve İngiltere gibi beynelmilel güçler arasında cereyan ediyor, bu kanlı mücadelelerin acı faturalarını da asırlar önce gücünü ve iktidarını kaybetmiş bu millet kanıyla, canıyla, malıyla ödemek zorunda kalıyordu.
Alman yanlısı İttihatçıların kazanması Derviş Vahdeti’nin de sonunu hazırladı. İngiltere kazandığı takdirde büyük bir ikbale kavuşacağını uman Derviş Vahdeti, Alman yanlısı İttihatçıların kazanması üzerine hemen kurulan Dîvân-ı Harp’te idama mahkum edildi. Kendisiyle beraber idama mahkûm edilen 56 isyancının cezaları 3 Mayıs – 25 Haziran arasında asılarak infaz edildi. İsyanın mahiyetini ve tertipçilerini araştırmak için kurulan komisyon kısa bir süre sonra dağıtıldı. Dolayısıyla olayların gerçek tertipçileri ve teşvikçileri de kesin olarak ortaya çıkarılmamış oldu. Aslında gerçek tertipçilerin bilinmesi pek istenmiyor, olayın Sultan Abdülhamid tarafından tezgâhlanmış irticai bir kalkışma olarak algılanması isteniyordu. Fakat bu olayın onun tarafından tertiplendiğine dair en ufak bir bilgi, belge ve kanıt yoktu. Abdülhamid’in yargılanmasını ve tahkikatın devamını isteyenlere Said Paşa: “Ya suçsuz çıkarsa hâlimiz nice olur?” diyerek tahkikatın durdurulmasının gerçek sebebini de açıklıyordu.
27 Nisan’da Sultan Abdülhamîd Han tahttan indirilerek yerine V. Mehmed Reşad tahta çıkarıldı. Sultan Abdülhamîd Han’ın hal kararı, Türk milleti için utanç verici bir şekilde içlerinde hiç Türk bulunmayan dört kişilik bir heyet tarafından kendisine tebliğ edildi. Abdülhamid kırk sekiz saat içinde mâiyyetiyle beraber Selanik’e gönderilerek, burada Alatini Köşkü’ne hapsedildi. 31 Mart Olayı’yla Meşrutiyetin örfîleşmesinin, İttihat ve Terakki diktatörlüğünün ve baskıcı bir rejim kurulmasının da önü açılmış oldu.
Olay tam anlamıyla İngilizlerin ve Almanların Osmanlı topraklarında, Osmanlı Devlet yapısı içinde ve Osmanlı halkı üzerinde iktidar, güç, kuvvet gösterisinin ve yarışının bir yansımasıydı. Fakat işin sonunda gerçek durum çarpıtılarak, her şey olduğundan bambaşka gösterilmiş, olayların üstü örtülüp, saklanıp gizlenerek, bu 31 Mart Vakası’nın faturası da sonuçta bu olayla hiç ilgisi olmayan kesimlere özellikle de dindar Müslümanlara çıkarılmış, olay resmî tarihe bir irtica hadisesi olarak geçmişti. Halbuki bu işin içinde geniş halk kesimleri de, halkın rağbet edebileceği saygın din adamları da yoktu. Kaldı ki bizim insanımızda özellikle devlet otoritesine baş kaldırma, isyan etme geleneği yoktur. O yüzden bizim tarihimizde büyük halk hareketleri, ihtilalleri ve isyanları bulunmaz. Bu olay basının ve resmi çevrelerin olup bitenleri nasıl çarpıtabildiğinin de tipik bir örneğidir.
İngilizler tarafından tertiplenen ve İngiliz ajanları tarafından uygulamaya konan darbeden başarılı, karlı ve kazançlı çıkan İttihatçıların Alman yanlısı kanadı, işi bir daha tesadüflere bırakmamak için daha sıkı tutmaya karar verdiler. İttihat ve Terakki’nin Selanik’teki merkezî İstanbul’a nakledildi. Hükümeti ve devleti daha sıkı kontrol altında tutabilmek için Talat, Enver, Midhat, Şükrü, Hayri, Habib, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şâkir ve İsmail Hakkı Bey gibi lider kadro İstanbul’a gönderildi. Sahnenin önünde ve görünürdeki rollerde kim olurlarsa olsun, onlar birer piyon ve figüran olmaktan öteye geçemiyorlardı. Nitekim bu kanlı mücadelede de Almanya yanlısı İttihatçıların kazanmasıyla gerçekte Türk milleti değil Almanlar kazanmış ve Türkiye’nin adı da artık Almanca ‘Enverland’ olarak anılmaya başladı. Süreç Almanya için, Almanya’nın yanında, Almanya’nın hatırına Türk Milletine çok büyük bedeller ödetilmesi, acılar çektirilmesi, koskoca Osmanlı İmparatorluğu’nun da Birinci Dünya Savaşına sokularak tasfiyesiyle sonuçlandı.
Bizim de milli kalkınmamızı sağlayabilmemiz, kendi öz medeniyetimizi yeniden diriltip geliştirebilmemiz, modernleşebilmemiz, çağdaşlaşabilmemiz için insanlığın evrensel değerlerinden, bu arada özellikle Batının insanlığa yararlı ilminden, üretim teknolojisinden, sanayiiinden yararlanmamız bir zorunluluktu. Fakat asırlardan beri bizdeki Batılılaşma çabaları sadece Batının kurum ve kuruluşlarını kopyalama, onların yaşam tarzlarını, tüketim alışkanlıklarını taklit üzerinde yoğunlaşmıştır. Aşırı Batıcılık ve Batılılaşma akımına kapılanlar, ilimle, fenle, teknolojiyle Batıyı birbirine karıştırmışlar, halka karşı zor kullanarak onu kendi hayat tarzına ve üslubuna yabancılaştırmayı, milleti kendi dininden, inancından koparmaya çalışmayı, Batıcı uygulamaların ana ekseni ve neredeyse devlet politikası haline getirmişlerdir. Batılılar tarafından devşirilmiş, kendi kültür ve medeniyetimizden, İslamdan nefret eden bir gürüh asırlar boyunca millete rağmen güç ve iktidarı ellerinine geçirebilmiş, kendi kişisel çıkarları uğruna, Batıya kayıtsız, şartsız bağlılık ve hayranlık yolunu tutmuşlardır. Uygulamalarıyla ‘Bize Batı’nın ilmi, kafası, bilimsel zihniyeti, sanayisi ve teknolojisi değil, yaşayış tarzı lazım’ dercesine milleti iflasa, israfa, yıkıma, kendi kimlik ve kişiliğinden koparmaya yönelmişlerdir. Durduk yerde, anlamsız türlü bahanelerle İslamiyete, Müslümanlara, en masum dini uygulamalara, adet, töre, gelenek ve göreneklere, imana ve inanca, kültüre hasmane bir tavır takınmışlar, milleti gereksiz yere dayanılmaz baskı ve zulümlere uğratmışlardır.
Bazılarının çok istediği ve arzu ettiği gibi Türk Milletini Hıristiyanlaştırmak mümkün olamamıştır ama halkı İslamdan soğutma ve uzaklaştırma yönünde büyük tahribat yapılmış, milli çıkarlarımız ayaklar altına alınmıştır. Halkımıza, milletimize hep yukarıdan bakan, onu hiçe sayan jakoben, baskıcı ve dayatmacı bir mutlu azınlık diktası, içinde her zaman bir yabancı etkisi ve parmağı gizli olan bir devrimcilik telaşı, bazı basit kafaların islami ve milli varlığımız üzerine suikasta varan uygulamalarıyla öne çıkan bir yönetim anlayışı, milletimizi asırlarca esir alıp canından bezdirmiştir. Taklitçi, kendi kökünden ve özünden koparılmış, milletine yabancılaşmış aydın ve yönetici kesim, dinde, sanatta, kültürde, dünyaya ve hayata bakışta, zevkte, milleti millet yapan değerlere yerine millete yabancı değer hükümlerini korkunç bir taassupla, inatla ve baskıyla millete dayatmaktan, özellikle manevi alanda ardı arkası kesilmeyen bir terör havası estirmekten bir türlü vaz geçmemişlerdir. Özellikle dış siyasette, milletimizin geleceğini ilgilendiren, gelecek yılları değil gelecek asırları bile ipotek altına koyan hayati nitelikteki önemli ve büyük kararlar, milli iradenin, kamuoyunun bilgisi dışında ve onun gerçek eğilimlerine aykırı olarak alınabilmiş ve yürütülebilmiştir. Bütün bu göstermelik girişimlere ve çabalara rağmen, esas amaç olan gerçek anlamda kalkınma, gelişme, ilerleme, çağrdaşlaşma ve modernleşme yolunda yeterli mesafe alınamamış, bizim Batı ile olan ilişkilerimiz asırlardan beri bir taklit ve tüketim ilişkisinden öteye geçememiştir. Ziya Paşa bir beytinde sonucu şu beyti ile özetlemektedir:
Eyvâh, bu bâzîçede bizler yine yandık!
Zîrâ ki ziyân ortada, bilmem ne kazandık!
Millet olarak asırlardır bize hiç de yakışmayan kötü durumlara düşmemizin en büyük nedeni, adam yetiştirmekteki ihmalimiz, kusurumuz ve yetersizliğimizdir. Ülkemizde yıkıcı, bozucu ve yozlaştırıcı akımların ve faaliyetlerin bu kadar kolay uygulama imkanı bulabilmesinde en büyük etken kuşkusuz milletimizi gerçek anlamda temsil edebilecek gerçek aydınlardan, gerçek münevverlerden yoksunluğumuzdur. Mehmet Akif’in Asım’ın Nesli diye tanımladığı, milletimizin imanının, irfanının, kültürünün, hürriyetinin davacısı olacak, ülkesini, vatanını imanla, ilimle, hünerle kurtaracak, kalkındıracak, milli varlığımızın ve değerlerimizin çiğnenmesine izin vermeyecek nitelikte aydınlarımız asırlardan beri maalesef nitelik ve nicelik olarak çok yetersiz kalmıştır. Olanlardan onbinlercesi de on yıllar boyunca süren bitmez tükenmez savaşlar sırasında şehit düşmüşlerdir. Geriye kalanlar ise iktidarı ellerine geçiren egemen güçler tarafından devlete ve millete hizmet imkânından uzaklaştırılmışlar, hatta bir kısmı milli kültürümüz ve benliğimizle beraber çok sert ve kıyıcı yol ve yöntemlerle ezilmişler, horlanmışlar ve cesaretleri kırılmış, meydan hepten nüfuz ticareti yapan, çıkarcı, dalkavuk tiplere kalmıştır. Her şeye rağmen yine de Türk Milletinin büyük çoğunluğu o olağanüstü feraseti ve irfanı sayesinde Batılılaşma konusundaki yanlış fikirlere de milletine yabancılaşmış aşırı Batıcı devrim yobazlarına ve bağnazlarına da hiçbir zaman itibar etmemiş, değer vermemiştir. Bunların savundukları fikirlerin iler tutar tarafının olmadığı yalnız milletinden kopmamış aydınlar tarafından değil namuslu batılı aydınlar tarafından da açıkça ortaya konmuştur. İslam düşmanı, sömürgeci, oryantalist Batılı çevreler tarafından maksatlı olarak üretilen, İslamiyetin ilerlemeye ve gelişmeye engel olduğu yolundaki söylemlerin ve iddiaların ne kadar yalan, yanlış, basit ve zavallı iddialar olduğu bugün yine Batılı ilim çevrelerinin dürüst, namuslu, en parlak zekâları tarafından somut deliller ışığında ortaya konmaktadır. Müslüman olmayan Batılı bilim adamları tarafından, İslamiyetin ilerlemeye engel değil aksine ilmi zihniyete açık, ilmi keşiflere ufuklar açan yüce bir din olduğu, onda bilimsel bilgiye aykırı ve ters hiçbir tarafın bulunmadığı yolunda arka arkaya sayısız kitaplar yazılıyor. Ülkemizde de artık körü körüne taklitçi bir Batıcılık yerine çağdaşlaşma, modernleşme, ileri bilim ve teknolojiye sahip ve hâkim olma, diktacı rejimler yerine demokrasi, hukukun üstünlüğü, milletin özüne ve ruhuna düşman ve yabancı devrimcilerin egemen iradelerini zorla, baskıyla millete dayatma yerine milli iradeyi egemen ve etkili kılma anlayışı gittikçe daha fazla güç kazanmakta ve gelişmektedir.
Halbuki biz de en azından Japonya gibi bazı akıllı milletlerin yaptığını yapabilir, Avrupa medeniyetini millileştirerek ve kendi muhitimize uydurarak kendimize mal edebilirdik. Bunun için, hem kendi medeniyetimizi, hem de Avrupa’nınkini tam olarak incelememiz, tanımamız, anlamamız, bilmemiz, öğrenmemiz gerekiyordu. Ancak bu şekilde sağlıklı bir gözlem, karşılaştırma, zararlı olanları ayıklayıp yararlı olanları seçip alma, kendi yapımıza uygun hale getirme imkânını bulabilir, daha iyisini de kurup geliştirebilir, uygulayabilir, bu yöndeki kabiliyetlerimizi, şevk ve gayretlerimizi artırabilir, zekâmızı, anlayışımızı, fikir ve düşüncelerimizi geliştirebilir, maddi ve manevi gücümüzü ve varlığımızı kuvvetlendirebilirdik. Her milleti ve bizim milletimizi de selamete götürecek tek meşru ve doğal yöntem buydu. Böyle bir yol ve yöntem, çağdaşlaşma ve modernleşme yolundaki arzu, istek, çaba ve gayretlerimizi, tetkik, inceleme, faaliyet ve uygulamalarımızı daha verimli hale getirebilir, Batı medeniyetinin özelliklerinden ve üstünlüklerinin ana sebeplerinden olan bilimsel zihniyet, deney ve gözlem metoduyla kendi milli birikimlerimizi, hasletlerimizi, yeteneklerimizi birleştirip harekete geçirerek binlerce gerçek başarı öyküsü ortaya koymamıza, daha önceki hatalarımızı, eksikliklerimizi tamamlamamıza, tamir etmemize de imkân sağlayabilirdi. Fakat bu bir türlü olmadı, olamadı. Asırlardan beri hep onlar üretiyor, biz tüketiyoruz; onlar yapıyor, biz onların yaptıklarını taklit ediyoruz. Hiçbir insana yakışmayacak bu yakışıksız durum, Türk milletine hiç yakışmamaktadır. Orijinal ve yararlı şeyler icat edememek, ortaya koyabilme yaratıcılığımızı gösterememek, işlerliği olan bir sistem, düzen ve nizam kuramamak, norm oluşturamamak özgüvenimizi de kaybetmemize neden oluyor. İşin daha da vahimi, saltanat idaresi, tek parti sultası gibi dönemler çoktan bittiği, çok partili siyasi hayata geçildiği halde; çok şeyin değiştiğine dair uygulamada yeterince ümit verici gelişmeler olmamasıdır. Her seçimde millete çok büyük vaatlerde bulunarak, şahsiyetli, milli çıkarlarımıza uygun politikalar yürüteceklerine dair sözler vererek iş başına gelenlerden bazıları iktidara geldikten sonraki iş, icraat ve uygulamalarıyla ya eski dönemleri aratmakta, ya da öncekilerden çok da farklı işler yapamamaktadırlar. Bu durum ister istemez milletin kafasında, gerçek gücün ve iktidarın başka ellerde olduğu, iktidara gelen bütün partilerin bazı egemen iradelere ve Batı’ya karşı milletin bilmediği bir taahhütlere zorlandıkları, bunların da ancak perde arkasında bazı gizli görüşmeler, anlaşmalar, sözleşmelerle hükümet olabildikleri, bunlara uymama durumunda bazı iç ve dış güç odakları tarafından kendilerine has planlar, yol ve yöntemlerle alaşağı edilmekten korktukları gibi soru sorular uyanmaktadır.
Oysa milletin bilgisi, rızası, onayı dışında, girilen bu uğursuz çıkmaz sokakta inatla ve ısrarla yürümenin, Türk milletini hiçe sayan Batıcı aydın ve yönetici saltanatının demokrasiye rağmen sürdürülmeye çalışılmasının hiç kimseye bir yararı yoktur. Maneviyatı çoktan bir tarafa atmış olan maddeci Batı’da insaf, adalet, ahlak, erdem, fazilet ve hele bize karşı dostluk aramak şaşkınlık, şaşırmışlık, aptallıktan başka bir şey değildir. Batı’nın hiç kimseye dostluğu ve insafı olmadığı gibi, bize hiç yoktur. Aksine Batılılar bize karşı asırların hıncı ve kini ile doludur. Batı iyilik, güzellik numunesi değil, dünyanın dört bir köşesinde yapıp ettikleriyle belki kötülük örneğidir. Batı Türkiye’yi kendine bağlı ve bağımlı, büyük bir Pazar ve bir yarı sömürge olarak gördüğünü, hep böyle tutmak istediğini hiçbir zaman saklamamış ve gizlememiştir. Bütün bunlara rağmen, ekonomik veya başka çıkarlar sağlamak bahanesiyle mutlak Batıcılığın ağına düşmemiz, bizim için inanılmaz bir gaflettir. Kendi dünyamızın, kültür ve medeniyet çevremizin öncüsü ve önderi olmaya çalışmak yerine, gidip Batının kuyruğuna takılmamız, Batı kuyruğunda sinek olmayı canımıza minnet bilmemiz, milli onur, kimlik, kişilik ve haysiyetten ne kadar uzaklaştığımızın hazin bir görüntüsüdür. Üstelik günümüzde artık Batı medeniyeti de ciddi bir krizin ve bunalımın içine doğru sürüklenmekte, kendisine bir çıkış yolu aramaktadır. Dolayısıyla hem Batı dünyasının, hem de tüm insanlığın bize, İslama, İslamın hayat veren soluğuna her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu bu aşamada Müslümanlara, özellikle de Türkiye Müslümanlarına her zamankinden daha çok görev ve sorumluluklar düşmektedir. İçine sürüklendiğimiz büyük hatalardan, kafa karışıklıklarından, bir an önce kurtulup Allah, tarih ve insanlık önünde üzerimize düşenleri, bizden beklenenleri bir an önce yerine getirmeye başlamalıyız. Yeni anayasamızın da bu yeni anlayışa uygun bir anayasa olması gerekmektedir.
Özetlemek gerekirse, bizdeki Batıcılık uygulamaları hep, halka yukarıdan ve tepeden bakan, onu hiç umursamayan, hesaba katmayan, ona hiç değer vermeyen jakoben, dayatmacı ve şekilci olmuştur. Batının belli bir dış görünüşten, kılık kıyafetten, giyim kuşam tarzından, görgü kurallarından, günlük yaşam tarzından, batı tarzı eğlence ve sefahatten ibaret olduğu sanılmış, kabukta, şekilde, görünüşte bir batıcılık batının gerçek anlamda ihtiyacımız olan yönlerinin alınmasına tercih edilmiştir. Batının bilimsel bilgisi, düşünce tarzı, kültürü, sanatı, fikir akımları, üretim teknolojisi, sanayii, evrensel değerleri üzerinde yeterince durulmamış, bunlar anlaşılamamış ve takip edilememiş, hep kültür temellerinden yoksun bir batılılaşma peşinde koşulmuştur. Bir yandan eski dogmalara karşı çıkılırken, bir yandan da onların yerine yeni dogmalar icat edilmiştir. Medreseler kapatılmıştır ama ezberci, taklitçi, tekrarcı eğitim sistemi aynen devam etmiş, Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır ama darbeci Yeniçeri zihniyeti eskisinden daha da beter bir şekilde sürüp gitmiştir.
Batıda üretim ve gelir artışıyla beraber, adil, dengeli ve eşit gelir dağılımı, bölüşümü, paylaşımı ve üleşimi üzerinde de önemle durulduğu, bunun kaygısı, tasası ve mücadelesi verildiği halde bizde bu durum hiç gündeme gelmemiştir. Bizdeki batılılaşma hareketlerini yürüten bir bürokratik bir sınıfın bütün gayesi halkın ve devletin sırtından geçinmeli saltanatını daha fazla güvenceye alarak sürdürmek olmuştur. Zamanın şartlarına ve ihtiyaçlarına göre yeni kurum ve kuruluşlar geliştirmek, eskileri düzeltip yenilemek yerine, kendimizinkileri tamamen atarak onlaran yerine batı kurum ve kuruluşlarının aynen kopyalanması, taklit edilmesi yeterli sayılmıştır. Batının idare tarzı, demokrasisi ve demokratik kurumları da yeterince rağbet görmemiştir. Bunun yerine daha da çok şark despotizmine kayılmıştır. Gerçek demokrasi yerine despotizm, halk için ve halkla birlikte yerine halka karşı ve halka rağmen, eski dogmalar yerine yeni dogmalar, gerçek laiklik din ve vicdan özgürlüğü yerine din aleyhtarlığı ve din düşmanlığı temel politika olarak benimsenmiş, baskıcı, dayatmacı, tepeden inmeci, kültür ve düşünce temellerinden yoksun körü körüne taklitçi bir batıcılık anlayışı millete ve devlete asırlarca egemen olmuştur.
Eğer çağdaşlaşma ve modernleşme, Türkiye’de de şanlı bir maziden parlak bir geleceğe yolculuk şeklinde anlaşılsa ve uygulansaydı feraset ve basiret sahibi Türk Milletinin her ferdi bunu candan ve gönülden desteklerdi. Bugünün ileri, çağdaş ve modern devletleri arasında ekonomik, hukuki, siyasi, sosyal, kültürel, sanatsal, bilimsel, eğitim, askeri güç vb gibi bütün alanlardaki yarışlarda onlardan geri kalmamak, onları geçmek, asırların ihmaliyle oluşmuş kayıpları telafi etmek, Türk milleti için de bir hayat memat meselesi durumuna gelmiştir. Bu da ilimle, irfanla, erdemle, hünerle, akılla, fikirle, himmet ve gayretle, girişimcilikle, verimlilikle, yaratıcılıkla ve özgürlükle olabilir. Fakat maalesef bizde çağdaşlaşma ve modernleşme buna öncülük edenlerin zihniyetleri yüzünden asırlardan beri batılılaşma, batıyı körü körüne taklit etme, batılılar gibi tüketme modası ve çılgınlığı olarak anlaşılmış, bu yüzden de halkın desteğini değil, tepkisini çekmiştir. Bu zihniyetin değişmesi zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir.
Türk Milleti için yapılacak yeni anayasanın amacı da, milletimizi daha medeni, daha çağdaş, daha modern, daha ileri bir seviyeye, muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkarmak olmalıdır. Türkiye’ye yeni anayasa yapacak olanlar eski yanlışlardan iyi ve doğru dersler çıkarabilecek basirete, bunlara düzeltebilecek cesaret ve iradeye sahip olmalıdırlar.
DAHA FAZLA ÖZGÜRLÜK
Özgürlük insan için her zaman önemli olmuştur ama özellikle çağımızda, insanların en çok önem verdikleri ve üzerine titredikleri en temel sorunlardan biri haline gelmiştir. Özgürlük bilincin oluşumunda ve gelişiminde anayasaların da önemli rolleri olmuştur.
Özgürlük insanın istediği gibi düşünebilme, inanabilme, hayatını da kendi inanç ve kararlarına, manevi değerlerine göre göre yaşayabilme serbestisine, insanlığını gerçekleştirme imkan ve fırsatına sahip olabilmesi demektir. Özgürlük, insanın varlığını gerçekleştirme imkânıdır. Özgürlük, özün gürlüğüdür. Bir milletin gerçek gücü ve kuvveti özgürlüğündedir. Memleketler mümbit oldukları oranda değil, ancak özgür oldukları oranda gelişirler. İnsan, özgür olduğu sürece ve özgür olabildiği kadar vardır. Özgürlük, bağımlılığın ve tutsaklığın tersidir. Bağımlılık, sorumluluğu engeller ve insanı asalak yapar. Güvenlik mi ve özgürlük mü diye bir şey tartışılamaz. Güvenli özgürlüğün nasıl olabileceği tartışılmalıdır. Özgürlük, bir denge ve ölçü meselesidir. Uzun ömürlü olabilecek özgürlük, ölçü ve dengeye dayanan ve buna saygı gösteren özgürlüktür. Özgürlük, sorumluluk bilinciyle birlikte olduğu zaman daha güzel, soylu ve erdemlidir. Bütün dünyada özgürlüklerin gittikçe önem kazandığı ve genişlediği bu çağda Türk Milleti de daha özgürlükçü ve özgürleştirici bir anayasaya ihtiyaç duymakta ve bunu talep etmektedir. Allah’ın din ve peygamber göndermesinin en önemli amaçlarından biri de insanı kuşatan, özgürlüklerini kısıtlayan, onu başkalarına kul ve köle eden bağlardan onu kurtarmaktır.
O peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını ve üzerlerindeki zincirlerini indirir (Araf Suresi, Ayet: 157).
O sarp yokuş nedir bilir misin? (İnsanları özgürlüklerinden mahrum eden, bağlayıp esir eden) zincirleri, bağları çözmek (köleleri azad etmek), açlık gününde yakını olan bir yetimi veya aç açık bir yoksulu doyurmaktır (Beled Suresi, Ayet: 12-16).
Peygamberimiz de ümmetinin çoğunluğunun kötülükte ittifak etmeyeceğini haber vermektedir. Bütün dünya milletleri gibi, Türk Milleti de kişi temel hak ve hürriyetlerine daha saygılı, daha özgürlükçü, daha sosyal adaletçi, daha eşitlikçi, daha demokratik ve daha katılımcı bir anayasa özlemi ve beklentisi içindedir.
Bütün anayasaların ve özellikle bizim yeni anayasamızın da çözüme kavuşturması gereken sorunlardan başında özgürlükler sorunu ve devletle millet arasındaki ilişkilerin sağlıklı bir zemine oturtulması gelmektedir.
İnsan devleti, ona ve onun adına hareket eden devlet adamlarına, yani devletlûlara tutsak ve esir olmak için değil, aksine başka insanlara esir, kul ve köle olmamak için icat etmiştir. Devleti yönetenlerin aldıkları bütün kararlarda ve uygulamalarda halkın iradesi ve rızası çok büyük önem taşır. Her normal insan, en azından kendi kendine milli egemenliğin, egemen iradenin kaynağını ve meşruiyetini arar, egemen iradeye niçin ve neden boyun eğmek ve itaat etmek zorunda olduğunu sorar, sorgular, iktidar sahiplerinin, yönetim mevkilerini ellerinde bulunduranların taahhütlerine, aradaki yazılı veya sözlü anlaşmalara, sözleşmelere, mutabakatlara, genel rızaya uygun davranıp davranmadıklarını araştırır, yönetenlerden yönetilenler lehine ve yararına kararlar ve icraatlar bekler.
Eski çağlarda insanları bekleyen en büyük tehlike, dolayısıyla onların en büyük korkuları başkalarına esir olmaktı. Günümüzün ve geleceğin en büyük tehlikesi ise resmi ideolojilerin tutsağı ve robotu olmaktır. İlim ile ideoloji arasında ince ve çapraşık bir ilişki ve fark vardır. Bir ilmi nazariye, herhangi bir ideal gibi belli bir siyasi amaç için alet ve araç olarak kullanılmaya başladığı zaman artık ilim, bilgi ve ülkü olmaktan çıkar, ideoloji haline gelir. Böylece ideoloji, bilgiden ziyade bir inanç, hatta din haline gelir.Özellikle yirminci yüzyılda eski dinlerin, uydurma tanrıların yerini ideolojiler almış, ideolojiler, insanın kendi yarattığı tanrılar haline gelmiştir. İdeolojiler, genelde belli bir sınıfın yarattığı, tek doğru ve tartışılmaz gerçek kabul ettiği, başkalarına da dayattığı dogmalardır. Resmi ideoloji ise, bir ideolojinin resmileştirilmesi veya devletleştirilmesidir. Resmi ideoloji, kutsallaştırılmış resmi ezberlerdir. Bütün iddialarına rağmen ideolojiler, yüce değerler üretemedikleri için ideolojilerin hâkim olduğu toplumlarda önünde sonunda bir anlam ve değerler boşluğu ortaya çıkar. Nitekim dini, kitlelerin afyonu sayan ve bütün dinleri ortadan kaldırmayı amaçlayan komünizm sonuçta kendisi din düşmanı sapık bir din haline gelmiştir. Komünist ideolojinin tam aksi kutbunu temsil eden nasyonal sosyalizm de dini kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda kullanmayı, baskı altına tutmayı yeğlemiştir. Her ikisi de dinsiz ve din düşmanı olan bu ideolojiler, insanlardaki gerçek din ihtiyacını, duygusunu ve arayışını ortadan kaldıramamışlar, aksine bu siyasi ideolojilerin baskısından bunalan vicdanlar dine daha çok sarılma ihtiyacı duymuşlardır. Çünkü büyük felaketlerin sebep olduğu manevi çöküntülerin, istikbal ufuklarında gizli ve meçhul tehlikelerin insan ruhunda fatalist bir inanca dayanma iştiyakını tutuşturması tabiidir. Yalnız şurası var ki, bu din arayışı ve dini restorasyon hareketi, fertlerin uhrevi bir ideale bağlılıklarından ziyade dini inanç ve prensiplerde yıkılan ideolojileri telafi edecek siyasi bir kurtuluş düsturu aramalarından öteye geçememiş, çoğu zaman da çok yanlış ve zararlı tezahürlerle kendini belli etmiştir.
Bugünün dünyasında ideolojiler devri artık kapanmış, insan, hak, hukuk, adalet merkezli, özgürlük ve verimlilik devri başlamıştır. Çağdaş ve modern bir devlet olmanın yolu da, ideolojileri resmilikten çıkarıp özelleştirmekten geçmektedir.
İdeolojilerin, fikir ve inançların, siyasi rejimlerin, anayasaların, hukuki normların topluma dayatılması ve zorla kabul ettirilmesi yerine artık bunların millete anlatılması, inandırılması, beğendirilmesi, sevdirilmesi dönemi başlamıştır. Milletin inanmadığı, benimsemediği, ısınmadığı bir siyasi rejimin rejimin yaşayabilmesi çok zordur. Eğer illa yaşatılmak istenirse, bu da ancak baskıyla, zorla, bir yere ve bir dereceye kadar mümkün olabilir. Bu durumda da rejim kendiliğinden kısırlaşır, halkla devlet arasına soğukluk, küskünlük, neşesizlik, hatta düşmanlık girer, bundan sadece rejim zarar görmez, devletin ve milletin varlığı da tehlikeye düşer. Hiçbir devletin milletin genel iradesinin isteklerini dikkate almama lüksü yoktur. Böyle bir gaflet içine düşenler, er veya geç en azından başka büyük güçler karşısında tek başlarına, yardımsız ve desteksiz kalmanın çaresizliğini yaşarlar. Milli iradeye dayanmayan egemen iradeler, iktidarlar, başka güçlerin hiç de razı olamayacakları dayatmalarına karşı, en çok ihtiyaç duyacakları şey olan kitlelerin gücünü seferber edemezler. Böyle bir şey, hiçbir iktidar için göze alınamayacak kadar büyük riskler ve tehlikeler doğuracağı için, genel iradenin onayını ve muvafakatini alabilecek politikalar üretmek her zaman için en akılcı yoldur.
DAHA FAZLA DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜĞÜ
Anayasalarca garanti altına alınması istenen özgürlükler arasında din ve inanç özgürlüğünün çok özel ve büyük bir yeri ve önemi vardır. Eski İngiliz kolonisi Amerikan eyaletlerinin haklar bildirilerinden, ABD’nin bağımsızlık bildirisine, dünyadaki ilk yazılı anayasa olan ABD anayasasından modern ve çağdaş devletlerin anayasalarına kadar bütün anayasalarda güvence altına alınan insan haklarının başında din ve vicdan özgürlüğü gelir. Laiklik ilkesi de Avrupa’da özellikle Fransa’da kilisenin baskılarına karşı din ve vicdan özgürlüğünü garanti altına almak için Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış ve buradan bütün dünyaya yayılmış ortaya çıkmış bir kavramdır.
Laiklik kavramı, dinin, kilisenin ve din adamlarının devlet üzerindeki baskılarına karşı bir tepki olarak, bireyleri bu baskılardan kurtarmak amacıyla Fransız İhtilali’nin olağanüstü şartlarında dine ve din adamlarına karşı büyük bir savaş verilmesi şeklinde ortaya çıktığı için ilk zamanlar din karşıtlığı, din düşmanlığı, dine karşı militanca bir tavır sergileyen jakoben bir laiklik anlayışı hakim olmuştu. 1789’da başlatılan Fransız İhtilâli ile kralla beraber en büyük destekçisi kilisenin toplum-devlet hayatından tasfiye edilmesi sonucu da doğdu ve yönetim burjuva sınıfının çıkarlarına hizmet edecek şekilde lâikleştirildi. İhtilâl, eski rejimin tüm kalıntılarını kan dökmeye doymayan bir tavırla kazımak yolunu tuttu. Yoğun ateizm etkileri altında kurumlaşmaya başlayan Fransa lâikliğinin ilk dönemlerinda birçok din adamı sadece papaz olma suçu ile yargılanarak giyotinle idam edildi. Burjuva iktidarı da, çok geçmeden geniş halk kesimlerinin siyasal fikirlerini serbestçe beyan etmesini engellemek amacıyla kralınkinden bile daha şiddetli tedhiş ve terör kanunları çıkartmaya yöneldi. Fransız İhtilâli literatüründe bu kanunları uygulayan hükümet “tedhiş hükümeti”, din aleyhine yoğun ve acımasız kovuşturmalar yapan Fransa lâikliği de “saldırgan lâiklik” olarak adlandırılıyordu.Fakat toplumdan gelen baskılar ve rahatsızlıklar yüzünden bu ihtilal laikliği fazla uzun sürmedi.Napolyon iktidara geldikten sonra politik amaçlarla 1802 yılında Papa ile konkordato imzalama yoluna gitti ve yeni bir anayasa hazırlattı. Bu anayasaya “Fransa’da çoğunluğun dini katoliktir” şeklinde bir madde konularak ihtilâl lâikliğinden geri adım attı. Daha sonraki dönemlerde laiklik konusunda Fransa’da da bütün dinlere karşı daha ılımlı, daha mutedil, daha anlayışlı, daha barışçı, din ve vicdan özgürlüğüne daha fazla önem veren bir laiklik anlayışı hakim olmaya başladı.
En basit şekliyle kilise ile devletin faaliyet alanlarının ayrılması ve kilisenin kontrolünde bulunan pek çok “devletsi” gücün (pouvoirs étatiques) elinden alınması şeklinde ortaya çıkan laiklik, tarihi ve siyasi realitelere bağlı olarak farklı ülkelerde farklı biçimlerde vücut bulmuştur. Bu kavramın tarihsel gelişimi içinde Katolik Avrupa ileAnglosakson Avrupa arasında da bir farklılık oluşmuştur. Katolik ülkeler laik, diğerleri seküler olarak adlandırılmışlardır. ‘Sekülarizm’ din ve devlet arasında daha yumuşak bir ayrışmayı ifade etmektedir.
İdeal bir laikliğin üç ana unsuru beraberce taşıması gerektiğine inanılır. Bunlardan birincisi din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına almak, ikincisi din konusunda her toplumda az veya çok bir çeşitliliğin olabileceği göz önünde bulundurularak din ve devletin, daha doğrusu dini kurumlarla (özellikle kiliseyle) devlet kurumlarının birbirinden ayrı olması, kilisenin devlete tahakküm etmemesi, devletin de dini serbest bırakması, üçüncüsü de azınlıkta da olsalar, çoğunlukta da olsalar, devletin mümkün mertebe bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede olmasıdır.
Laiklik toplum ve bireylerle ilgili değil, devletin düzeniyle ilgili bir kavramdır. Laiklik anlayışının temelinde, devletin düzeninin dine dayandırılmaması, devletin de hiçbir dine taraftar veya muhalif olmaması yatar. Laik bir devlette, devletin düzeni dine dayandırılamayacağı gibi, dinin bireysel ve toplumsal yaşamdaki etkilerine ve rolüne de karışılamaz. Toplum da bireyler de diledikleri kadar dindar veya dinsiz olabilirler. Toplumu oluşturan bireyler, isterlerse hayatlarının tümünü inandıkları dine göre tanzim edebilirler, tamamen “dine dayalı” bir yaşam sürebilirler veya isterlerse kendilerine tamamen “din-dışı” bir hayat kurabilirler. Her dinin mensupları bir araya gelerek kendi aralarında dini kurum ve kuruluşlar, cemaatler, dini hareketler oluşturabileceleri gibi ateistler de kendilerine göre sosyal ve toplumsal oluşumlar meydana getirebilirler. Laik devlet, dinin özgürce yaşanmasını engelleyemeyeceği gibi, vatandaşlarının dinlerini özgürce yaşamalarını temin edecek her türlü yardım ve desteği de vermekle, böylece din özgürlüğünü tam anlamıyla sağlamakla yükümlü ve zorunludur.
Fakat bizdeki uygulamada laiklik ilkesi bazı kesimlerce asli anlamından saptırılarak sadece devletin değil, toplumun ve bireylerin de dinden uzaklaştırılması, insanlara dinden uzak bir yaşam biçiminin dayatılması, hukukun yanında eğitimin de kültürün de dinden bağımsız olması şeklinde anlaşılmış, yorumlanmış ve uygulanmıştır.
Laik demokrasilerde değil, olsa olsa laik diktatörlüklerde görülebilecek bu tutum ister istemez dindar vatandaşlarla devlet ve devlet adamları arasında gerilimlere, çatışmalara, düşmanlıklara, travmalara neden olmuştur. Türkiye’deki bu yanlış ve gerçek anlamından saptırılmış laiklik uygulamasının, daha doğrusu yutturmacasının temelinde dinin bireysel ve toplumsal varlığını baskı altına almak ve dindarları devlet yönetiminden olabildiğince uzak tutmak amacının yattığı, açıkça ortaya konmayan, gizlenen bu amaç için laikliğin de bir kılıf olarak kullanıldığı yolunda toplumdaki kuşkular, hatta deliller bazı dönemlerde çok daha belirgin ve rahatsızlık verici hale gelmiştir.
Laiklik ilkesinin arkasına sığınarak dinle ve dindarlarla daha doğru İslamla ve Müslümanlarla uğraşan “laikçi”lerin bu tutum ve davranışlarının temelinde iç içe geçmiş felsefi, ideolojik ve sınıfsal değişik motivasyonların bulunduğu öne sürülmektedir. Laiklik ilkesini anlamından ve amacından saptırarak İslam karşıtı politika ve uygulamalara temel yapan kesimlerin düşünce ve davranışlarının pozitivizm ve materyalizm gibi artık geçerliliğini yitirmiş din karşıtı felsefelerden aşırı derecede etkilendiği, bu kesimlerin düşünce ve davranışlarının dinin ilerlemeye ve gelişmeye engel olduğu, modernleşmeyle birlikte artık ortadan kalkması gerektiği yönündeki “modernist dogma”lar tarafından esir alındığı, dolayısıyla artık sağlıklı düşünemedikleri ve davranamadıkları anlaşılmaktadır. Bu dogmalar Batı dünyasında çoktan sorgulanmış ve büyük ölçüde terk edilmiş olmasına rağmen bizdeki laikçilerin kültürel ve entelektüel birikimlerinin yetersizliği nedeniyle hala ondokuzuncu yüzyıl anlayışından ve kafasından kurtulamadıkları belirtilmektedir. Bu alandaki ikinci motivasyonun, ilki gibi felsefi değil sınıfsal ve ideolojik olduğu ve Türkiye’ye özgü sosyolojik bir durumdan kaynaklandığı iddia edilmektedir. Bizdeki laikçilerin genellikle kentli oldukları, dindarları ise taşra kökenli ve köylü görerek, itici buldukları, laikçilerin kendilerini birinci sınıf vatandaş, devletin ve milletin sahibi, yazılı olmayan pek çok ayrıcalıkların sahibi birinci sınıf vatandaş gördükleri, dindarları, köylüleri, taşralıları adamdan saymadıkları, kendi sahip oldukları bu ayrıcalıklı statü ve imkânları onlarla paylaşmak istemedikleri öne sürülmektedir. Kent soylu Beyaz Türk elitler diye tanımlanın laikçi kesimlerin kendi amaçlarına ve çıkarlarına hizmet etmediği zaman demokrasiden de kolayca vazgeçebildikleri, hatta lanetleyebildikleri, sahip oldukları oligarşik rantın, sosyal ve siyasi statünün ellerinden çıkıp gitmesine razı olmadıkları, her şeyi biz biliriz, biz kesip biçeriz havasında oldukları, ardından siyasal talepler de geleceği için toplumsal refahın tabana yayılmasından rahatsızlık duydukları, nefret ettikleri gibi tutum ve davranışlar da onların karakteristik özelliklerinden sayılmaktadır.
Türkiye’nin içinde bulunduğu laiklik konusundaki bu gerilimlerden kurtulabilmesi için, laiklik kavramın, kendisine yüklenen bu tür felsefi, ideolojik ve sınıfsal anlamlardan arındırılması, hiç olmazsa bütün dünyada olduğu gibi devletin dine karşı tarafsızlığı şekilde anlaşılması ve uygulanması gerekmektedir. Mevcut anayasanın 24. maddesinde, “kimse… dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz” hükmü yer almasına rağmen, Müslümanların sürekli kınandığı, “örümcek kafalılar” “sıkmabaşlılar”, “gericiler”, “yarasalar” gibi yaftalarla açıkça aşağılandığı, dinlerinden taviz vermeden hiç bir şey alamadıkları bir ülkenin gerçek anlamda laik olduğunu iddia edebilmek ve buna kimseyi inandırabilmek yirmibirinci yüzyılda herhalde pek mümkün olamayacaktır.
Az gelişmiş ülkelerde özellikle de Türkiye’de siyaset, asırlardan beri milletin, toplumun değerleri ile egemen iradelerin iktidarını sağlayan kurallar ve ilkeler arasında bir mücadele şekline büründürülmüştür. Egemen iradeler, sosyal devlet ve refah toplumu gibi Batılı ileri demokrasilerin, çağdaşlaşma ve modernleşmenin gerçek hedefi, ölçütü ve görüntüsü olan amaç ve ilkeleri hiç umursamazlarken, örneğin laiklik gibi amaçtan çok din, inanç, fikir ve düşünce özgürlüğünün araçları olan kavramlara kendilerince özel anlamlar ve işlevler de yükleyerek her amaç ve ilkenin önüne geçirirler. Gerçekte onlar için laiklik ilkesinin, bunu koruyup kollamanın anlamı, amacı ve işlevi Batı’da olduğu gibi din ve inanç özgürlüğünü garanti altına almak değil aksine milletin geniş kesimlerini ekonomik, sosyal ve siyasi haklardan mahrum etmek, kitlenin böyle haklar elde etmesini engellemek ve önlemek şeklinde uygulanmıştır.
Milletin diniyle, milli ve manevi değerleriyle kavgalı olan egemen güçler, insanlara dünyada rahat, huzurlu bir hayat sağlayamadıkları gibi, dinlerinden almadan onlara en ufak bir şey vermeyecek kadar İslam ve Müslüman düşmanlığı yapmaktan çekinmemişlerdir. Dinle, dindarlıkla, Müslümanlıkla ilişkilendirilebilecek her görüntü ve her uygulama hemen irtica, gericilik yaftasıyla yaftalanmış, devlet ve rejim için en büyük tehlike olarak görülmüş ve gösterilmiştir. Bu tür hastalıklı, sağlıksız yaklaşımları, tutum ve davranışları makul görmek, böyle bir ortamda taraflar arasında sağduyuya dayalı bir iletişim kurabilmek asla mümkün olamaz. Oysa dinlerini istedikleri gibi özgürce yaşayabilmek hiçbir devlet ve rejim için en ufak bir tehlike oluşturmayacağı gibi, aksine toplumsal huzur ve barışın da en büyük teminatıdır. Türk Milletinin Müslüman çoğunluğu ise asırlardan beri kendisi ve dini için, kendi öz devletinden himayeye mazhar olmayı değil, başka din ve inanç sahiplerine tanınan hak ve özgürlükleri, eşit şartlarda bir yarışı talep etmekte, fakat taleplerine egemen iradeler nezdinde olumlu karşılık bulamamaktadır.
Aslında insan, din, millet, kültür gibi kavramlar, metafizik yönleri ve ilişkileri çok güçlü olan kavramlardır. Bu ilişkileri yok saymak, insanları dinlerinden ve inançlarından koparmaya, dinlerini özgürce yaşamalarını engellemeye kalkışmak son derece acımasız, anlamsız, yararsız ve gereksiz çabalardır. Tarihte insanlığın dinsiz, inançsız olduğu bir dönem hiçbir zaman yaşanmamıştır. İnsanlar, toplumlar ve medeniyetler hep dinleriyle, inançlarıyla ve kültürleriyle var olmuşlar ve tanımlanmışlardır. Aslında mevcut dinlerden ve inançlardan herhangi birini reddetmek, hiç birini kabul etmemek de bir din ve inançtır. Din karşıtı, din düşmanı çabalar, milletle devlet, toplumla yöneticiler arasına soğukluk, kin ve düşmanlık sokmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bütün dünyada olduğu gibi, ülkemizde de siyaset artık bu niteliğinden, bu tür yanlışlarından kurtulmalıdır. Özellikle Türk Milletinin milli ve kültürel değerleri, milli kodları arasında dinin, özellikle de Müslümanlığın çok önemli bir yeri ve önemi vardır. Bu millet her zaman dinine karşı yapılan en ufak bir saldırıyı, aşağılamayı, engellemeyi ta can evinde hisseder ve buna karşı en şiddetli tepkiyi gösterir. Milleti dinsiz yapmak veya milletin dinini değiştirmek artık mümkün olamayacağına göre, egemen iradelerin dinle barışık, en azından dine karşı tarafsız, hiç olmazsa Batılı anlamda laik olmaları ve laikliği din, daha doğrusu İslam ve Müslüman düşmanlığı olarak değil, gerçek anlamda din ve vicdan özgürlüğü olarak anlamaları ve yorumlamaları şarttır.
Bizdeki ve ileri Batı ülkelerindeki uygulamaları karşılaştırmakla arada özellikle din ve vicdan özgürlüğü açısından çok büyük farklıklar olduğu daha net görülecektir. Bizde laiklik, devletin bütün din ve inançlara karşı son derece hoşgörülü, ancak sıra İslamiyete ve Müslümanlara gelince son derece katı ve acımasız bir nitelik kazanmıştır. İslamın ve İslami kuralların toplum hayatında görünürlüğü hemen irtica, gericilik, tehlike ve suç olarak nitelenmektedir. Laiklik ilkesinin bu şeklinde anlaşılması, uygulanması da sanki bütün modern ve çağdaş anlayışların ve anayasaların gereğiymiş gibi halka yutturulmaya çalışılmaktadır. Bu anlayış ve uygulamaların az veya çok asırlardan beri böyle devam ettiği de gözlenmektedir. Örneğin, Müslüman Türk halkı ilk ilan edildiği zaman Tanzimatın ne olduğunu, ne anlama geldiğini tam olarak anlayamamış, ancak uygulamaları gördükten sonra Tanzimatı şöyle tanımlamıştı: ‘Bundan sonra gâvura, gâvur denmeyecek!’
Din ve vicdan hürriyeti bütün ileri ve çağdaş ülkeler anayasalarının vazgeçilmez düzenlemeleri arasında olduğu halde, bizim egemenlerin iddia ettikleri ve millete yutturmaya çalıştıkları gibi laiklik ilkesinin dünyadaki devletlerin büyük çoğunluğunun anayasalarında adı bile geçmez. Hele bizdeki gibi katı ideolojik ve İslam karşıtı uygulama dünyanın hiçbir ülkesinde görülmez. Dünyadaki bütün ileri demokrasi ülkelerinin temel özelliği din ve vicdan özgürlüğüne en büyük değer ve önemi vermeleri, vatandaşlarına diledikleri dini özgürce kabul etme, inanma, din ve inançlarını dinlerini diledikleri gibi yaşama, uygulama ve her türlü araçlarla yayma hakkı tanımalarıdır.
Milletin ve milli iradenin bağlandığı en temel değer olan, sadece Türkiye’nin değil, demokrasinin de güvencesi olan Müslümanlığa karşı, uzun yıllardan beri devam edegelen çarpık bakış artık düzeltilmeli, neredeyse her resmi raporda dinimizin tehlike olarak gösterilmesinden, iktidar oyununun bir aracı durumuna düşürülmesinden artık vazgeçilmeli, yeni anayasanın din ve vicdan özgürlüğü ile hükümleri buna göre düzenlenmelidir.
DAHA SAĞLIKLI BİR LAİKLİK ANLAYIŞI
Türkiye’de gerek kamuoyunda, gerek bu konudaki literatürde, gerekse
anayasa hukuku doktrininde şu ya da bu şekilde laikliğin demokrasinin bir önkoşulu olduğu yolunda yaygın bir düşünce vardır. Bu düşünceye göre; bir devletin lâik olmadan demokratik olamayacağı, dolayısıyla Türkiye’de de demokrasinin yerleşebilmesi için öncelikle laikliğin yerleşmesi gerektiği öne sürülmektedir. Anayasa Mahkemesinin türbanla ilgili 7 Mart 1989 tarih ve K.1989/12 sayılı Kararında bile laikliğin demokrasiye geçişin aracı, Türkiye’nin yaşam felsefesi, demokrasinin önkoşulu olduğu belirtilmektedir. Fakat bu tür görüş ve kanaatlerin gerçeği ne kadar yansıttı çok şüphelidir. Örneğin, ne demokrasinin beşiği sayılan İngiltere, ne komşumuz Yunanistan, ne de İsrail laik bir ülkedir. İngiltere’de Anglikan Kilisesi ve Presbiteryan (Presbyterian) Kilisesi devlet kilisesi (Established Churches ) statüsündedir. Kral veya Kraliçe aynı zamanda Anglikan Kilisesinin başı kabul edildiğine göre din ve devlet kurumları arasında bir ayrılık da yoktur. İsrail Anayasası, Yahudiliği açıkça devlet dini olarak kabul eder, Yunanistan Anayasası Doğu Ortodoks Hıristiyanlığına üstünlük tanır ve onu özel olarak himaye eder. Lâik bir devlette, devletin resmî dini olamayacağına ve bütün dinler karşısında tarafsız olmasını gerektirdiğine, din ve devlet işlerinin, kurumlarının birbirinden tamamen ayrı olması gerektiğine göre, İngiltere’yi, İsrail’i ve Yunanistan’ı lâik devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. Oysa İngiltere, dünyamızın en eski demokrasilerinden biri, demokrasinin beşiği olarak kabul edilir. Hiç kimse de laik olmayan İsrail’in veya Yunanistan’ın demokratik bir ülke olmadığını veya Türkiye’nin bunlardan daha demokratik olduğunu iddia edemez. Günümüzde İngiltere’yi lâik bir devlet olarak kabul etmek mümkün değildir. O halde laikliğin demokrasinin vazgeçilmez şartı olduğunu iddia edebilmek nasıl mümkün olabilir? İşin doğrusu, laik olmak, mutlaka demokratik olmak anlamına gelmediği gibi, lâik olmamak da, demokrasiye engel teşkil etmez. Lâiklik ve demokrasi birbirinden farklı iki kavramdır. Ne birincisi ikincisini, ne de ikincisi birincisini gerektirir.
Dünya devletlerinin anayasalarında din ve devlet ilişkilerinin nasıl düzenlendiğini araştıran Prof. Dr. Servet Armağan, 1998 yılında yayınlanan bir makalesinde; dünya ülkelerinin çoğunluğunun lâik olmadığını, laikliğin modern anayasaların vazgeçilmez bir kuralı değil, bir istisna olduğunu ortaya koymuştur. Servet Armağan’ın tek tek incelediği 173 devletten sadece 21’inin anayasasında lâiklik ilkesine değişik şekillerde yer verilmiştir. Bunlar da Fransa ve eski sömürgeleri ile eski veya halen komünist (Angola) ülkeler, Hindistan Türkiye olarak sayılmaktadır. 1937 yılında yeryüzünde anayasasında laiklik ilkesine yer veren ülke sayısı Fransa ve Sovyetler Birliği olmak üzere sadece iki iken, Türkiye laiklik ilkesini anayasasına koyan üçüncü ülke olmuştur. Makalede, çoğu ülkelerde laiklikten devletin belirli bir dininin olmaması, herhangi bir dini veya kiliseyi himaye etmemesi anlaşılırken, Türkiye’nin laikliğinin hiçbir ülkenin laikliğine benzemediği de ifade edilmektedir. (Armağan, Servet, “Dünya Devletleri Anayasalarında Lâiklik Prensibinin Düzenlenişi”, Yeni Türkiye,Yıl 4, Sayı 22, Temmuz-Ağustos 1998, s.732-741).
Laiklik anlayışını benimsemiş ve bunu sistemlerine monte etmiş, tüm batılı ülkelerde laik olan kişiler değil, devlettir. Laik devlet, dini inançlara ve uygulamalara saygı gösteren, vatandaşları arasında dini farklılıklarından dolayı ayırım gözetmeyen, hangi dine mensup olursa olsun bütün vatandaşlarını eşit kabul eden, inandığı dini yaşamak isteyen herkese dinlerini özgürce yaşayabilmeleri için yardımcı olan, vatandaşlarının dinsel yaşam alanlarını koruyan, dindarların önüne yasaklar koymayan, din özgürlüğünü vazgeçilmez bir hak olarak garantileyen devlettir. Fakat bizdeki laiklik anlayışı ve uygulamaları dünyadaki laiklik uygulamalarına tamamen terstir.
Bir karşılaştırma yapacak olursak, dünyadaki hiçbir ileri, çağdaş, modern ve demokratik ülkenin laiklik anlayışı ve uygulamalarıyla Türkiye’ninkinin birbirine benzemediğini de görürüz. Dünyadaki hiçbir laik ülkede insanlarının kılık kıyafetleriyle uğraşılmaz, kız öğrenciler inançları gereği başlarını örttükleri için eğitim hakları ellerinden alınamaz, dini inançlarından veya kılık kıyafetlerinden dolayı hiç kimsenin eğitim, sosyal yaşam ve çalışma hayatlarına engeller ve yasaklar konamaz. Bizde ise bunlar lailkliğin bir gereğiymiş gibi yapılır, uygulanır ve savunulur. Alman Anayasası “Hiç kimse, cinsiyeti, soyu, ırkı, dili, yurdu ve kökeni, inancı, dini veya siyasi görüşleri dolayısıyla mağdur edilemez ve hiç kimseye imtiyaz tanınamaz“ şeklindeki 3. Maddenin III. Fıkrası ile din özgürlüğünü açıkça güvence altına almıştır. Benzer hükümler bizim anayasalarımızda da vardır ama uygulama tamamen ters yöndedir.
Laikliğin en katı uygulandığı Fransa’da Fransız pozitif hukukunun bir parçası olan 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinin başlangıcında: “Millî Meclis, Yüce Varlığın (Etre suprême ) huzurunda ve himayesinde aşağıdaki insan ve yurttaş haklarını tanır ve ilân eder” denilerek Tanrı’nın varlığı kabul edilmekte, dolayısıyla Fransız hukuk siteminde Tanrı’nın varlığı düşüncesi pozitif hukuka da girmiş olmaktadır. Almanya gibi ileri demokrasinin uygulandığı ülkelerde, siyasal partilerin adının önünde Hıristiyan Demokrat Parti, Hıristiyan Sosyal Birliği gibi dini tanımlamalar getirilebilmekte, bu durum hiç kimse tarafından yadırganmamakta, laikliğe veya sekularizme de aykırı bulunmamaktadır. 1946 tarihli Japonya Anayasası, 20. maddesiyle laiklik ilkesini açıkça kabul etmiş olmasına rağmen, onların laikliği de dini parti kurulmasına, hükûmette dinî partilerin de yer almasına bir engel teşkil etmemektedir. ABD de dünyada Anayasasında dini referanslar bulunmayan nadir ülkelerinden biridir. Buna rağmen üstelik de oldukça yakın bir dönemde 1 Dolarlık ABD banknotun üzerine “In God We Trust” (Biz Tanrıya güveniriz! ) ifadesi yazılmış, ABD’de hiç kimse böyle bir ifadenin, laik veya seküler bir devletin parasında yer alamayacağını iddia etmemiş, böyle bir şeye itiraz etmek hiç kimsenin aklına da gelmemiştir. Elbette ABD’de toplumunda da ateistler, Tanrı’ya inanmayanlar vardır. Fakat bu ifade herkes tarafından Amerikan toplumunun bir değer yargısı olarak kabul edilmiş, bu toplumsal mutabakata, bu değer yargısına katılmayanlar bile bunu saygıyla karşılayabilme olgunluğunu gösterebilmişlerdir. Başka laik ülkelerde çok normal sayılan, laiklik ilkesine de hiç aykırı sayılmayan, bizim ülkemizde bir bardak suda fırtınalar, kıyametler koparabilecek uygulamalar sayılamayacak kadar çoktur. Örneğin, Alman Anayasası:‘Din ve vicdan özgürlüğü ile din ve dünyevi inanç özgürlüğüne dokunulamaz.’şeklindeki 4. maddesiyle din ve vicdan özgürlüğünü, inanç hürriyetini kesin olarak güvence altına almıştır. Bu özgürlüğün boyutlarının nerelere kadar uzandığını anlayabilmek için yine Alman Anayasasının 140. ve 141. maddelerine bakmak yeter:‘Ordu mensuplarına, dini görevlerinin yerine getirmeleri için yeterli vakit ayrılır.Orduda, hastanelerde, cezaevlerinde ve diğer kamu kuruluşlarında ibadet ve maneviyat takviyesine gereksinme olduğu ölçüde, dini topluluklara, gerekli dini işlemlerin yapılması hususunda izin verilmelidir. Bu arada her türlü zorlamadan kaçınılmalıdır.’
Böyle bir düzenleme, bizim anayasamızda yer alsa herhalde yer yerinden oynardı. Kendilerinin, eş ve çocuklarının, hatta yakın akrabalarının dini inanç ve kanaatleri yüzünden binlerce insanın sorgusuz sualsiz ordudan atılması, işsiz güçsüz, mağdur bırakılması, en azından böyle bir kanaat oluşması ülkemizde kamu vicdanını çok yaralamıştır. Bu tür anlayış ve uygulamaların bizi daha çağdaş ve modern, daha demokratik ve ileri bir ülke yapmadığı ve yapamayacağı, laiklik konusunda, din, devlet, toplum ilişkilerinde daha özgürlükçü, daha çağdaş anlayış ve uygulamaların benimsenmesi gerektiği, yeni anayasanın bu konuda da yol gösterici olması gerektiği açıktır.
İnsanların din ve inanç konusunda kendi seçimlerini kendilerinin özgürce yapabilmesi, devletin de insanların bu seçimlerine saygı göstermesi, hiç kimsenin devlet gücünü kullanarak başkalarını inançlarından ve dinlerinden uzaklaştırmaya, kurtarmaya ve özgürleştirmeye kalkışmaması, dinlerini seçmeyi, inanmayı, inanmamayı, uygulamayı veya uygulamamayı tamamen onların kendi özgür iradelerine bırakması günümüzün en geniş kabul gören demokratik laiklik anlayışıdır. Laik ve demokratik bir devlette, bireylerden beklenebilecek şey de, onlardan dinlerini terk etmeleri değil, başka din ve inançtan olanlara da saygılı, toleranslı, tahammüllü, hoşgörülü olmaları, herkesin kendisini karşısındakinin yerine koyarak empati yapması, mümkün olan en yüksek ölçüde ve düzeyde herkese dinini, inancını istediği gibi yaşama özgürlüğü tanımasıdır. Bir arada huzur, barış ve güven içinde birlikte yaşayabilmenin formülü karşılıklı anlayış, tolerans, hoşgörü ve çoğulculuktadır. Ancak toplumun içinden çıkan ortak değerlerin, demokrasi ve çoğulculuğun en sağlam temeller olarak öne çıkarılmasıyla uygar, demokratik, çağdaş, özgür bir millet olunabilir. Bunda da anayasaların çok büyük rolü ve önemi vardır.
Günümüzün çağdaş, demokratik ve özgürlükçü anlayışlarıyla bağdaşabilecek bir laiklik, ancak daha fazla din ve inanç özgürlüğünün aracı olabilecek bir laikliktir. Öte yandan, baskıcı rejimlerin ve darbe tehditlerinin aracı haline getirilmiş,
toplumu ve bireyleri dinlerinden uzaklaştırmayı veya kurtarmayı amaç edinen, genellikle laikçilik olarak nitelendirilen ideolojik, otoriter ve militan bir laiklik anlayışını bugünün demokrasi anlayışı ile bağdaştırabilmek de, günümüz dünyasında savunabilmek de, uygulayabilmek de artık mümkün değildir. Yıllardır girmek için kapısında beklediğimiz Avrupa Birliği de zaman zaman jakoben bir laiklik anlayışı yerine demokratik bir laiklik anlayışından yana olduğunu açıkça ifade etmektedir. Otoriter ve ideolojik bir laiklik anlayışının artık Türkiye’de de miadını doldurduğu, son yıllarda bu kavram etrafında ortaya çıkan gerilimlerin, yaşanan çatışmaların, “hiçbir başarı şansı olmayan artçı dalgalar” olarak değerlendirilmesi gerektiği yerli ve yabancı pek çok ciddi bilim insanı tarafından dile getirilmektedir.
DAHA SİVİL VE DAHA DEMOKRATİK BİR ANAYASA
Silahlı kuvvetler ve ordu her devletin ve her milletin en güçlü, en önemli ve en gerekli kurumlarından biridir. Ancak her kurum gibi silahlı kuvvetlerin de görev ve sorumluluklarının çok iyi belirlenmesi, askerlerin sivil yönetime bağlılığının, devletin ve milletin verdiği güç ve imkânları devletine ve milletine karşı kullanmasını engelleyecek tedbirlerin en başından, en sıkı bir şekilde alınması gerekir. Aksi takdirde ellerinde silah ve güç bulunduranların bunu kendi çıkar ve menfaatlerine kullanmaları, devlete, millete ve ülkeye çok büyük zararlar verecek askeri darbeler, ihtilaller gibi bizim tarihimizde de dünya tarihinde de sayısız örnekleri görülen haksız, hukuksuz eylemler içerisine girmeleri, askeri yönetimler ve cunta idareleri kurmaya kalkışmaları her zaman mümkündür. Bu tehlike yalnız az gelişmiş ülkeler için değil, bütün dünya ülkeleri için de geçerlidir. Bırakılsa bütün dünya ülkelerinin silahlı kuvvetlerindeki komuta kademelerinde görevli olanların büyük çoğunluğu da bunu isteyebilir ve yapmaya kalkışabilir. Yani darbeciliğin Amerikan askerinin de, İngiliz askerinin de, Alman askerinin de, Fransız askerinin de doğasında olduğu, çünkü bunun doğal bir eğilim olduğu, bunun yasal ve anayasal düzenlemelerle, toplumda bunu dengeleyecek başka güçlerle önlenmesinin gerektiği dünyadaki genel bir kabuldür. Bu yüzdendir ki, dünyadaki ilk anayasalardan itibaren bütün anayasalarda askerin sivil otoriteye ve yönetime tam bağlılığını sağlayacak düzenlemelere ve hükümlere büyük önem verilmiş, anayasalar zaman içerisinde hep daha sivil, daha demokrat bir nitelik kazanmıştır.
Bugünün dünyasında, milletin irade ve vicdanını merkeze alan ve yönetime taşıyan rejimlere demokrasi adı veriliyor. Demokrasilerin en temel özelliği yöneticilerin seçimle işbaşına gelmesidir. Anti demokratik ülkelerde ise, iktidar sahipleri silahla belirlenir. Tarihe dönüp baktığımızda, diktatörlerin genellikle askerlerden çıktığını, sivillerden pek diktatör çıkmadığını görürüz. Halkın silahlarıyla silahlandırılanların silahlarını halka çevirmeleri demek olan her ihtilal, her darbe bütün dünyada gayrimeşru kabul edilir. Dolayısıyla ihtilallerin iyisi olmaz. En kötü sivil yönetim bile en iyi askeri diktatörlükten daha iyidir. Askeri darbe ve ihtilal asla bir görev gereği olamaz, olsa olsa görev sırasında işlenmiş bir suç olabilir. Ne yazık ki, ülkemizde de asırlardan beri askerler bir politika ve ideoloji aracı olarak kullanılmış, askeri yol ve yöntemlerle halka ideoloji aktarılmaya ve dayatılmaya çalışılmış, politikalar silahlandırılarak darbeler ve ihtilaller yapılmış, sun’i bir ihtilal kültürü oluşmuştur. Son iki anayasamız da askeri ihtilaller sonrasında, askeri cuntaların emriyle, yani paşalar tarafından hazırlatılmış, doğru dürüst hiç kimsenin içine sinmeyen bu anayasalara da milletimizin çoğunluğu tarafından “anayasa” gözüyle değil, “paşayasa” gözüyle bakılmıştır. Nitekim 1982 Anayasası’nın yürürlükte kaldığı son otuz yıllık dönem, bu anayasanın kriz yaratıcı potansiyeli yüzünden Türkiye’nin siyasi, hukuki ve kurumsal açıdan en sorunlu, en krizli, en istikrarsız yılları arasındaki yerini almıştır.
İnsanları devletin ve rejimin kulu, kölesi gören, toplumu da potansiyel suçlu kabul eden askeri anayasaların hükümran ve geçerli olduğu ülkelerde gerçek demokrasi olamaz. Olsa olsa ancak asgari ve göstermelik bir demokrasi olabilir. Dolayısıyla bu tür anayasaların daha kabul edildikleri gün eskimelerinden, demokratik gelişmenin önündeki en büyük engel ve set olarak kabul edilmelerinden daha doğal bir şey olamaz. Dünyanın en eski anayasası olan ABD Anayasasında yürürlükte olduğu 224 yıl içerisinde sadece 7 değişiklik yapılmışken, bizim anayasalarımızın sayısız değişikliklerle yamalı bohçaya dönmesi, yine de hiç kimsenin içine sinmemesi bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. Askeri dönem anayasaları demokrasiden çok derin devlet ve diktarörlük oluşumlarına imkân ve fırsat tanıyan anayasalardır. Halbuki diktatörlük ve baskı altında yönetilmek insan fıtratına aykırıdır. ‘Kamçından korkan ölümünü ister!’ atasözümüzde de ifadesini bulduğu gibi insanlar, diktatörlükle yönetilmek istemezler.
Demokrasi idarenin sivillerde olduğu bir yönetimin adıdır. Modern ve medeni devlet, askerin sivil otoriteye tabi olduğu devlettir. Dolayısıyla sivilleşme, demokrasinin ön şartıdır. Sivil toplum, çoğulculuk, rekabet, hürriyet, teşebbüs, denge ve denetime dayalı bir toplumdur. Demokrasiler, toplumun kendi kendisini düzeltebilmesine, ortak aklı ve sağduyuyu bulup uygulayabilmesine en uygun rejimler olarak kabul ediliyor. Demokrasilerden beklenen, halkın taleplerinin yönetime yansımasıdır. Demokrasiye gerçekten inanmış ülkeler, sorunlarını özgürlükleri kısarak ve kısıtlayarak değil, aksine daha da arttırarak ve halkın deşarj yollarını çoğaltarak çözmeye çalışırlar. Demokrasiye inanmayan ülkeler ise, özgürlükleri iyice kısıtlayıp ülkeyi bir hapishaneye çevirerek, halkın sesini keserek sorunları çözebileceklerini sanarlar. Fakat bu yolla sorunlarını çözebilmek yerine daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirirler.
Bütün demokratik ülkelerde olduğu gibi bizim demokrasimizin de en önemli sorunlarının başında askeri ve sivil bürokrasinin vesayetinden kurtarılması gelmektedir. Tarih boyunca bütün Türk devletlerinin özünü, temelini, çekirdeğini oluşturan geniş halk yığınları, karabudun (büyük bütün) ile iktidar gücünü daha sonradan türlü yollarla ellerine geçiren askeri ve sivil bürokratik kesim, yönetici seçkin sınıf arasındaki ilişkiler hiç de dostça ve olumlu olmamıştır. Milletin çoğunluğuna, karabudununa yabancılaşmış ve ayrı bir sınıf oluşturmuş devlet sırtından geçinmeci askeri ve sivil bürokrasi her zaman bu kesimleri iktidardan uzaklaştırmayı, ezmeyi, ötekileştirmeyi, baskı altında tutmayı öncelikli işi olarak görmüştür. Her konuda özellikle de dini ve siyasi konularda cahil bırakılan, geniş halk yığınları, millete yabancılaşmış asker ve sivil bürokratlar tarafından asırlar boyunca hep ötelenmiş, aşağılanmış, itilip kakılmış, bu konuda da alet olarak daha çok din kullanılmıştır. Örneğin özellikle Selçuklular döneminde Türkmenler dini konulardaki eksiklik ve kusurlarından, cahil bırakılmışlıklarından dolayı ‘etrâk-ı bidîn’ (dinsiz Türkler), ‘etrâk-ı bîidrâk’ (Anlayışsız, aptal, cahil Türkler) diye aşağılanıyorlar, yaftalanıyorlar, devlet gücüyle kırılıp geçiriliyorlar, tenkile tabi tutuluyorlardı. Asırlar sonra bu sefer de Batılılaşma adına devletin başındaki asker ve sivil bürokratlar tarafından Anadolu’nun mazlum, mağdur ve Müslüman Türk halkı dindar sayıldıkları için ‘gerici’, ‘mürteci’, ‘mutaassıp’ gibi yaftalarla suçlanıp, aşağılanmaya, dinlerini biraz daha iyi anlamak, öğrenmek ve yaşamak için en ufak bir talepleri, arzuları, kıpırdanışları yenileşme, çağdaşlaşma, moderleşme düşmanlığı, devrimlere karşı irticai ve gerici kalkışma, başkaldırı olarak nitelenmeye, mahkûm edilmeye, ötekileştirilmeye başlandı. Aslında hem güdülen amaç bakımından, hem de birbirine ters gibi görünen bu politikaları uygulayan her iki dönemin asker ve sivil bürokratları arasında özde ve temelde fazla bir fark yoktu. Eski dönem bürokratlarının halk ve millet düşmanlığının temelinde onların samimi dindarlıkları yatmadığı gibi, İslamiyetin hayata yansımasına, toplumsal görünürlüğüne hiçbir şekilde tahammül edemeyen, yeni dönem bürokratlarının İslam ve Müslüman düşmanlıkları da sadece bunların samimi dinsizliklerinden kaynaklanmıyordu. Dini sadece bir araçtı. Hepsinin halk ve millet düşmanlığının özünde ve temelinde yatan esas etken geniş halk yığınlarının yönetime ve iktidara ortak olmasını engellemekti.
Aslında bürokrasinin gerçekte samimiyetle bağlı olduğu bir ideolojisi, fikri, dini, imanı olmaz. Onlar yaşadıkları devirde ve dönemde çıkar ve menfaatleri neyi ve nasıl davranmayı gerektiriyorsa hep öyle davranırlar. Kimlik ve kişilik sahibi değillerdir. Onlar için kendi çıkar ve menfaatlerinden daha önemli hiç bir şey yoktur. En belirgin özellikleri de slogancı, yaftacı, iddiacı ve yaygaracı olmalarıdır. Sloganlı hayatlar genelde silik, özensiz, kimliksiz ve kişiliksiz olduğu gibi slogancılık da ödlekliktir. Slogancılar önce kendilerini nesneleştirirler. Onlar için birinci öncelikli konu güç, iktidar, şahsi ikbal, çıkar ve menfaattir. Kendilerine rakip gördükleri grupları, sınıfları saf dışı edebilmek için yeri ve zamanı geldiğinde her şey olabilirler, her kalıba girebilirler, her şeyi de yapabilirler. Bizde bürokrasi her zaman kurulu düzenin, resmi ideolojinin, hâkim rejimin gönüllü hizmetkârı ve bekçisi olmayı kendi şahsi çıkar ve menfaatleri açısından daha uygun görmüş, yeniliğe ve değişime sadece kendi çıkar ve menfaatleri elverdiği ölçüde imkân ve fırsat tanımıştır.
Bürokrasi her sistemden ve her sorundan beslenmeyi ve çıkar sağlamayı çok iyi becerir. Bu nedenle bizde siyaset ve bürokrasi asırlardan beri sorunları çözmeye değil, sorunlardan “nemalanma”ya odaklanmıştır. Bizim bürokrasimiz dışarıdan demokratik, özgürlükçü, vatansever görünse de gerçekte, demokrasinin de, halkın da, milletin de çok yabancısı ve yabanisidir. Beslendikleri ve nemalandıkları sistemin değiştirilmesi, ortadaki sorunların çözümü onların hiç işine gelmediği için, buna kolay kolay izin vermek istememişler, her zaman diktatoryal ve oligarşik anlayışlardan yana olmuşlardır.
Milyonlarca insanın rızkının kesilmesine neden olan yolsuzluklar, ulaşabildiği her mevki ve makamı, eline geçirdiği her yetkiyi köşe dönme aracı olarak kullanan, devletin en yüksek makamlarından zengin iş adamlarının, holdinglerin danışmanlığına ve iş takipçiliğine yönelen bürokratik ilişkilerin, halktan müstağni ve denetimden uzak fütursuzlukların düzeltilmesi ve önlenmesi gerektiği her aklı başında insanın derdi ve tasası olmalı, bunu önleyebilmek için her türlü çare ve tedbir aranmalıdır. Toplumu iyiye, doğruya, faydalıya sevk edecek, üretkenliği, çalışmayı, emeği yükselen değerler olarak kabul edecek ve ettirecek, bütün dünya için geçerliliği olan evrensel bir ahlak anlayışında milleti bir ve beraber kılacak, demokrasi, toplumsal uzlaşma, hukukun üstünlüğü ve adalet yolunda örnek alınacak adımlar atabilecek bir anayasaya acil ihtiyaç vardır. Yoksa şiddetin yol açtığı körleşme ile bir krizden diğerine, bir fetretten öbürüne doğru doğru koşar adım gitmek mukadderdir. Yeni anayasada hakikatin egemenliği, milletin iktidarı dışında hiçbir gücün sınırsız ve sorumsuz olmamasını sağlayacak düzenlemelere yer verilmelidir. Egemen iradelerin milletin hesabına aykırı hesaplarının bozulmasında anayasalar tek başlarına yeterli olmasalar da, hukukun üstünlüğünün, milli iradenin ve milli egemenliğin tesisinde, meşruiyetin, milletin yararlarının, çıkar ve menfaatlerinin öne çıkarılmasında, gözetilip önemsenmesinde, Türkiye’nin ve Türk Milletinin bekası açısından son derece önemli pek çok olumlu gelişmeye zemin hazırlanmasında anayasaların son derece önemli ve belirleyici rollerinin olduğu da unutulmamalıdır. Uğursuz emarelerini toplumun her sahasında görmekten huzursuz ve rahatsız olduğumuz yozlaşmanın, çürümenin ve bozulmanın önüne ancak halkın etkin denetimine imkan sağlayan, onay ve rızasını arayan düzenlemelerle ve bunların sebeplerinin ortadan kaldırılmasıyla geçilebilir. Hukuka, ahlaka ve insanlığa aykırı şekilde güç elde edenleri küçümseyen, bunlara itibar ve iltifat etmeyen, güvenmeyen, değerlerin egemenliğinden başka otorite tanımayan bir meşruiyet anlayışı her millet gibi Türk Milleti için de çok büyük önem taşımaktadır.
Bütün çağdaş ve ileri demokratik ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de artık ihtilal kültürünün yerini itidal kültürü almalı, bunun için de siviller tarafından ve sivil bir zihniyetle daha sivil, daha demokratik, daha çoğulcu yeni bir anayasa hazırlanmalıdır.
DAHA İYİ EĞİTİM VE KÜLTÜR
Bir insanın, bir ülkenin gelişmesi, kalkınması, yücelmesi, yükselmesi, bir üst sınıfa geçebilmesi için dört temel şeye ihtiyaç vardır. Bunlar yetenek, eğitim, geçmişin mirası, hepsinden önemlisi de çalışmaktır. Hem de verimli bir şekilde, ciddiyetle, himmetle ve gayretle çalışmaktır. Bizim insanımız dünyanın en yetenekli en kabiliyetli insanlarıdır. Ancak işlenmedikçe, doğru bir şekilde eğitilmedikçe, geliştirilmedikçe, çalışmadıkça yetenek hiçbir işe yaramaz.
İbn-i Haldun’un da belirttiği gibi, toplumlar ve milletler arasında fark doğuran en temel etken, eğitimlerinin ve mesleklerinin farklı olmasıdır.Çoğu gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi Türk Milletinin en büyük ve en temel sorunlarının başında da eğitim sorunu ve mesleksizlik gelmektedir. İnsanımıza başkaları karşısında eğilip bükülmekten, ezilip büzülmekten kurtaracak, ona sağlam bir kişilik ve karakter, doğru bir yön ve istikamet, parlak ve mutlu bir gelecek, hayatın her türlü şartlarına uyum sağlayabilme yeteneği kazandıracak, dik durmasını, kendisi olmasını ve kendisini gerçekleştirmesini sağlayacak iyi bir eğitim sistemine acilen ihtiyacımız vardır. Yeni anayasa bu konuda da yol gösterici olmalıdır.
Eğitim, kültür ve meslek, sadece bir geçim sağlama aracı değil, aynı zamanda insanın kendini ifade etme ve gerçekleştirme yolu ve aracıdır. Kendini gerçekleştirme ise, sağlıklı beden ve ruh sağlığının en önemli belirtisidir. Sevdiği bir işe ve mesleğe sahip olmak, insanın ömrünü sağlıklı ve uzun, kafasını rahat ve dinç yapar, böylelerinin özgüvenleri daha yüksek olur. Ağacı sevdiren aşı, insanı sevdiren işidir (mesleğidir). İşi, gücü, mesleği olmayanların başkalarının gözünde hiç bir itibarı ve değeri olamayacağı gibi özgüveni de olmaz. Her yerde geçerli iyi bir mesleği ve işi olanlar, ellerinde asla sönneyen bir hayat ışığı taşıyanlar gibi gelecekten, karanlıklardan, acılardan, felaketlerden korkmazlar.
Büyük devletler ve büyük milletler büyük kültürlerin ürünüdür. Kültür, milletlerin maddi ve manevi kazanımlarının tümünü, inanış, düşünüş, yaşayış ve değerlendirme tarzını ifade eder. Bir ülkede gelişmiş, ileri, ağır bir kültür, kültürel bir olgunluk oluşamamışsa o ülkede ağır sanayi de, siyasi olgunluk da olamaz. Yani ne kadar ağır kültür ve kültürel olgunluk varsa o kadar da ağır sanayi ve siyasi olgunluk olabilir. Bunlar dışarıdan, başkalarından ithal edilemez. Kendi kültürel değerlerini ihmal edenler, başka yabancıların daha değersiz değerlerine teslim olurlar. Eğitim, kültür ve sanat seviyesi, estetik duygusu, beğeni düzeyi gelişmemiş toplumlarda ne sanayi, ne ticaret gelişebilir, ne de huzur, güven ve barış ortamı oluşturulabilir. Kültür ve sanat alanındaki başarı ve üstünlükler, diğer alanlardaki başarı ve üstünlüklerin başlatıcısı ve ön koşuludur. Bu alanda başarı sağlanmadan, başka alanlarda kalıcı ve üstün başarılar elde edilebilmesi mümkün değildir. Nitekim batıda dünün geri toplumundan, bugünün ileri sanayi ve bilgi toplumuna geçiş, kültür ve sanat alanında yeniden doğuşu ifade eden Rönesans hareketiyle mümkün olabilmiştir. Milletler, kendi öz benliklerinin dışarıya yansıması niteliğindeki özgün, üstün ve değerli sanat eserleri meydana getirmeden, özgün bir kültürel yapı ve doku oluşturmadan gerçek anlamda ne millet olabilirler, ne de insanlığın ortak medeniyetine bir katkıda bulunabilirler. Kültür ve sanat alanında yakalanacak daha üstün seviyeler, diğer tüm alanların toplam kalitesini de etkileyecek ve yükseltecektir. Kültür ve sanat alanındaki zaaflar ise, başka hiçbir alandaki üstünlükle giderilemez. İçinde bulunduğumuz zaman diliminde de Türk milletinin milletler camiasındaki saygınlığının ve etkinliğinin artması için, kültür ve sanatın öneminin toplumun bütün kesimlerince en iyi şekilde anlaşılıp algılanmalı, benimsenmeli, gereği de en etkin bir şekilde yerine getirilmeli, Türk kültür ve sanatının geliştirilmesi çabalarına daha fazla hız ve önem verilmelidir. Bunun için de Türk Milletini ayağa kaldıracak, onu iyi, güzel, doğru, yararlı ve büyük hedeflere yöneltecek, ona güç, kuvvet, dinamizm, ruh ve mana kazandıracak ciddi bir kalkınma, gelişme, yeniden diriliş ve şahlanış hareketine, kısaca bir ‘Türk Rönesans’ı hareketinin daha fazla geciktirilmeden acilen başlatılmasına ihtiyaç vardır.
Eğitim sorunu, özellikle toplumun bir bütün halinde eğitilmesi, daha üstün bir kitlesel eğitim düzeyine ulaşılabilmesi gereğidir. Sadece daha fazla doktor, mühendis, teknisyen, ustabaşı vs yetiştirmekle iş bitmiyor, sokaktaki vatandaşıyla ‘basit halk’ yığınlarıyla bütün toplumun da içinde yüzdüğü kültürel iptidailiklerden, geriliklerden çekip çıkarılması, onun modern bir toplumun sağlıklı ve işler bir uzvu haline getirilmesi, insani potansiyelinin ve topluma katkısının ortaya ve en üst düzeye çıkarılması gerekiyordu. Aslında bunu bugünün ileri batı toplumları ve Amerika’sı bile tam anlamıyla yerine getirebilmiş değildir (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 343-348).
İKTİSADİ VE SOSYAL KALKINMA
Türk Milletinin en önemli özelliklerinden biri, paylaşımcı ve dayanışmacı bir toplum olmasıdır. Paylaşımcılık, dayanışma huzur, barış, güven ve istikrarı, yağmacılık ise savaşı doğurur. Toplumsal barış ve istikrarın temeli, yağmacı değil, paylaşımcı bir ekonomik düzen kurabilmekten geçer. “Kârlar cebe, zararlar toplumun sırtına” (profits privatized, losses socialized) şeklinde ifade edilen bencil, acımasız ve vahşi Kapitalizm bizim milletimizin özüyle, diniyle, inancıyla, kültürü ve töresiyle de, çağdaş insani değerlerle ve gelişmelerle de bağdaşmaz.
Günümüz dünyası da artık ekonomik değerlerle, insani değerlerin atbaşı gittiği bir yüzyıla girmiştir. Gelir dağılımı ve paylaşımda adaletin sağlanamadığı ülkelerde huzur, barış ve istikrar değil, ancak anarşi ve kaos hakim olabilir. Ekonomik bozuklukların ve gelir dağılımı adaletsizliklerinin neden olduğu hoşnutsuzluklar, huzursuzluklar, anarşi ve kargaşa devlet gücüyle, askeri ve polisiye asayiş tedbirleriyle çözülemez. Bu yüzden yeni anayasadan en önemli beklentilerden biri daha iyi, daha adil bir ekonomik düzen kurulmasına, asırların birikimiyle devâsâ boyutlara ulaşmış maddi ve manevi dertlerimize, sorunlarımıza, sosyal problemlerimize çareler ve çözümler üretilmesine en azından olumlu katkılarda bulunmasıdır.
Oldukça yaygın bir ‘klişe’ kabule göre, Osmanlı İmparatorluğunda Batı’nın orta sınıfına tekabül eden bir sınıfın bulunmadığı, Osmanlı Türklerinin cengâverlik ve devlet idaresiyle ilgili işlerden başka faaliyet sahasını kendilerine layık görmedikleri, sanayi ve ticaretin tamamiyle Hıristiyan ve Musevi azınlığa terk edildiği iddiasıdır. Aslında olay çok daha karmaşık ve ciddi tarihçilerin ve sosyologların incelemek için el atmalarını ve neşter vurmalarını beklemektedir. Fakat işin gerçeği, 18. ve 19. yüzyıla kadar Osmanlı İmparatorluğunda sanayi ve ticaretle uğraşan çok önemli bir Müslüman orta sınıfın varlığıdır. Osmanlı Devletinin bu kadar büyük iç ve dış etkenlere rağmen, tarihçileri bile hayrete düşüren olağanüstü direnme gücünün dayanağı belki de bu orta sınıftır. Devletin yıkılma sürecini hızlandıran önemli unsurların başında bu orta sınıfın zayıflaması ve nihayet ortadan kalkması gelmektedir. Bu orta sınıf da maalesef bizim Batılılaşma sevdamıza kurban gitmiştir.
1830’larda değişik Avrupa devletlerinden özellikle İngiltere’den ithal edilen malların Türkiye’ye daha kolay girişini sağlamak amacıyla yapılan ticari antlaşmalar, Türk mallarının, sanayicilerinin ve üreticilerinin korunmaması yüzünden bu sınıfı o zamana kadar ayakta tutan imkânlar kısa zamanda Avrupalıların eline geçmiştir. Ziya Paşa, Hürriyet gazetesine yazmış olduğu bir makalede, 1830’larda Galata ve Beyoğlu’nda ticarethanelerin büyük çoğunluğu Müslüman Türklerin elindeyken 1860 yıllarına kadar bunların neredeyse tamamının Rumların eline geçtiğinden dert yanar ve bu tarihi gelişmeyi şöyle anlatır: ‘Ticaretin Avrupalıların eline geçmesi bu mesleğe olan rağbeti azaltmıştır. Sonuçta Müslüman tüccarlar çocuklarını artık tüccar olarak değil de, memur ve kâtip olarak yetiştirmeye yönelmişlerdir. Birden bire artan kâtiplerin hiç olmazsa bir kısmına iş temin edebilmek kaygısıyla devlet memur kadrosunu genişletmiştir. Fakat bu yeni imkânların temini vergilerin artırılması pahasına olmuştur. Artık köylüye eskisine nazaran daha ağır külfetler yüklenmektedir. Bu külfetler, ziraatı elverişsiz bir hale getirdiğinden köylü mahsul ekmemiş ve devletin en büyük gelir kaynağı gittikçe kurumuştur. Nihayet devlet, daha fazla dış borç alarak bütçe açığını kapamaya çalışmak zorunda kalmıştır. Bu arada orta sınıfın çöküşü ve yıkımı da devam etmektedir. Eski gümüş divitler gibi babadan kalma değerli eşyaları satmakla geçim sıkıntılarına ve zorluklara dayanmaya çalışan İstanbullu orta sınıf ortadan kalkmaya yüz tutmuş, bu da imparatorluğu şimdiye kadar benzeri görülmemiş başarısızlıklara sürüklemektedir’ (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 338-339).
Osmanlı Devleti’ni idare edilemez, sorunları içinden çıkılamaz hale getiren ve her gün artan keşmekeşlerin ana sebepleri; bozulan sistemlerin yerine daha iyilerinin kurulamaması, dürüst ve işini tam anlamıyla bilen memur kıtlığı, orta eleman yokluğu, orta sınıf toplum tabakasının çöküşüdür. Tüccar ailelerin gerilemesi ve yıkılmasıyla geniş bir memur tabakası oluşmuş, anne babalar evlatlarını üretici ve tüccar olarak yetiştirmek yerine memur, kâtip, kalem efendisi olarak yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Devletin Birinci Dünya Savaşı’na iştirakinin ardından ortaya çıkan şiddetli enflasyon en çok bu sınıfı perişan etmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla eski memur kadrolarının önemli bir kısmı Türkiye Cumhuriyetinin de memur kadrolarını oluşturmuştur. Modern Türkiye Cumhuriyetini yaratma işi bu yeni memur tabakasına emanet edilmiş, inkılâplar bu sınıfa dayandırılmıştır (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 340-341).
Osmanlı Devleti’nin gerileme dönemlerinden itibaren Batılılaşma akımıyla beraber iş hayatıyla ilgili olarak yapılan uygulamalar ve prensipler, mütevazi, çalışkan, üretken iş adamları yaratacağı yerde, tek bir vurgunla zengin olmaya çalışan, sadece voleyi vurup köşeyi dönmeyi amaç edinen ticari avantüryeyi yaratmıştır. Bu süreç halen günümüzde de devam etmektedir. Yeni anayasanın yol göstericiliğinde ekonomide de artık bu yanlış gidişattan vazgeçilmeli, makul, mantıklı, herkesin yararına ve menfaatine olacak, bize yakışacak, dinimize, örfümüze, adetlerimize, törelerimize uygun yeni bir anlayış geliştirilmeli, sağlam ve doğru bir sistem ve yapı kurulmalıdır.
Sınırları belli ülke birliğine ve toprak bütünlüğüne dayalı modern milliyetçilik anlayışı Türkiye’de Yeni Osmanlılarla başlamıştı. Onların bu yoldaki bütün çabaları iki önemli noktada yenilgiye uğradı. Birincisi, azınlıklar artık Osmanlı İmparatorluğunu kendi ‘vatan’ları ve kendi ‘ülke’leri saymıyorlardı. İkinci yenilgiyle de taşrada karşılaştılar. Kentli Osmanlı kültürünün dışında kalan ve toplumun en büyük bölümünü oluşturan geniş halk kesimleri, çok uzun zamandan beri zaten küskün olduğu merkezden gelen bu fikri hiçbir zaman benimsememiştir. Bunun esas nedeni de modern bir hüviyete büründüğünü düşünen devletlûların, adam yerine koymadıkları köylünün ayağına gitmek için yeterli çaba ve gayreti göstermemesidir. Bu nedenle taşra da, kendi içine kapanık, merkeze küskün bir hayat yaşamayı kendi anane ve müesseselerine daha sıkı sarılmayı, fikrini, görüşünü, ufkunu genişletmeye tercih etmiştir. Batı’nın maddi imkânlarına ve refahına erişemeyen, mevcut uygulamalarla erişebilmesi de zaten mümkün olmayan, iyice aristokratlaşmış merkezi bürokrasinin tahakkümü ve sultası altında ezim ezim ezildiklerini, kendi öz yöneticileri tarafından adam yerine konmadıklarını hisseden, hissetmekten de öte her gün yaşayan sıradan ve küçük insanların asırlardan beri kendilerini güvende hissedebildikleri tek sığınak ve dayanakları onların dinleri, imanları ve kimlikleri olmuştur. Özellikle tek parti yönetimi sırasında, bunların da saldırıya uğradığını düşündürecek gelişmelerle ve uygulamalarla karşılaşılması halkta çok büyük güven bunalımına ve travmalara neden olmuştur. (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 355)
19. yüzyılın sonları, bütün dünyada milli devlet anlayışının zirve yaptığı yıllardı. Modern devlet, bürokrasisi, ordusu, milli eğitim sistemi, mahkemeleri, polisi, jandarması, ulaşım ve iletişim imkânları, türlü devlet kurumları ve binalarıyla yöresel ve kültürel özellikler taşıyan başka toplumsal yapıları, cemaatleri, grupları gölgeleyen, bir kısmını da ortadan kaldıran bir büyüklüğe ve cesamete ulaşmıştı. O zamanlar devlet kurumlarından başka diğer kurumların tamamen ortadan kalkacağı, bunların yerini ‘saat gibi çalışan’ tek düze bir mekanizmanın alacağı bu gelişmenin de medeniyetin bir gereği olduğu düşünülüyordu. Medeniyetin, daha çok uyum, mahalli örf ve adetlerin traş edildiği, farklılıkların ortadan kaldırıldığı daha tek tip bir devlet yapısı gerektirdiğine inanılıyordu. Nitekim Amerikalılar, ‘Bizim “business”imiz bir bebeğin gözyaşları kadar seffaftır!’ diye tüm dünyaya karşı sistemlerinin netliği, mükemmelliği, oturmuşluğu, yerleşmişliği, ihtiyaçlara cevap verebilir olması, herkes tarafından iyi bilinip, uygulanması, hukuki normlarının ve kanunlarının en üst kalite, memurlarının iyi yetişmiş, profesyonel ve satın alınamaz olması ile övünüyorlardı. Amerikalıların kendi sistemleri övündükleri kadar mükemmel olmasa bile başka ülkelerle kıyaslandığında pek de kötü sayılmazdı. Dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu, iyi işleyen, doğru dürüst bir sistem kuramadıkları gibi, iyi eğitilmiş, iyi yetiştirilmiş, kaliteli ve nitelikli insan gücünden de mahrumdular. İyi insanlarla kötü bir sistem bile çalıştırabilse de, kalitesiz, niteliksiz, kötü insanlarla en iyi sistemin bile çalıştırılması mümkün olamazdı.
Dünyadaki gelişmelerden etkilenen Osmanlı Devleti, Fransız idare mekanizmasını kendine mal etmek istedi. Sultan Abdülhamit döneminde alt yapısı ana hatlarıyla iyice ortaya çıkan bu sistem, Cumhuriyet dönemi kurum ve kuruluşlarının da temelini oluşturdu ve onları biçimlendirdi. Türkiye’de de artık Batı bürokratik mekanizmasını andıran bir örgütler bütünü belirdi. Türkiye’yi eskisinden daha geniş kapsamlı ve farklı bir bürokratik askeri elit yönetmeye başladı. Bunun yanında devlet mitosu daha da güçlendirildi. Devlet, kamu gibi imgeler, kendine özgü saygı ve korku yaratmaya yönelik semboller olarak Cumhuriyetin yönetim sisteminde yer aldı. Ancak hizmet yerine hizmet binaları yapmak, Anadolunun ücra köşelerine ve köylerine kadar götürebildiği hizmetleriyle tanınan, sevilen, benimsenen işlevsel bir devlet anlayışı yerine, semboller ve güç kullanarak, baskı, korku, yıldırmayla ve cüssesinin büyüklüğüyle zihinlerde iz bırakan, gücünü halka ispat edebilen ve benimsetebilen bir devlet anlayışı benimsendi.
Akla gelen her iş ve her sorun için veya onlar adına bir kurum ve kuruluş oluşturulmasının, birtakım görkemli ve dev binalar dikilmesinin her sorunu çözebileceği düşünüldü. Görkemlilik ütopyasının aldatıcılığına kolayca kanıldı. Hala ülkemizde sağıyla, soluyla bu görkeme ve görkemliliğe tapma alışkanlığı sürüp gitmektedir. Fakat bu görkemli yapıların, kurum ve kuruluşların beraberinde millete ve topluma ne gibi yükler ve fedakârlıklar getireceğini kimse hesap etmiyor. Gelecek nesilleri değil, gelecek seçimleri düşünen politikacılar ve siyasi partiler, bunları daha fazla eleman istihdamı böylece oy avcılığı için yeni bir fırsat olarak görüyorlar. Millete doğru dürüst hiçbir artı değer katmayan, Nasreddin Hoca’nın filleri gibi hiçbir şey üretmeyen, hep tüketen, hep yiyip bitiren, ya da verdiğinden kat kat fazlasını alan mevcut yapıların ve kurumların nasıl çağdaş ve verimli bir hale getirilebileceği üzerinde yeterince, durulmadı, durulmuyor (Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2003, s. 356).
Sadece belli kesimleri dikkate alan yanlış iktisadi politikalardan vazgeçilmesini, milletin tamamını mutlu ve müreffeh kılmayı, zenginliği tabana yaymayı, adil nimet külfet dengesi ve paylaşımı gerçekleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasayı milletimiz özlemle beklemektedir.
YABANCILAŞMA SORUNUMUZA ÇÖZÜM
Türk Milleti yabancılaşma sorunundan çok çekmiş bir millettir. Yabancılaşma sorunu sadece anayasalara maddeler konularak çözülebilecek basit bir sorun olmasa da, millet yine de yeni anayasanın hiç olmazsa buna zemin hazırlayabilecek ve çözüme katkı sağlayabilecek bir anayasa olmasını beklemekte ve ummaktadır.
Yabancılaşma sorunu, sosyal bilimlerin de en ciddi inceleme ve araştırma konularındandır. Bilim adamları bir yandan bunun kavramsal çerçevesini belirlemeye, yabancılaşmanın ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu bütün boyutlarıyla ortaya koymaya çalışırken, bir yandan da yabancılaşma olgusunu fert ve toplum bazında değişik boyutlarıyla ölçebilecek uygun ölçüm araçları ve teknikleri geliştirmeye çalışmaktadır.
Seeman, “Yabancılaşma” kavramının beş boyutu olduğunu söylüyor: 1) Güçsüzlük, 2) Normsuzluk, 3) Anlamsızlık, 4) Sosyal soyutlanma (izolasyon) ve 5) Kendine yabancılaşma… Her bir boyutun da kendi içinde daha alt boyutlara ayrılabileceği, örneğin, güçsüzlük boyutunun siyasi, sosyal ve ekonomik yönlerinin de olduğu, bunların ayrı ayrı ele alınması gerektiği belirtiliyor. Bundan sonraki adım, “yabancılaşma”nın her bir boyutuyla ilgili uygun ölçüm araçları ve teknikleri geliştirilmesidir. Her bir boyutu temsil eden ölçüm aracının hangi sorulardan oluşacağı, deneklere ne tür ve kaçar soru sorulabileceği gibi hususlar çalışmanın niteliğine göre değişecektir. (Seeman, M. (1959) On the Meaning of Alienation. American Sosyological Review 24: 783-791; Carmines&Zeller, 1979, s. 22). Carmines, E. G., & Zeller, R. A. (1979) Reliabilitiy and Validity Assessment (Vol. 17) Beverly Hills, London: Sage Publications).
Yabancılaşma olgusunun modern bilimin de konularından biri olduğuna, bilim adamları tarafından yabancılaşmanın boyutları ortaya konarak, bunun ölçülebilir bir olgu olduğuna değindikten sonra, bu boyutlar ve ölçüler çerçevesinde karşımıza koyacağımız bir yabancılaşma ölçüm aynasında biz de fert ve toplum olarak şöyle bir kendimize bakabiliriz. Göreceğimiz şey büyük bir ihtimalle ister istemez fert ve toplum olarak bütün yönleriyle yabancılaştığımızı görmek ve kabul etmek olacaktır. Aslında bunu görebilmek ve anlayabilmek için öyle derinlemesine bilimsel çalışmalara da gerek yoktur. Çok basit, yüzeysel bir bakış ve değerlendirme bile bunu bize anlatmaya yeter. Örneğin bizim yıllardır kapısında bekletildiğimiz bir Avrupa Birliği maceramız var. Bazı ilim, fikir ve siyaset adamlarımızın bizim bu birliğe mutlaka girmememiz gerektiğini ısrarla savunuyorlar. Peki hangi gerekçelerle? Bu seçkinlerimiz diyorlar ki: ‘Efendim! Biz, Avrupa Birliğine mutlaka girmeliyiz! Çünkü biz kendimiz hiçbir alanda norm oluşturamıyoruz, standart geliştiremiyoruz, sistem kuramıyoruz. En iyisi bari Avrupa Birliğine girelim de onların hazır normlarını, standartlarını, nizamlarını, sistemlerini, düzenlerini alalım!’ Bu gerekçelerden siz de burnunuzunu direğini sızlatacak kadar kötü yabancılaşma kokuları almıyor musunuz? Bir kere Türk Milletinin norm ve standart oluşturamayan, geliştiremeyen, nizam, sistem, düzen kuramayan bir millet olduğu iddiası asla doğru bir iddia değildir. Binlerce yıllık Türk tarihi bunu yalanlar. Üstelik daha Selçuklular döneminde Ahi Teşkilatları vasıtasıyla dünyada belli üretim dallarında ilk standartları belirleyenler ve geliştirenler de Türkler olmuştur. Dolayısıyla bu iddialar, bir yönüyle bu millete yapılmış en haksız iftiralardan, bühtanlardan biridir. Ancak bugünümüze, bugünkü halimize bakarak bu iddiaların bir dereceye kadar geçerli olduğu ortadadır. Fakat bundan da daha önemli olanı, bu iddiaların bizdeki yabancılaşma olgusunu değişik yönleriyle hem dillendirenler, hem de toplumumuz açısından en açık ve kesin bir şekilde ortaya koymasıdır. Milletimiz, toplumumuz, aydınlarımız, insanlarımız ne yazık ki bugün bütün unsurlarıyla ve boyutlarıyla yabancılaşma olgusunun ve sorununun içinde bocalamaktadır.
Her insan, yaşadığı toplumda kendisini en iyi hissedebileceği, kendini kanıtlayabileceği, varlığını gerçekleştirebileceği, daha mutlu ve daha huzurlu olabileceği, ötekileşip yabancılaşmayacağı bir denge durumunun arayışı içindedir. Toplumsal sorunlar ancak iyi bir toplumsal dengenin ve düzenin sağlanmasıyla çözülebilir. Toplumsal barış, huzur ve denge ancak belli bir toplumda, belli toplumsal koşullarda insanların kendilerini gerçek ihtiyaç ve isteklerinin karşılanabildiğini hissettikleri, belli bir anlayış ve bilinçlenme ile mutlu olabildikleri ölçüde sağlanabilir. Diğer insanlarla arasında insanca yaşama koşulları, herkesin yaşadığı somut koşullar altında gerçek ihtiyaçlarını karşılayabilme bakımından bir kopma bir zıddiyet söz konusu olduğunda yabancılaşma başlar.
Mevcut koşulların insanın ihtiyaçlarını karşılayamaması, onu içinde yaşadığı topluma, hatta kendi özüne yabancılaştırır. Toplumda bir kenara itilip yok sayılan yabancılaşmış insanlar, eksik ve olumsuz olarak değişik yaşarlar, gelişmemişlerdir, toplumsal çevreleriyle sürekli yaratıcı bir sentez kuramazlar. Zenginliklerinden, olanaklarından yararlanamadıkları, fırsatlarını değerlendiremedikleri, zamanın ve toplumun içinde yaşamıyormuş gibi yaşamak zorunda kalırlar, iyice içlerine kapanırlar. Kendi fikir ve düşünceleriyle, kimlik ve kişilikleriyle, kendi varlıklarını ortaya koyabilecek olumlu eserler ve davranışlar ortaya koyamadıkları için yani yapıcılıkları, yaratıcılıkları olmadığı için yıkıcı ve tahrip edici olurlar. Özgüvenleri olmadığı için, başka birine veya başka bir şeye, başka bir güce, çoğu zaman da yanlış şeylere ve onların bu durumlarından yararlanmak isteyen düşmanlarına başvurma, güvenme ve dayanma zorunluluğu hissederler. Bir yandan topluma zıt ve düşman, yabancı fikir ve düşünce akımları bunları çok daha kolay etkisi ve kuşatması altına alır, daha da saldırganlaştırır, bir yandan da atadan dededen kalma davranışları taklitçi bir şekilde yaşayıp yeniden üretirler. Kendilerini çevreleyen dünyada olan bitenleri doğru dürüst kavrayamadıkları için, sürekli değişen gerçekliklerle gitgide daha az çakışıp örtüşen, tedavülden kalkmış düşünce şemalarıyla düşünür hale gelirler.
Toplumu bir arada ve ayakta tutan, ona kimlik ve kişilik kazandıran, toplumsal dengeyi sağlayan yapının, düzenin bozulması, halkın genel ve temel tercihlerinin dikkate alınmaması, toplumu bir arada tutan ortak değerler sisteminin altüst olması toplumda değişik biçimlerde yabancılaşmaları, yozlaşmaları çürümeleri, çıkar çatışmalarını ve akla hayale gelmedik çatışma biçimlerini gündeme getirir. Geri kalmışlık bir yabancılaşmadır. İşsizlik bir yabancılaşmadır. İnsanın inandığı gibi yaşayamaması bir yabancılaşmadır. İnsana kendisini değersiz ve önemsiz hissettiren eğitimsizlik, mesleksizlik bir yabancılaşmadır. Bir insanın ilgi duyduğu, kabiliyetli olduğu alanda değil de, hiç ilgi duymadığı sevmediği dalda eğitim görmesi, hiç benimsemediği, yapmak istemediği bir mesleği öğrenmesi, böylece yeteneklerinin heder olması da bir yabancılaşmadır.
Toplumdaki doğal düzenin bozulması, yöneten irade ile yönetilen iradelerin birbirlerine rakip veya düşman olmaları, toplumda milli iradenin değil, başka egemen güçlerin iradelerinin hakim olması, devleti ve milleti yönetme gücünü ve iktidarını ellerinde bulunanlarla milletin aynı inançları, aynı ülkü ve değerleri paylaşmamaları, yöneticilerin halkla birleşip bütünleşememesi, yönetenlerle yönetilenlerin çıkar ve menfaatlerinin aynı olmaması, aynı şeylerden zevk ve haz alamaz, mutlu olamaz hale gelmeleri, milletin büyük çoğunluğunun cahil, yoksul, eğitimsiz, mesleksiz, işsiz güçsüz, aç ve sefil bırakılması yabancılaşmanın değişik görüntülerinden başka bir şey değildir. Bireyleri eğitmeden, öğretmeden, yetiştirmeden, geliştirmeden, kalkındırmadan, yüceltmeden, toplumu ve milleti geliştirip, güçlendirmenin, kalkındırmanın yüceltmenin, toplumu esir alıp uçurumun kenarına sürükleyecek yabancılaşmaların önüne geçilemez. Gelişmiş bir milletin ve toplumun gelişmiş bireyler toplamından ibaret olduğu, gelişmiş bir bireyin de ancak gelişmiş bir milletin ve toplumun ürünü olabileceği şüphe duyulamayacak bir gerçektir. Toplumsal doğal denge ancak bu şekilde sağlanabilir, yıkıcı yabancılaşmaların önüne ancak bu şekilde geçilebilir.
Milleti ve devleti yönetme gücünün, görev ve sorumlulukların çok özel nitelikleri olan, alanlarında çok iyi yetişmiş, ehliyetli, liyakatli, dirayetli bireyler ve gruplarca üstlenilmesi o millet ve devlet için en büyük talihtir. Böyle önder ve lider kişilikli, ideal ve idealist kimseler, asla hasis emellerin ve kişisel hırsların esiri olmazlar. Böyleleri yalnızca herkesi büyük, yüce ve yüksek idealler, amaçlar peşinde koşarlar. Aşkın değerleri alabildiğine yüceltirler, millete sıradan değerlerin üstünde ulaşılmaya değer çok daha başka, çok daha üstün hedefler, emeller, idealler bulunduğunu göstermeye çalışırlar. Bu hedeflere tam olarak ulaşılamasa, gerçekleştirilemese de bunların toplumun ve milletin bir ve beraber hale getirilmesinde, aynı düzlemde buluşturulabilmesinde, her türlü yabancılaşmaların önüne geçilmesinde çok büyük rolü ve önemi vardır. Dolayısıyla bu yöndeki çaba ve gayretlerden asla vazgeçilmemeli, özellikle millete önderlik ve liderlik edenler, bu yoldaki güçlüklerin, zorlukların ve yüklerin en ağırlarının altına kendileri girerek, görev ve sorumlulukların en ağırını kendileri üstlenerek, fedakârlıkların en büyüğünü kendileri yaparak başkalarına da örnek olmalı, başkalarına oranla kendilerinden daha çok şeyler istemeli, beklemeli, vermeli, ayrıca haktan, hakikatten ve adaletten de ayrılmamalıdırlar. Milleti ezmemeli, üzmemeli, baskı altına almamalı, sıkıp sıkıştırmamalı, onlara altından kalkamayacakları ağır yükler yüklememelidirler. Milletin bütün fertlerini üstün ve aşkın değerlerle eğitip öğretmeyi, iş, güç, sanat ve meslek sahibi yapmayı, her bakımdan yetiştirmeyi, geliştirip, güçlendirmeyi, yüceltip yükseltmeyi, altından kalkamayacakları ağır yükleri halkın üzerinden kaldırmayı en başta gelen görev ve sorumlulukları olarak görmelidirler. Yabancılaşmanın ve toplumsal düzenin bozulmasının önüne ancak bu şekilde geçilebilir. Kamusal gücü ve iktidarı her nasılsa ellerine geçirip bunu sadece kendi kişisel ve sınıfsal çıkar ve menfaatleri için kullananlar, bütün çabalarını ve gayretlerini bu haksız ve adaletsiz düzeni sürdürebilmeye odaklananları, kitlenin mutluluğunu hiç umursamayanlar yabancılaşma sorununun en baş sorumlularıdır. Siyasal iktidarı her nasılsa ellerine geçirip kontrolsüz bir güç haline gelen millete ve topluma yabancılaşmış egemen iradeler, milli iradeye ve milli çıkarlara aykırı politikaları ve uygulamalarıyla ülkeyi de, devleti de, milleti de, siyaseti de, egemenliği de, meşruiyeti de çok büyük felaketlere ve tehlikelere sürüklerler. Hasis emeller peşinde koşan, günübirlik politik hedefleri, sıradan değerleri, değerler sıralamasının en tepesine yerleştiren, kişisel ve maddi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen sıradan yöneticilerden kendilerine de, millete de, devlete de hiçbir hayır gelmez. Böyleleri hem kendi başlarına hem de toplumun başına çok büyük acılar, felaketler getirmekten başka bir sonuç elde edemezler.
Bizdeki yabancılaşma olgusu sadece bugünün, bu asrın, hatta birkaç asrın da sorunu değildir. Sağlıklı bir inceleme ve araştırma yapabilirsek, bunun kökünün ve kökeninin tarihin derinliklerine doğru ilerlediğini de görürüz.
Türk milletinin, tarih boyunca başına gelen acıların, felaketlerin, sıkıntıların en büyük sebebi, yabancılaşma ve kendi öz milletine yabancılaşan yöneticiler ve aydınlar olmuştur. Bizde işlerin genellikle yukarıdan aşağıya düzeldiği veya bozulduğu gerçeği, ‘Balık baştan kokar!’ atasözümüzle de vurgulanmaktadır.
Türk milletinin özünü, cevherini teşkil eden milletin nitelikli çoğunluğu, karabudunu, Türk kamuoyu, engin irfanı ve ferasetiyle bu gerçeğin her zaman çok iyi farkında olmuş, yabancılaşmaya, kendisine yabancılaşan aydın ve yönetici seçkinlerine karşı da kendi tutumunu ve tavrını benimsemekten geri kalmamıştır.
Türkler, yabancılarla her türlü işbirliğine, gerektiğinde içli dışlı olmaya karşı çıkan, yabancı düşmanı bir millet değildir. Tam tersine Türkler, her zaman başka milletlerle ve toplumlarla çok kolay anlaşabilen, karışıp kaynaşabilen bir millettir. Türkler, başka milletlerle ve etnik unsurlarla bir arada yaşamayı, onlarla içli dışlı olmayı hiçbir zaman yadırgamamış, hatta hep onaylamış ve gerekli görmüştür. Bunun binlerce yıldan beri böyle olduğu, Divan-ı Lügat-it Türk’deki ‘Tatsız (yabancısız) Türk olmaz, başsız börk olmaz! (Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk, Besim Atalay Tercümesi, C. I, s. 349, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi)’’ gibi atasözlerinden de kolayca anlaşılmaktadır. Kaşgarlı Mahmut zamanında, değişik Türk lehçelerinde “tat” kelimesinin ‘yabancı’ anlamına geldiğini, başta Farsça konuşanlar, Müslüman olmayan Uygurlar ve Çinliler olmak üzere yabancılar için ‘tat’ tabirinin kullanıldığını, kılıç gibi şeylerin üzerine çöken pasa da ‘tat’ dendiğini yine Divan-ı Lügat-it Türk’ten öğreniyoruz.
Bu ve benzeri özdeyişler bize Türklerde yabancı düşmanlığı olmadığını, Türk milletinin her zaman, yabancılarla iç içe olmayı, onlarla bir ve beraber yaşamayı, baş ve başlık gibi gerekli, zorunlu gördüğünü, onayladığını gösteriyor. Yabancılarla ilişkilerde Türk Milletinin asla onaylamadığı şey, kendi kimlik ve kişiliğini kaybederek yabancılaşmaktır. Orhun Yazıtlarında da uzun uzun dile getirildiği gibi bu durum, Türk Milleti için her zaman en büyük tehlike olarak görülmüştür. ‘Kılıç tatıksa iş yunçır, er tatıksa et tunçır’ (= Kılıç paslanırsa iş kötüleşir, yiğit yabancılaşırsa eti, kanı bozulur, huyu ahlakı, hali kötüleşir.) özdeyişinde de ifade edildiği gibi, Türk milleti ‘yabancılaşmayı’ hiçbir zaman tasvip etmemiştir (Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk, Besim Atalay Tercümesi, TDK yayını, C.II, s. 280-281, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi).
Olan biten her şeyi çok yakından izleyen ve iyi gözlemleyen Türk kamuoyu, yöneticilerindeki yabancılaşmayı hemen: ‘Türk Tatıktı (=Türk Tatlaştı, Farslılaştı, Acemleşti, yabancılaştı (Kaşgarlı Mahmut, Divanü Lügat-it-Türk, Besim Atalay Tercümesi, C II, s. 116, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi)’ anında teşhis etmekten, tanımlamaktan ve mahkum etmekten geri kalmamıştır.
Eski Hunlardan, Uygurlara, Gaznelilerden Selçuklulara, Osmanlılardan Cumhuriyete kadar Türk Milletinin en büyük sorunu, kendisine yabancılaşan öz yöneticileri ve devleti tarafından yabancılanması, ötelenmesi, itilip kakılması olmuştur. Türk tarihi, baştan sona milletine yabancılaşan aydın ve yöneticiler, halkla devlet, milletle yöneticiler arasında yabancılaşma olaylarıyla doludur. Eski Çin kaynaklarından günümüzde yazılıp çizilenlere, halk arasında konuşulanlara kadar bütün yazılı ve sözlü kaynaklarda bunun sayısız örnekleriyle karşılaşırız. Türk Milleti arasında birlerce yıl önceden beri sürüp gelen yabancılaşma görüntülerini ve bunun acı sonuçlarını Bilge Kağan Orhun Yazıtlarında uzun uzun dile getirme gereğini duymuştur. İşte o bölümlerden kısa bir alıntı:
‘Türk beyleri, Türk adını, sanını bırakmışlar, Çinli Beyler gibi Çin adları, sanları alır olmuşlar. Çin Kağanına itaat eden, Çin adet ve törelerini tutan Çin yanlısı olmuşlar. Elli yıl, Çin’e hizmet etmişler, onlar için çalışıp çabalamışlar. Çinliler için, doğuya, batıya ordular sevk edip, savaşmışlar. İmparatorluklarını ve kurumlarını her şeyiyle Çin hakanına teslim etmişler.’
Türkler Müslüman olmakla ve Müslüman olduktan sonra da bu yabancılaşma sorunundan kurtulamamışlardır. Bütün büyük Müslüman Türk devletleri, kurulup büyüdükten sonra esas kurucu unsur olan Türkleri bir kenara itiyorlar, başka unsurlardan müttefikler bularak içinden çıktıkları topluma yabancılaşıyorlar, hatta kendilerine başka isimler ve unvanlar almaya başlıyorlardı. Ünlü Hîve Hanı Ebü’l Gâzi Bahâdır Han, Şecere-i Terâkime (Türkmenlerin Şeceresi) adlı kitabında Selçukluları bu açıdan şöyle eleştirir: ‘Selçukiler, Türkmen idiler. Kardeşiz dediler. Fakat ne ilimize ve ne de halkımıza bir faideleri değmedi. Padişah oluncaya kadar ‘Biz Türkmen’in Kınık uruğundanız’ dediler. Padişah olduktan sonra da ‘Efrâsiyâb’ın bir oğlu Keyhüsrev’den kaçıp, Türkmenlerin eline geçmiş. Orada oturmuş kalmış. Biz onun oğullarıyız. ‘Efrâsiyâb’ın neslinden geliyoruz’ dediler. Adlarını değiştirdiler. 35. nesilden sonra, soylarını götürüp Efrâsiyâb’a dayadılar.” (Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Prof. Dr. Bahaeddin Ögel, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 2001, sayfa 33). Aynı yabancı özellikle de Fars hayranlığını Gazneli Sultan Mahmud’dan tutun da Keyhüsrev, Keykubat gibi İran hükümdar unvanları almaya meraklı Anadolu Selçuklu Sultanlarına kadar pek çok Türk devleti yöneticilerinde değişik tür ve örnekleriyle görmek mümkündür.
Yabancılaşma sorunu konusunda Osmanlı Devleti’nin de pek parlak bir sicili olduğu söylenemez. Aşıkpaşazâde tarihinde de belirtildiği üzere Osmanlı Devleti dört önemli taife tarafından kurulmuştu. Devletin ve toplumun temeli bunlara dayanıyordu. Aşıkpaşazade’nin yaşadığı 15. yüzyılda, yani yükselme devrinde de oldukça etkin olan bu dört taife, Ahiyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm, Abdalân-ı Rûm ve Gâziyân-ı Rûm adıyla anılıyorlardı. Yani daha anlaşılır bir Türkçe ile bunlar, Anadolu esnaf ve tüccarı, Anadolu’nun ilim ve maneviyat erleri, önderleri, Anadolu kadını ve Anadolu gazileri idi. Fakat daha sonra özellikle de devlet artık bir imparatorluk haline gelirken bunlar devlet yönetiminden bir şekilde yavaş yavaş dışlandılar ve tasfiye edildiler. Bunların yerine devlet yönetiminde bunlara pek de iyi gözle bakmayan ilmiyye sınıfı, seyfiyye sınıfı, kalemiyye sınıfı gibi, yani bugünün tabiriyle ilim adamları, askeri ve sivil bürokrasi diye isimlendirebileceğimiz, yeni sınıflar türemeye ve etkin olmaya başladılar.
Osmanlı İmparatorluğunu kuran bu ‘karabudun’, bu esas unsur, bu kurucu irade zamanla daha önceleri olduğu gibi yine unutuldu, göz ardı edildi. Bunlar özellikle eğitilmedi, öğretilmedi, cahil bırakıldı, ilmiye, seyfiye, kalemiye sınıfı gibi devlet yönetiminde söz sahibi olabilecekleri yerlere, sınıflara yaklaştırılmadı, eğitimden, devlet ve hükümet yönetiminden, idareden, askeriyeden tamamen dışlandılar, kendi öz devletlerine, hatta kendilerine bile yabancılaştırıldılar.
Osmanlı devlet yöneticilerindeki hatta hanedanındaki yabancılaşma yalnızca sıradan halka karşı değil bizzat içinden çıktığı kendi aşiretine karşı da söz konusuydu. Osmanlı Devleti’ni kuran Karakeçili Aşireti, kendisine yeni bir yurt aramak için Ortaasya’dan Anadolu’ya gelmiş, bu amaçla Anadolu’da 7 000 kilometreden fazla bir yol kat etmişti. Önce Ahlat’a gelip yerleşen aşiret, daha sonra Suriye taraflarına inmiş, daha sonra tekrar yukarılara çıkarak Siverek taraflarına yerleşmişti. Kayseri, Erzincan, Ankara gibi neredeyse Anadolu’nun Türk hâkimiyetindeki olan bütün yerlerini dolaşırlar. Bu uzun ve yorucu yolculuklar sırasında kimileri gittikleri yerlerde kalıyorlar, kimileri de usanıp eski yurtlarına geri dönüyorlardı. Eski yurtlarına geri dönenlerin ne olduğunu hiç bilemiyoruz. Fakat uğradıkları yerlerde kalanlar da Osmanlılar gibi bir ad, san sahibi olamadılar. Üstelik Siverekte kalanlar gibi bazıları dilleri, kimliklerini, kişiliklerini bile kaybettiler. Bu aşiretten gaza ruhuyla Söğüt’e gelip yerleşenler, diğer Türkmen boyları, Ahiler, dervişler ve diğer gazi alp erenlerle de birleşip bütünleşerek, altıyüzyıldan fazla hüküm süren dünyanın gelmiş geçmiş en büyük İmparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğunu kurdular.
Osmanlılar devletin esas unsurunun ve karabudunuun yanında kendi içinden çıktıkları çıktıkları öz aşiretlerini de öylesine unuttular ki, Devlet Ana diye bilinen ve kocasının ölümünden sonra boy beyi olan, Osman Gazi’nin babaannesi, Ertuğrul Gazi’nin annesi Hayme Ana’nın mezarı bile asırlarca unutulmuştu. Osmanlı hanedan üyelerinden her birine görkemli türbeler yapılırken Hayme Ana’yı hatırlamak ve ona uygun bir mezar yaptırmak asırlarca kimsenin aklına bile gelmemişti. Hayme Ana’nın mezarının tamamen kaybolmaması için üzerine bir türbe yaptırmak ancak II. Abdülhamit döneminde, yani Osmanlının son dönemlerinde mümkün olabildi.
Kısacası Osmanlılar da, onlardan önce yine Türk unsurlar ve Türk karabudunu tarafından kurulmuş Gazneliler, Selçuklular gibi başka devletler de, bütün Türk devletlerinin ve Türk Milletinin esas unsuru, ortadireği olan Türkleri, Türkmenleri, Türk karabudununu hep ihmal etmişlerdir. Türklük bilincine sahip olan, var olmak, varlığını kıyamete kadar sürdürmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, her zaman malını, canını, cananını her şeyini fedaya hazır olan, hatta fakirlik, yoksulluk, ihmal edilmişlik dönemlerinde bile ‘Malım yok, canım kurban!’ diyebilecek kadar fedakâr olan bu karabudun ise her şeye rağmen özünü cevherini muhafazaya çalışmış, yöneticilerinin aklı selime yönelmelerini hep umutla beklemişlerdir. Nitekim devlet de her başı sıkıştığında yine bunlara başvurmak, çareyi yine bunlarda aramak zorunda kalmıştır. Osmanlının yıkılış dönemlerinde, farklı unsurlardan oluşmuş toplumda ortaya çıkan ve gittikçe yaygınlaşan çeşitli huzursuzluklar, başıbozukluklar, iç karışıklıklar, dış saldırılar, savaşlar en çok da halkın geniş kesimlerini teşkil eden bu karabudunu, ortadireği vurmuştur. Çaresizlik, yoksulluk, yoksunluk, salgın hastalıklar, yolsuzluklar, talanlar milleti asırlarca canından bezdirdi. Fuzuli’nin: ‘Dert çok, hemdert yok, düşman kavi, talih zebun’ dediği bir ortam söz konusuydu. Anadolu’nun Müslüman Türk’ü acılarını, dertlerini, sitemlerini Allah’tan başka arz edecek bir yer bulamıyor, kimbilir hangi cephede, hangi meçhul kahraman için söylenmiş olan şu Çorum türküsünde olduğu gibi bazen yanık türkülere döküyordu:
Elveriyor, elveriyor!
Ortadirek bel veriyor!
Döndüm baktım sağ yanıma,
Yiğit Mehmet can veriyor!
Devletin en üst yönetim kademelerinde görev alanlar bile devleti ve milleti yıkıma götüren büyük felaketlerden kendilerine çıkar sağlamaya çalışırlarken, sağda solda bir sürü savaş zenginleri türerken devletini ve milletini kurtarmak için günlük nafakasını, varını yoğunu, canını, her şeyini yine çekinmeden ortaya koyan yine yılların ihmaliyle elinde avuncunda hiçbir şeyi kalmamış bulunan Anadolu Türk’üydü. ‘Ya istiklal, ya ölüm!’ parolasıyla her türlü üstün savaş silahlarıyla donatılmış, dünyanın en büyük ordularına karşı direnmeye çalışmış, sonuçta da olağanüstü, inanılmaz bir zaferle mücadelesini taçlandırmıştı. Fakat çektiği çilelerden de kazandığı zaferlerden de milletin gerektiği gibi bir yarar sağlayabildiği söylenemez. Milletin büyük ümitler beslediği yeni dönemde de milletin geniş kesimlerinin kısmetine eskiden olduğu gibi yine hayal kırıklıkları, yine acılar, hüzünler, kederler, yeni yükler, külfetler, mükellefiyetler düşmüştür.
Eski devirlerde ve dönemlerde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de toplumda köylü – kentli, dindar-laik, ilerici-gerici, çağdaş-çağdışı gibi gibi ayırımlar büyük yaralar açmış, çeşitli toplum kesimleri arasında nimet külfet dengesini sağlayabilecek sağduyulu yaklaşım sergilenememiş, ‘Köylü efendimizdir!’ gibi sloganlar hep lafta kalmış, uygulamaya yansıtılmamıştır. Cumhuriyet döneminin çağdaşlaşma ve modernleşme çabalarından istenen sonuçların alınamamasında Cumhuriyet kentlisinin ve devrimcisinin köylüye yaklaşımındaki otoriter tutumun çok büyük rolü vardır.
Milletimizin yöneticilerinin bu tür yabancılaştırıcı, ayırımcı, öteleyici, itileyip kakalayıcı anlayışlarından, davranışlarından çok büyük acılar ızdıraplar çekmesine rağmen derdini de bir kimselere anlatamamış, hep içine gömmek zorunda kalmıştır. Nerede okuduğumu şimdi tam olarak hatırlayamadığım şu olay bu durumu çok net bir şekilde anlatmaya yetecektir.
Cumhuriyetin daha ilk yıllarıdır. Yeni dönemin önde gelen aydınlarından ve yazarlarından birisi o zamanlar büyük ölçüde bağlık ve bahçelik olan Keçiören taraflarında oturmaktadır. Komşusu da hem mutlakiyet, hem meşrutiyet dönemlerini yaşamış, oldukça yaşlı, okuma yazma bilmeyen ama arif denebilecek nitelikte olgun bir Anadolu Müslüman Türk’üdür. Cumhuriyet aydını ve yazarı yapılan değişikliklerden, yeniliklerden ve devrimlerden çok mutlu ve umutlu olmasına rağmen ihtiyar komşusunda aynı mutluluğu ve umudu göremez. Yeni rejim ve yeni dönemle ilgili olarak komşusunun gerçek fikir ve düşüncelerini merak eder. Bir gün samimi ve senli benli bir sohbet sırasında onu çözmek ve konuşturmak için kendisine sorar:
– Amca! Allah daha uzun ömürler versin ama maşallah sen bir hayli
uzun bir ömür yaşamışsın. Sanıyorum, mutlakiyet dönemini de, meşrutiyet dönemini de gördün. Şimdi de Cumhuriyet dönemini yaşıyorsun. Ne dersin? Sence hangisi daha iyi? Hangisini daha çok beğeniyorsun?
Komşusunun fikir ve düşüncelerini çok iyi bilen yaşlı adam, başına bir
iş açılmasından korkarak, gerçek fikir ve düşüncelerini söylemek istemez. Adamcağız:
– Ben, ne bilirim evladım! Senin de bildiğin gibi, ben cahil, köylü
biriyim. Böyle şeylere bizim aklımız, sırrımız ermez! En iyisini büyüklerimiz bilir. Allah devlete millete zeval vermesin! Devlet bizim devletimiz, millet bizim milletimiz! gibi yuvarlak sözlerle karşısındakini geçiştirmeye çalışır ama öteki vazgeçmez.
– Amca, benden korkup çekinmene gerek yok! Benden sana hiçbir
zarar gelmez! Ben sadece senin samimi fikrini merak ediyorum. Bak neredeyse yaşın seksene gelmiş! Birbirinden farklı üç ayrı devir ve dönem yaşamışsın. Bu üç devir arasındaki farkları göremeyecek bir kimse de değilsin. Niye benden gerçek fikirlerini saklıyorsun?
– Hayır evladım, benim hiç bir şey sakladığım yok! Evet, dediğin gibi, bizim memleketimizde yönetimler, iktidarlar, sistemler hep değişiyor ama benim gibi köylüler için hiçbir şey değişmiyor. Bu yüzden ben sana en söyleyim?
– Nasıl yani?
– Nasıl olacak? Söylediğin gibi ben üç ayrı devir ve dönem yaşamış bir ihtiyarım. Mutlak padişahlığı da, meşrutiyeti de gördüm ve yaşadım. Aha şimdi de cumhuriyet dönemini gördüm ve yaşıyorum. Fakat ben, her üç dönemde de benim gibi köylüler lehine bir değişiklik görmedim. Eskiden, mutlak padişahlık ve meşrutiyet döneminde biz köylüler devletin aklına sadece iki şey için gelirdik: Biri devlet asker alacağı, diğeri de vergi alacağı zaman! O zamanlar ikide bir devletimiz bizi: ‘Savaş var! Gelin, devlet ve millet için savaşacaksınız, gerekiyorsa öleceksiniz!’ diye silahaltına çağırırdı. Biz de ne yapalım, hemen koşar, din ve devlet, mülk ve millet kurtulsun diye savaşır ve ölürdük. Ayrıca asırlardan beri sürüp giden savaşlar ve israflar yüzünden devletin iki yakası bir türlü bir araya gelmiyor. Devletin de bizden yani köylülerden başka gelir kaynağı yok. Devletimiz her başı sıkıştığında: ‘Paraya ihtiyaç var, vereceksiniz!’ diye elimizdekini avucumuzdakini çekip alıyor. Ben bunun değiştiğini hiç görmedim. Nitekim şimdi Cumhuriyet döneminde de değişen bir şey yok! Tahsildarlar geliyorlar, neyimiz varsa neredeyse hepsini alıp götürüyorlar. Allah korusun, bugün bir savaş çıksa yine savaşmak ve ölmek için çağırılacak olanlar da biziz! Ama milletin, köylünün açlığını, sefilliğini, çaresizliğini, cahilliğini ve perişanlığını hiç kimse umursamıyor. Evlat biliyor musun, beni neyi özlüyor, neyi düşünüyorum?
– Neyi?
– Acaba bizim devletimiz ve devlet adamlarımız bir gün gelecek bizi de düşünecekler mi? Bir gün bizim de: ‘Şimdiye kadar size çok haksızlıklar yapıldı. Üzerinize çok ağır yükler yüklendi. Ama artık mimetler ve külfetler daha adil bölüşülecek. Boşu boşuna ölenler hep siz olmayacaksınız. Bundan sonra ezilmeyeceksiniz, üzülmeyeceksiniz, barış, huzur ve mutluluk içinde yaşayacaksınız! Artık hep verip durmayacaksınız. Nimetlerden payınızı siz de alacaksınız! Yani artık ölmeyin de yaşayın ve alın şunlar da sizin olsun!’ diyecek bir devletimiz ve yöneticilerimiz olacak mı? Ne diyelim, çıkmadık candan ümit kesilmez! İnşaallah bir gün o da olur! Ben hiç ümidimi yitirmedim, hala da muhafaza etmeye çalışıyorum.
Bu ihtiyar Anadolu köylüsünün de belirttiği gibi, asırlardan beri hep ölen, hep veren, hep fedakârlıkta bulunan Anadolu’nun Müslüman Türk halkı ancak yeni yeni nefes alabilmeye, devletin ve milletin nimetlerinden yararlanmaya başlayabilmiştir. Yeni anayasamızdan, devlet ve millet, fert ve toplum, yönetenler ve yönetilenler arasındaki yabancılaşmaların, ötekileştirmelerin önüne geçecek, milletimizin özellikle cahil, yoksul kesimlerini daha varlıklı, daha karnı tok, sırtı pek kılarak topluma daha fazla entegre edecek, halkımızın tamamını iktisadi, siyasi, sosyal ve kültürel bakımdan kalkındıracak, daha iyi duruma getirecek, buna imkân ve fırsat hazırlayacak bir nizam ve sistem getirmesi milletimizin çoğunluğu tarafından umutla ve özlemle beklenmektedir.
DAHA GÜÇLÜ MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK
Bir devletin, millet ve memleketin en büyük gücü ve zenginliği, milli birlik ve beraberliğidir. Toplumsal barış ve düzen ancak birlik ve beraberlikle sağlanır. Aşık Paşa’nın (1272-1353):
Pes bilin: Yalnız kişi güçsüz olur,
Birikenin devleti uçsuz olur.
Dediği gibi birlik ve beraberlikten devlet, güç, kuvvet ve emniyet doğar. İnsanca yaşamanın yolu, birlik ve beraberlikten geçer. Baş başa vermeyince taş yerinden oynamaz. Birlik beraberlik her şeyin başıdır. Her türlü ilerleme ve gelişme birlik ve beraberliği sürdürmekle, her başarı da birlikte elbirliğiyle gönül birliğiyle çalışmakla, fikirde, sözde ve işte birlikle ve beraberlikle kazanılabilir.
“Zıtların sulhuyla mümkündür hayat,
Zıtların cengiyledir lakin memât (ölüm).” (Hazreti Mevlana)
Her toplumda ve millette olduğu gibi Türklerde de, daha doğrusu Türk milletini oluşturan unsurlarda en başından beri iki temel eğilimin bulunduğu ve bunların birbirleriyle açık veya gizli olarak sürekli mücadele halinde oldukları görülmektedir. Bu eğilimlerden biri ve birincisi bir ve beraber, dolayısıyla daha iri, daha diri, daha güçlü, daha kuvvetli, daha kudretli olma eğilimidir. ‘Varlık birlikle yaşar’, ‘Düzen bozulunca, yıkım yıkım üstüne gelir!’, ‘Rahmet düzene, lanet bozana!’, ‘Bir olalım, beraber olalım, daha iri ve daha diri olalım!’, ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız’, ‘Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için’ gibi özdeyişler bunların en başta gelen şiarları, düsturları, sloganları arasındadır. Onların birlik ve beraberlik fikirlerini, düşüncelerini, ideallerini formüle ettikleri, sloganlaştırdıkları halkın geniş kesimleri tarafından da genel kabul ve rağbet gören daha pek çok özdeyişler, atasözleri vardır. Aslında Türk Milletini bütün etnik unsurlarıyla, boylarıyla soylarıyla, kavim ve kabileleriyle, uluslarıyla var eden, varlıklarını bugüne kadar sürdürmelerini sağlayan da bu eğilimdir. Bu eğilimlerden ikincisi de, bazı dönemlerde daha az, bazı dönemlerde daha çok olmak üzere her zaman ‘Ne olabileceksek kendi başımıza ve kendimiz olalım. Kimseye bağlı ve bağımlı kalmayayım!’ eğilimidir. Asırlar boyunca bir taraf hep birlik beraberlik havaları çalarken, diğer taraf ayrılık, gayrılık, ikilik havaları çalmış, şartlara, zaman ve zemine göre de bazen birine bazen öbürlerine kulak verenler çıkmış, bazen bu eğilimlerden biri, bazen öteki diğerine üstünlük sağlamış, ama uzun vadede kazananlar hep birlik ve beraberlik yanlıları olmuştur. İkilik havası çalanların çaldıkları havalar çok çabuk unutulmuş, birlik ve beraberlik havası çalanların şiirleri, besteleri, güfteleri hiç unutulmamış, dilden dile gönülden gönüle dolaşarak günümüze kadar ulaşmıştır. Milletimizin ilim, irfan, kültür, fikir, maneviyat önderlerinin ve mimarlarının akıllardan, fikirlerden gönüllerden silinmeyen birlik ve beraberlik güftelerinden, sözlerinden bir kaçını burada zikretmek yararlı olabilir:
Dede Korkut’tan:
İlinle et dirlik, birlik!
Sakın çıkarma ikilik!
İlinle ol ağzı bir!
İhtilafı kötü bil!
İhtilaflar tek çözülmez!
Daim işler böyle gitmez!
Ayrılırsan eğrilirsin
Bahtını sen kaçırırsın
İl’inden düşersen uzak!
Düşman duyar, kurar tuzak!
Dostlarını terk edersen
Düşmanınla tek kalırsın
Düşman göz dikmiş üstüne
Hiç durmaz varır kastına
Düşmanlar bekler pusuda
Kalırsın ayak altında
Kim yetişir imdadına
Kim karşı kor düşmanına
Yetişen seni yağmalar
Tek kalan çamura batar
Gelin kulak verin bana!
Düşman dokunmasın sana
Tanrı sevmez ihtilafı
Lanetler ayrılıkçıları
Huzursuzluk çıkarma!
Kötü yolda dolanma!
Hep iyiyi dileyin
Kötüye yol vermeyin
İyilerle bir olun
İyiliğe yol verin
Kötü hiç kurulmasın
Dileyin var olmasın
Kötülere yanaşma!
Kötülüğe bulaşma!
Belalara dalmayın
Başınıza sarmayın
Sonra gelir yerleşir
Seni yer, o semirir
Kötülüğün sonu kötüye varır
Derdi, sıkıntısı sonradan gelir
Onu hiç alan olmaz
Kötülerle yaşanmaz
Almak kolay, satmak zor
O belayı savmak zor
Başınıza kalmasın
Ömrünüz kararmasın
Yerleşir kovamazsın
Kimseye satamazsın
Kolay kurtulamazsın
Başın kurtaramazsın
Gülleri soldurmayın
Dikeni sulamayın
Fesatçılık etmeyin
Kötü yola gitmeyin
Biz verdik öğüdümüzü
Tanrı’m versin emelinizi!
Türk Milletinin Ulu Bilgesi Dede Korkut, Türk milletini yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir süreç sonunda yüzlerce etnik grubun, kavim ve kabilenin, boyların, soyların, urukların, turukların çağlayıp coşarak birbirine kavuşmak suretiyle oluşmuş çok büyük bir denize ve okyanusa benzeterek der ki: “Yağmurlar ne kadar bol yağsa da, seller, dereler, ırmaklar, çaylar ne kadar çok çağlayıp çossa da denizleri doldurup taşıramaz!’ Dolayısıyla Türklük dolsa da taşmayan, her gelenin koynunda kendisine mutlu, huzurlu, güvenli yer bulabileceği çok büyük bir oluşumdur.
Hazreti Mevlana’dan:
Beni yabancı bilmeyin, ben de artık bu ildenim,
Bir ocak da ben yakmak için, ülkenize gelmişim.
Farsça konuşan, yazan ama Türk asıllı biriyim.
Siz beni düşman görseniz de ben size düşman değilim!
Beri gel beri, daha beri, daha beri!
Bu yol vuruculuk böyle, nereye dek?
Bu hır gür, bu savaş, nereye dek?
Sen bensin işte, ben de senim ya!
Ne diye bu direnme böyle, ne diye?
Ne diye aydınlıktan kaçar aydınlık, ne diye?
Topumuz bir tek olgun kişiyiz, bir tek.
Ne diye böyle şaşı olmuşuz, ne diye?
Zengin yoksulu hor görür ne diye?
Sağ, soluna yan bakıyor ne diye?
İkisi de senin elin, ikisi de!
Peki, kutlu ne, kutsuz ne?
Dostum!
Her zaman topluluğa dost ol!
Topluluktan, birlik ve beraberlikten sakın ayrılma!
Engin bir deniz olmak varken,
Kendi başına zavallı tek bir katre olmaya razı olma!
Mademki denizi özlüyorsun, öyleyse katreliği yok et gitsin!
Topluluk içinde olursan ve içinde bulunduğun topluluk ne kadar büyük olursa o kadar güvende olursun…
Bu yüzden bir dost bulamazsan, bari taştan bir dost yont da, onu sev!
Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun?
Eğer dost buldunsa niçin sevinmiyorsun?
Tutalım ki sen, akıllı, tedbirli, ihtiyatlı bir kimsesin de, yolda seni kurtlar kapmadı. İyi ama toplulukla beraber olmadıkça, o topluluk içinde bulduğun neşeyi tek başına bulamazsın ki!
Bir yolda yalnız olarak güle oynaya giden tek kişinin neşesi, aynı yolu dostlarıyla, yoldaşlarıyla giderse en az yüz kat artar.
Kervandan ayrılıp, aynı yolu yalnız gitmeye kalkarsa, o yol ona yüz kat daha uzar, yorgunluk ve çilesi de o derece artar.
İnsanın yeni dostları pek yüce, pek ulu olsa bile yine de eski dostlarını unutmamalıdır.
Temiz canların, bir araya gelip topluluk oluşturmalarıyla çok büyük eserler ve faydalar elde edilir.
İnsan, ne kadar üstün niteliklere sahip olursa olsun, tek başına ve yalnızken bu eserler ve faydalar hâsıl olmaz.
İnsanın dertlerini paylaşabildiği iyi ve güzel dostları çoğaldıkça, derdi azalır.
Bu yüzden hayırlı arkadaş yalnızlıktan hayırlıdır.
Ama nice insanlar da yanlış dostlar yüzünden yol sapıtmışlardır.
Bu yüzden de yalnızlık, kötülerle yoldaş ve arkadaş olmaktan hayırlıdır. Akla düşman olan yoldaş, yoldaş değildir.
O, sürekli senin elbiseni, değerli eşyalarını kapıp kaçmak için, bir fırsat kollar.
Seninle beraber gider ama amacı bir aşılmaz bele, geçit vermez dar bir boğaza geldiğinizde senin varını yoğunu yağma etmektir.
Yahut da o yoldaş sandığın kimse, görünüşte cesurdur ama korkağın ta kendisidir.
Çözümü zor ve sıkıntılı bir problem, aşılması güç, sarp bir engelle veya sıkıntılı bir işle karşılaştın mı?
Hemen gerisin geri dönmek için sana akıllar, dersler vermeye kalkar. Korkaklığından dostunu da korkutur.
Böyle yoldaşı da düşman bil, dost değil!
Yoldaki bu korkular, unu kepekten ayıran elek gibi,
İnsanların da yüreklilerini yüreksizlerinden ayırt eder.
Bu yol, daha önce gidenlerin ayak izleriyle dopdolu, sağlam bir yoldur.
Gerçek dost da yüceliklere uzatılmış merdiven gibidir.
Aklıyla, rey ve tedbiriyle sana her an yol gösterir, seni yüceltir.
Peygamberler bile hep topluluklarla çalıştılar, kendilerine ümmet aradılar.
Tek başlarına kalmamak için insanları sürekli Allah’ın yoluna çağırdılar.
Mucizeler göstererek, bu dosdoğru yolda yoldaşlarını artırmaya çalıştılar.
En iyi en güzel işler, en hayırlı sonuçlar, hep en iyi topluluklardan meydana gelir.
Hazreti Peygamber: ‘Topluluk rahmettir, ayrılık azap!’ buyurmuş.
Herkesin bu gerçeğin farkında olduğunu sanarız, hâlbuki hiç de öyle değildir.
Eğer herkes topluluğun, birlik ve beraberliğin rahmet,
Ayrılık ve tefrikanın azap olduğu gerçeğinin farkında olsaydı, Hazreti Peygamber boş yere bunu dile getirmezdi.
Çünkü Peygamberin şanı faydasız, boş ve abes şeyleri anmaktan yücedir.
Yunus Emre’den:
Hırsına kapılanlar
Nefse esir olanlar
Kendi tatlı canına
Yavuz yoldaşa benzer
Burada çoktur hayal
Vasfına yoktur mecal
Hayale aldananlar
Sıcakta kara benzer
Olmaz yere verdin gönül,
Dost neylesin senin ile
II. Beyazıt’tan:
Kendi kendine ettiğin âdem,
Bir yere gelse, edemez âlem!
Yavuz Sultan Selim’den:
Milletimde ihtilâf-u tefrîka endişesi,
Gûşe-i kabrimde hattâ bîkarar eyler beni.
İttihatken savlet-i a’dayı def’e çaremiz,
İttihad etmezse millet, dâğidâr eyler beni.
(Milletimin arasında ihtilaf, çatışma ve bölünme çıkacak korkusu ve endişesi, beni sadece dünya hayatımda değil, öldükten sonra, mezarımın köşesinde bile rahatsız ve huzursuz eder. Bizim düşmanlarımızın saldırılarını birlik ve beraberlikle savmaktan başka hiçbir çaremiz yokken, milletin birlik ve beraberlik içinde olmaması, bana kızgın demirlerle dağlanmış gibi acı verir.)
Yavuz Sultan Selim’den dört asır sonra millet içindeki ihtilafın, bölünme ve ayrışmanın zararlarını milli şairimiz Mehmet Akif şu mısralarıyla dile getiriyor:
Türk Arapsız yaşamaz, kim ki ’yaşar’ der delidir,
Arab’ın, Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir.
Veriniz baş başa; zira sonu hüsrân-ı mübin,
Ne hükûmet kalıyor ortada, billâhi ne din!
’Medeniyyet’ size çoktan beridir diş biliyor;
Evvela parçalamak, sonra da yutmak diliyor.
Arnavutlar size ibret olacakken halâ,
Ne bu şûride (bulanık) siyaset, ne bu fâsid (bozuk) dâva?
Görmüyor gittiği yanlış yolu, zannım, çoğunuz,
Size rehberlik eden haydudu artık kovunuz!
Bunu benden duyunuz, ben ki evet Arnavudum…
Başka bir şey diyemem… İşte perişan yurdum!..”
Kanuni Sultan Süleyman’dan:
Saltanat (iktidar) didükleri ancak cihân kavgasıdır.
Olmaya baht u saâdet dünyâda vahdet gibi!
(Saltanat dedikleri şey ancak bir cihan kavgasıdır. Dünyada birlik, beraberlik gibi mutluluk ve talih yoktur.)
Abdülhak Hamit Tarhan’dan:
Gaddar olursa devlet, o millet eder kıyâm,
Mağdur olursa millet, o devlet bulur hitâm.
Rıza Tevfik Bölükbaşı’dan (1870-1951):
Hey Rıza, özünde Hak müstetirdir
Sen, ben dediklerin vehm-i zâhirdir
Ayrı, gayrı değil, dirlikte birdir.
Yedimiz, kırkımız, yüzümüz bizim!
Asık Veysel’den:
BİRLİK DESTANI
Allah birdir, Peygamber Hak.
Rabbül âlemindir mutlak.
Senlik, benlik nedir bırak!
Söyleyim geldi sırası.
Kürdü, Türkü ne Çerkezi,
Hep Adem’in oğlu kızı,
Beraberce şehit gazi,
Yanlış var mı ve neresi?
Kuran’a bak, İncil’e bak!
Dört kitabın dördü de Hak
Hakir görüp ırk ayırmak
Hakikatte yüz karası!
Yezit nedir ne Kızılbaş?
Değil miyiz hep bir kardaş?
Bizi yakar, bizim ataş!
Söndürmektir tek çaresi!
Kişi ne çeker dilinden,
Hem belinden hem elinden,
Hayır ve şer emelinden,
Hakikat bunun burası!
Şu âlemi yaratan bir.
O’dur küllü şeye kâdir!
Alevi Sünnilik nedir?
Menfaattir var varası!
Cümle canlı bu topraktan,
Var olmuştur emir Haktan.
Rahmet dile sen Allah’tan!
Tükenmez rahmet deryası!
Veysel, sapma sağa sola!
Sen Allah’tan birlik dile!
İkilikten gelir bela!
Dava insanlık davası!
Yine Aşık Veysel’den:
Bu nasıl kavgalar, çirkin dövüşler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
Yolumuza engel olur bu işler
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız
Hedef alıp dövüştüğün kardaşın
Seni yaralıyor attığın taşın
Topluma zararlı yersiz savaşın
Hepimiz bu yurdun evlatlarıyız!
Türk Milleti, şimdiye kadar hep bunlara benzeyen birlik, beraberlik şarkılarıyla var olmuştur. Bu şarkıların burada bitmeyeceği, kıyamete kadar söyleneceği milletin karabudununun her zamanki ümit ve temennisi olmuştur. Birlik ve beraberlik fikrini benimsemeyenler, Türklük bilinç ve şuuru kafalarından ve gönüllerinden söküp atanlar, genel bütünden ayrılıp kopanlar çok geçmeden hatalarının bedellerini çok ağır bir şekilde ödemişler, varlıklarını uzun zaman sürdürememişler, hiçbir varlık gösteremedene tarih sahnesinden silinip gitmişler, öbürleri tarihe yön, dünyaya şekil ve nizam vererek varlıklarını sürürdürlerken, bunlar tarihin dışına atılmışlar, zaman içinde adları da, sanları da kaybolup gitmiştir. Çünkü daha büyük aidiyetler yerine daha dar ve daha küçük aidiyetler peşinde koşmanın çok yanlış ve çok tehlikeli bir tutum olduğu, felaketlerden başka bir şey getirmeyeceği tarihin laboratuarında her zaman, türlü yönleriyle test edilmiş ve her defasında doğrulanmıştır.
Tarih boyunca Türk Milletinde, daha doğrusu Türk Milletini oluşturan unsurlar arasında iki temel eğilim hep olmuştur. Bunlardan birisi daha fazla birlikten, beraberlikten yana olanlar, diğeri de birlikten, bütünlükten, ortak kimlik ve aidiyetten kopup kendi başına olmak isteyenler. Türk Milleti de içinde barındırdığı etnik unsurlar da varlıklarını ve bekalarını büyük ölçüde birlik ve beraberlik anlayışına borçludurlar. Türkler Müslüman olduktan sonra bu anlayış, İslamın ümmet, İbrahim Milleti gibi kapsayıcı, derleyici, toparlayıcı inanç ve anlayışlarıyla, kavramlarıyla da birleşerek daha da güçlenmiştir. Ayrılık, gayrılık, ikilik, bölünmüşlük parçalanmışlık dönemleri Türk Milleti ve onu oluşturan bütün etnik unsurlar açısından acılar ve felaketlerden başka bir şey getirmediği için Türk Milletinin özellikle karabudunu, etkili büyük çoğunluğu tarafından hoşnutsuzlukla, üzüntü ve hayıflanmayla, eski güçlülük, birlik ve beraberlik dönemlerine özlemle dolmuştur. Milletin İslami, insani ve milli değerler etrafında toplanılması, birlik ve beraberlik içinde, daha iri, daha diri, daha güçlü olunması yönündeki güçlü iradesi karşısında her zaman küçük siyasi oluşumlar fazla direnememişler, yerlerini daha büyük ve daha güçlü siyasi oluşumlara bırakmak zorunda kalmışlardır.
BAZI ANAYASAL KAVRAMLAR?
Anayasalarda, o anayasanın hangi millete ve devlete ait olduğu, devletin dili, başkenti, bayrağı, siyasi, sosyal, ekonomik, sosyal rejimi gibi konular açıklığa kavuştulur. Anayasayı hazırlayan milleti ve devleti belli bir coğrafya ve vatan üzerinde bir araya getiren ortak değerlere, nitelik ve özelliklere, ortak tarihe, kültür, medeniyete, bir arada yaşama, bir ve beraber olma iradesine, hatta o milletin din ve inançlarına da az veya çok yer verilir, atıflarda bulunulur, referanslar verilir.
Anayasalarda değişik şekillerde yer bulan millet, devlet, din, dil, medeniyet ve vatan gibi kavramlar arasında da çok yakın ilişki vardır. Sözlüklere baktığımızda ‘millet’ kelimesinin anlamlarından birinin de din olduğunu görürüz. Bazıları milleti, dini ve dili bir olan insan topluluğu olarak tanımlarlar. Başıboş, dağınık, ayrı ayrı etnik grupların tek bir millet haline gelebilmesinde din, dil, tarih ve kültür birliğinin çok büyük önemi vardır. Din birliğinin, dil birliğinin olmadığı yerde, sağlam bir kültür birliği de sağlanamaz. Aynı din, dil, inanç ve kültürden olmayanların homojen ve güçlü bir millet oluşturabilmeleri mümkün olamaz.
Devletler, milletlerin kurumsallaşmış, örgütlü şeklindenbaşka bir şey değildir. Milletler olmasaydı, devletler de olamazdı. Din olmadan, devlet olmadan, medeniyet de olamaz. Medeniyetler, uzun ömürlü devletlerin kültürel boyutundan başka bir şey değildir. Devlet kuramayan topluluklar, medeniyet de kuramazlar. Dinsiz, inançsız, dilsiz bir millet ve medeniyet olamaz. Dünyada inanç medeniyetleri vardır ama inkâr medeniyeti yoktur.
Vatan, insanın dinini, imanını, inancını özgürce, serbestçe, korkusuzca, hür ve bağımsız olarak yaşayabildiği yerdir. Peygamber Efendimiz, Mekke’den Yesrib’e hicret ettiğinde, bu beldenin adını, dine vatan olan yer anlamına, Medine olarak değiştirmişti.
Millet ve devlet kavramları aynı din, inanç, duygu, düşünce, bilinç, fikri iklim ortamında kök salıp yeşerebilir, neşv ü nema bulabilir. Bu tür duygu ve düşünceler, farklı unsurlara ve gruplara mensup insanları daha büyük ve geniş birliktelikler, bütünleşmeler, daha büyük milletler ve devletler oluşturmaya, bunun için aralarında sözlü veya yazılı ortak sözleşmeler, anlaşmalar, töreler, nizamlar, sistemler kurmaya, organizasyonlar ve kurumlar geliştirmeye yöneltmiştir. Dünümüz, bünümüz ve geleceğimiz de bu sezgi, şuur ve eylemler sonucunda şekil almıştır.
Medeniyet, yeryüzünde insanca bir hayat yaşama ve yaşatma sanatıdır. Medeniyet, kendini topluma ve tarihe karşı sorumlu hisseden insanların eseridir. Nitekim eskiler medeniyeti, “Tamir-i bilâd, terfîh-i ibâd” (beldelerin imarı, inşası, ihyası, mamur ve verimli hale getirilmesi, insanların da refah ve mutluluğa kavuşturulması) diye tanımlarlardı. Mutluluk, insanın hayatına bir anlam verebilmesidir. Medeniyet, yalnız maddi ve teknolojik değil, aynı zamanda manevi ve sosyal bir gelişmedir; bir madde ve mana dengesidir. Medeniyetler, milletlerin maddi ve manevi birikimlerinin sentezleriyle doğar ve gelişir. Medeniyet milletlerin benzer taraflarını, kültür ise, farklı taraflarını temsil eder. Bu yüzden medeniyet evrenseldir. Medeniyet, insani değerlere basarak değil, bilakis, o değerler üzerine bina edilir. Medeniyet, ancak istikrar ve güven ortamlarında gelişebilir. Huzur, güven ve barışın olmadığı yerde ancak gardrop medeniyetinden söz edilir.
Sağlam bir geçmişe dayanmadan sağlıklı bir geleceğe sahip olunamaz. Geçmişini ret ve inkar eden toplumlara millet denmez. Geçmişi olmayanın geleceği de olamaz. Geçmişi bilmeyen geleceği kuramaz. Çünkü geçmiş, hiçbir zaman tamamen geçip gitmiş, olup bitmiş değildir. Geçmiş, her şeyiyle, bütün izleriyle bugün de yaşamaya devam etmektedir. Her halimiz, her durumumuz, her şeyimiz ister istemez geçmişin olumlu veya olumsuz izlerini taşır. Geçmişin hatalarını tekrarlamaktan kurtulmanın yolu da geçmişi iyi öğrenmekten ve iyi bilmekten geçer.Gelecek, köklerinden kopmadan yenilenmesini bilenlerindir.
MİLLET OLMAK
Millet olmak, olabilmek hiç de kolay bir şey değildir. Bazı tarihçiler, insanoğlunun tarih boyunca başarabildiği en büyük işlerin, atabildiği en büyük adımların başında toplumlar oluşturabilmeleri, sonuçta da millet olabilmeleri yolunda attıkları adımları görürler, millet olmanın çok büyük ve yüce bir şuur ve bilinç seviyesi olduğunu söylerler. Millet olmaya ve devlet kurmaya yetebilecek kadar ortak değerler üretememiş, kültür ve medeniyet kuramamış, belli kavramlar ve değerler üzerinde anlaşıp, uzlaşamamış toplumlar millet ve devlet kuramayacakları gibi, doğal olarak bunların anayasaları da olamaz. Böyle toplumlar henüz etnisite, etnik grup düzeyinde kalmış toplumlardır.
Anayasaların genellikle en başında, bu anayasanın hangi milletin anayasası olduğu ve bunu hazırlayan milletin başkalarından ayrı ve farklı bir millet olduğu vurgulanır. Örneğin Alman Anayasası şöyle bir girişle başlar: ‘Tanrı ve insanlar karşısındaki sorumluluğunun bilincinde olan Alman Milleti, Anayasa yapma yetkisine dayanarak, kendi özgür iradesiyle bu Anayasayı kabul etmiştir.’ Bence bu güzel bir giriştir. Bizim anayasamızın da benzer bir girişle örneğin: ‘Allah, tarih ve insanlık önündeki görev ve sorumluluklarının bilincinde olan Büyük Türk Milleti, Anayasa yapma yetkisine dayanarak ve kendi özgür iradesiyle bu Anayasayı kabul etmiştir.’ gibi bir girişle başlaması herhalde hoş ve doğru bir şey olurdu.
İnsan, toplumsal bir varlıktır; çünkü toplum içinde yaşamaya ihtiyacı vardır. Yeryüzünde tek başına ihtiyaçlarını karşılayabilmesi ve varlığını sürdürebilmesi mümkün değildir. İnsanoğlu, içgüdüsel olarak da kendisini en iyi ancak bu şekilde kanıtlayabileceğini, koruyabileceğini, korunabileceğini, geliştirip, gerçekleştirebileceğini, bunun kendisi için iyi ve güzel sonuçlar doğurabileceğini bilir. Bu yüzden de tarih boyunca aileden başlayarak, kavim ve kabililere, millet ve devletlere, ümmetlere kadar farklı büyüklüklerde değişik birliktelikler, basit ve karmaşık, doğal veya suni topluluklar oluşturmak, bilinçli ve sistemli yapılar kurma gereğini duymuştur. İnsanoğlunu en başından itibaren bu yola yönelten, bu adımları atmaya, bu şuura erişmeye sevk eden şey, kendisini koruma, geliştirme, varlığını gerçekleştirebilme ve ispat edebilme içgüdüsü ve ideali olmuştur.
Allah da Kur’an’da insanları tek bir erkek ve tek bir kadından yarattığına, daha sonra da onları ailelere, boylara, soylara, kavim ve kabilelere, uluslara, milletlere, ümmetlere ayırdığına dikkat çekmektedir. Kur’an’da bunun insanların birbirlerine karşı bunlarla övünmeleri, gururlansınları, büyüklük taslamaları için değil, insanların birbirlerini daha iyi ve yakından tanımaları, bilmeleri, birbirleriyle daha kolay tanışıp, ünsiyet edebilmeleri, karışıp kaynaşabilmeleri için böyle yapıldığına işaret edilmektedir. İnsanlar yine aynı ayette, gerçek üstünlüğün kan, ırk, aile, boy, soy, kavim, kabile mensubiyeti ve bağlarıyla değil, insan olarak yaratılış amacına ne kadar uygun davranılıp davranılmadığıyla, görev ve sorumlulukların ne kadar, nasıl ve ne ölçüde yerine getirilip getirilmediğiyle ölçüleceği konusunda açıkça uyarılmaktadırlar (Hucurat Suresi, Ayet: 13).
Millet, ortak geçmişe ve geleceğe sahip insan topluluğudur. Millet, yalnızca belli bir dönemde belli bir coğrafyada yaşayan insanları değil, farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşasalar da aynı inanç ve idealleri paylaşan herkesi, hatta ölmüş kitleleri ve henüz doğmamış çocukları, geçmiş ve gelecekteki kuşakları da içine alan soyut bir kavram, manevi bir varlıktır.
Oradan buradan akan küçük pınarların, akarsu kollarının birleşerek büyük nehirleri, daha sonra gölleri ve denizleri oluşturması gibi parça parça insan grupları da oradan buradan toplanarak belli bir coğrafya üzerinde yaşama ve mesut olma şartlarını oluşturmaya çalışırken birleşirler, ayrı ve ortak bir karakter kazanırlar. Bu birleşik kütlelerin zaman içinde müşterek hareketleri, başarıları, felaketleri, sevinçleri, acıları, hatıraları millet olmanın temel şartı olan müşterek tarihi meydana getirir. İhtiyaçlardan ve zorunluluklardan kaynaklanan bu birlikteliklerde çoğu zaman başlangıçta böyle bir hedef de bulunmaz. Örneğin bugünkü Amerika Birleşik Devletlerini kuran değişik milletlere ve toplumlara mensup insanların hiç birisi bugünün vatanını ve devletini kurma amacıyla buralara gelmemişlerdi. Sürgün, ekmek ve altın arayıcılığı gibi sebepler onları bu coğrafyaya atmıştı. Anadolu’nun Türkler tarafından fethedilip vatan haline getirilmesindeki sebep te din olmuştur. Coğrafyanın vatan, insan yığınlarının millet olabilmesi kolay bir iş değildir. Bunun için din, aile, ahlak, irfan, dil, edebiyat, sanat, hukuk, devlet, ekonomi, örf, adet, gelenek, görenek gibi pek çok kurumların meydana getirilmesi, ortak duygular, inançlar, hedefler, idealler, davranışlar oluşturulması gerekir. Bu da ancak büyük fedakârlıklar, çileler, eziyetler ve sonsuz kahırlar sonucu oluşabilir (Arık, Remzi Oğuz, Coğrafyadan Vatana, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını, Ankara, 1983, s.12-13).
Dünyada ve özellikle Avrupa’da millet ve devlet kavramlarının içeriği, ortaya çıkışı ve ifade ettiği anlamlar arasında önemli farklılıklar vardır. ‘Millet’ ve ‘milliyet’ gibi kavramların Avrupa dillerine girmesi ve bugünkü bilimsel ve ideolojik anlamlarını alabilmesi ancak yakın zamanlarda mümkün olabilmiştir. Avrupa’da devlet kavramı millet kavramından çok daha önce ortaya çıkmıştır (Paul Henry, Le probleme des nationalites, Paris, 1937, s.17).
Nationalite (milliyet) kelimesi Fransız Akademi sözlüğüne ilk defa 1835 yılında girmiş, Almancadaki Nationalitat tabiri de bu Fransızca kelimeden Alman şivesine uydurulmuştur. Ondokuzuncu asrın başlarından itibaren değişik doğu, orta ve batı Avrupa dillerinde de karşılık bulmaya başlayan ‘milliyet’ kelimesinin gerçekte ne anlama geldiğini hiç kimsenin doğru dürüst bilmiyordu. Rus yazar Pletkov, Rusca’da ‘milliyet’ anlamına gelen ‘narodnost’ kelimesini açıklamaya çalışırken şöyle ifadeleri kullanmaktadır: ‘Bu kelimenin ne anlama geldiğini iyi bilmiyoruz ama herhalde bu kelimenin ahenginde bizim için yepyeni ve yeniliğinden dolayı henüz ibtizale uğramamış bir şeyler olduğu muhakkaktır’. Gerçekten de millet ve milliyet kavramları ortaya çıktıktan sonra dünyada çok etkili olmuş, özellikle 1848’den itibaren Avrupa haritasının tadil ve tanzimi de bu yeni prensibe göre şekillenmeye başlamıştır.
Millet ve milliyet kavramlarındaki bu belirsizlik ve müphemiyet, ilk zamanlar bu kavramlar etrafında geniş yorumlar yapılmasına yol açmış ve gerçekle hayal arasında bir takım sistemler kurulmasına sebep olmuştur. Pangermanizm (Alman birliği), Panislavizm (Slav birliği), Panlatinizm (Latin birliği) gibi geniş nazariyeler bu ölçüsüz sistemlerin en meşhurlarındandır. Gerçekleşme ve uygulanma imkânı olmayan duygusal ve hayalci safhalar geçildikten sonra milliyet prensibine akli ve ilmi bir mahiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Millet ve milliyet kavramlarının değişik milletler açısından farklı tanımları yapılırken birbirine rakip ve düşman milletlerin bilim adamları arasında tarihi münakaşalar cereyan etmiş, fakat dünyadaki bütün milletler için geçerli sayılabilecek tek bir millet ve milliyet tanımı yapılamamıştır. Yani milletin yalnız bir tanımı yoktur, milletten millete değişen birçok tanımları vardır. Örneğin, kendi milletlerini ve milliyetlerini Fransızlar ‘kültür’, Almanlar ‘ırk’ esasına dayanarak açıklamaya çalışırken, İsviçreliler ‘vatan’, Romanyalılar ‘dil’, Avusturyalılar ise Alman Protestanlığına karşı varlıklarını koruyabilmek için Katolikliğe dayanan ‘mezhep’ esasına dayanarak açıklarlar.
Bu farklılığın nedenlerini her şeyden önce milletlerin teşekkülünde amil ve etkili olan tarihi şartlarda aramak gerekir. Milletlerin ve milliyetlerin oluşumunda etkili olan esaslar ve bağlar milletten millete değişiklikler gösterir. Bu yüzden millet ve milliyet tanımlarının milletten millete değişmesini doğal kabul etmek gerekir. Bilim adamlarınca bir milletin var olup, yaşayabilmesi için o milleti oluşturan fertlerin şahsi fikir, inanç, kanaat ve değerlerinden daha üstün bir fikre, ortak değer ve kanaatlere inanıp bağlanmaları, birleşmeleri gerektiği, tarihin bütün büyük hareketlerinin ve milletlerinin birbirine sağlam bağlarla bağlanmış kütleler tarafından oluşturulduğu kabul edilmektedir. Bu yüzden bazı bilim adamları milleti, herhangi bir esas etrafında toplanmış mütesanid insan kütlesi olarak tanımlarlar. Bu bağ bazen din, bazen dil, bazen ırk, bazen kültür, bazen vatan, bazen kültür, bazen mezhep bazen de daha başka ortak değerler olabilir. Örneğin, Fransız milleti türlü ırkların birbirine karışmasından oluştuğu için, Fransız milletinin ve milliyetinin belli bir ırk temeline dayandırılabilmesi mümkün değildir. Alman, İtalyan ve Fransız kantonlarında ayrı ayrı dillerin konuşulduğu ve bu nedenle birkaç resmi dilin bulunduğu İsviçre’de milliyet prensibi olarak ‘dil’in ölçüt alınması, kantonlardan oluşan Konfederasyonun yıkılmasını istemekten başka bir anlama gelmez.
Her hangi bir topluluğun millet sayılabilmesi için illa bu bağlayıcı unsurların hepsinin aynı anda bir arada bulunması da gerekmez. Bu bağlardan, prensiplerden, esaslardan yalnızca biriyle bile birbirine bağlanmanın bazı toplumların millet olmalarına yettiğini görüyoruz. Bazı milletler bu bağlardan sadece biriyle birbirlerine bağlı iken, bazıları birden fazla bağlarla bağlanmışlardır. Elbette daha fazla bağlarla birbirine bağlanmış fertlerden oluşan milletler diğerlerine göre daha sağlam, daha sıkı ve daha güçlü bir millet yapısı oluşturacaklardır. Fakat bu arada milleti ve milliyeti oluşturan bu bağların sayısı kadar fertlerin bu bağlara verdikleri önemin ve değerin de büyük öneminin olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.
Millet ve milliyet kavramlarının Avrupa’da ortaya çıkıp yeni anlamlar kazanması, bütün dünyayı etkilemesine bizim aydınlarımız ister istemez ilgisiz kalamamışlar, onlar da kendilerine göre millet, milliyet, Türklük ve Türk Milleti tanımları yapmaya çalışmışlardır. Fakat Avrupa’da çeşitli diller konuşan muhtelif ırk kırıntılarının birbirine karışmasıyla belli coğrafyalarda bir araya gelip suni ve siyasi teşekküller oluşturan milletlerin millet ve milliyet anlayışlarıyla Türklüğü ve Türk milletini aynı kefeye koymak, aynı şekilde değerlendirmek mümkün değildi. Türk milleti, sayısız etnik grupların binlerce yıldan beri çok çeşitli bağlarla ve muazzam bir tarih birliğiyle birbirine bağlanması, İslamdan ve çeşitli kültür dairelerinden aldığı tesirlerle karışıp kaynaşması, milli bir kültür, kimlik, kişilik ve özellik peyda etmesiyle meydana gelmiş, oluştuğu coğrafyadan etrafa taşıp yayılarak etkisini bütün dünyada hissettirmiş kendine has çok farklı bir millet ve milliyet yapısına sahipti. Türklüğü ve Türk milletini çok sınırlı ve basit bağlarla birbirine bağlı diğer suni ve siyasi oluşumlarla, tanımlanması çok kolay milliyetlerle kıyaslamak, onlar gibi görmek ve göstermek hiç te doğru bir yaklaşım değildi. Bu yüzden Avrupalıların kendi siyasi ve tarihi bünyelerine uygun olarak geliştirdikleri millet ve milliyet tanımları, asla Türklük ve Türk milleti için geçerli olamazdı. Ama bizim çok sığ, yetersiz, Batı hayranı ve taklitçisi aydınlarımız bunu fark edebilecek entelektüel birikime sahip değillerdi.
Millet ve milliyet fikri dünyanın başka ülkelerinde ortak bir fikir birliği, inanç ve düşünce esası olduğu halde, bizde bir tefrika ve ihtilaf sebebi haline gelmiştir. Türk aydınlarının millet ve milliyet anlayışları ve tanımlamaları arasında dünyanın hiç bir yerinde rastlanamayacak kadar, bazen de düşmanlık derecesine varan farklılıklar, ihtilaflar bulunmaktadır. Bizdeki milliyetçilik iddiasında bulunanlara bakıldığında bunların zihinlerinde ortak, belirgin, kararlı ve oturmuş bir millet ve milliyet kavramının, anlamının ve tanımının olmadığı, Batılıların etkisi altında kendi kişisel görüş ve anlayışlarına göre çeşitli ve birbirine zıt millet, milliyet anlayışları ve tanımları uydurmaya çalıştıkları görülür. Bazılarının millet ve milliyet ölçüsü ‘ırk’ iken, bazılarınınki ‘dil’, bazılarınınki ‘kültür’, bazılarınınki ‘vatan’, bazılarınınki ‘Turancılık’, bazılarınınki ‘Anadolululuk’, bazılarınınki ‘vatandaşlık’ olabilmektedir. Öyle ki ‘Türkçülüğü’ veya ‘Turancılığı’ esas alanlara arasında bile dağlar kadar farklar olduğu, bizde yalnızca bir türlü değil, pek çok türlü ‘Türkçülük’ ve ‘Turancılık’ olduğu görülür. Medyaya, basın yayın organlarına, hatta devletin resmi yayın organlarına, resmi belgelerine, ders kitaplarına bakıldığında bile birbirine aykırı, taban tabana zıt, baş döndürücü, rengârenk bir millet, milliyet, Türklük tanımları mozayiği ile karşılaşılır. Batıdan etkilenilerek geliştirilmeye çalışılan bu isabetsiz millet ve milliyet tanımlarının Türk milleti nezdinde fazla bir rağbet gördüğü söylenemez (Türklük Meseleleri, İsmail Hami Danişmend, İstanbul Kitabevi, İstanbul, 1976, İkinci Baskı, sayfa: 11-17).
ORTAK MİLLİYETİMİZ TÜRKLÜK!
Anayasa yapabilmek, daha doğrusu anayasa yapabilecek yeterliğe sahip olabilmek için öncelikle millet olmak, hatta milletin organize olmuş şekli demek olan devlet haline gelmiş olmak gerekir. Adı, dili, bayrağı, yönetim şekli, milliyeti gibi konularda tam bir anlaşmaya ve uzlaşmaya varılamamış bir devlet ve millet için nasıl anayasa yapılabilir? Biz acaba bu konularda tam anlaşmış durumda mıyız?
Bu konularda en yetkili ağızlarımızdan en iyi niyetle dökülen, en masum kelimelerde ve cümlelerde bile ayrılık, gayrılık, farklılık havaları esmesi hiç hayra alamet olmadığı gibi, pek çok önemli konuda fikir ve anlayış birliğine, uzlaşmaya varamadığımızın işaretidir, bizim gibi çok eski ve köklü bir millet için bu durum son derece üzücü, düşündürücü ve tedirgin edicidir. Büyüklerimiz sık sık diyorlar ki: ‘Bu ülkede yaşayan Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arabıyla bütün insanlar, hepimizin kardeşiz!’. ‘Türk bayrağı rengini sadece Türkün değil, Kürdün, Lazın, Gürcünün, Çerkezin, Arnavutun, Romanın vs nin kanından da almıştır.’ Bu sözleri duyan bir yabancı, bu ülkede birbirinden farklı yüzlerce millet yaşadığını zanneder. Eğer biz tek bir millet ve devlet olamamışsak niçin, kiminle ve nasıl anayasa yapacağız? Eğer bu ülkede bu kadar çok farklı millet yaşıyorsa bunların hangisi için anayasa yapılacak? Öyleyse ne dememiz gerekiyor diye sorulabilir. Bana göre ‘Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Boşnağıyla, Arabıyla bütün insanlar, hepimiz Türk’üz!’ demeliyiz, diyebilmeliyiz. Zaten eğer bunu diyemiyorsak, o zaman biz millet olamamışız, ya da millet olma özelliklerimizi çoktan kaybetmişiz demektir. Böyle bir durum var olma hakkını kaybetmekten, başka nice milletler gibi tarihin dışına atılmayı hak etmekten başka bir sonuç doğurmaz. Böyle kuru kalabalıklara devlet de, anayasa da gerekmez,
Türklük, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik vb gibi kavramları doğru doğru dürüst anlayabilmek ve yerli yerine oturtabilmek için öncelikle millet, milliyet, ümmet, etnisite, kavim, kabile, boy, soy, ulus, uruk, turuk gibi kavramları iyi bilmek, doğru anlamak gerekir.
Türkiye’de milletler yoktur, tek bir millet vardır, o da büyük Türk Milletidir. Türklük, etnik bir grubun adı değildir, hiçbir zaman da olmamıştır. Türk Milleti tarihin binlerce yıllık derinliklerinden, sayılamayacak kadar çok etnik grubun birleşmesiyle, tarih ve kültür birliği içinde aynı potada eriyip kaynaşmasıyla, birçok millet oluşturucu unsurun katkısıyla oluşmuş dünyanın en eski, en köklü, en şerefli milletlerinden biridir. Türk Milleti, Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü, Arnavut, Roman, Oğuz, Kazak, Kıpçak, Tatar, Azeri, Özbek gibi etnik grupların ve tarih içinde bunlar gibi belki daha binlercesinin belli değerler etrafında birleşmesiyle oluşmuş bir büyük birliğin adıdır. Türk milletini etnik bir unsur durumuna indirgeyen, Türk kimliğini etnik bir kimlik gibi gösteren bu gibi kötü, olumsuz, uğursuz anlamlar ve çağrışımlar uyandırabilecek anlayış ve söylemler, hiçbir şekilde tarihi gerçeklerle örtüşmediği ve bağdaşmadığı gibi, her ne kadar iyi niyetle de söylense birleştiricilikten uzak, Milleti birlik ve beraberliğe çağırırken bile bölen, parçalayan, çok yanlış, tehlikeli ve ayrıştırıcı, ikilik, ayrılık gayrılık havalarından başka bir şekilde nitelendirilemez.
Türklük bir milliyettir. Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik, Gürcülük gibi kimlikler ise etnisitedir. Türk Milletini oluşturan unsurlardan, onun parçalarından biridir. Parçayla bütünü aynı şey saymak, aynı kefeye koymak nasıl mümkün olabilir? Bütünü anlayıp kavramadan, parça anlaşılamayacağı gibi, bir bütün parçadan yola çıkarak da anlaşılıp kavranamaz. Herkesin, hepimizin sayısız aidiyetleri vardır. Geldiğimiz etnik grup, doğduğumuz şehir, okuduğumuz okul, cinsiyetimiz, tenimizin rengi, işimiz, mesleğimiz, medeni durumumuz vs hep birbirinden farklıdır ve buna göre köylü, şehirli, evli, bekar, baba, oğul, dede, torun, kadın, erkek, doktor, mühendis, işçi, berber, Laz, Gürcü gibi herkes için onlarca aidiyet söz konusu olabilir. Orhun Abidelerinde veya Dede Korkut hikayelerinde Oğuz Milleti, Tatar Milleti, Kırgız Milleti vb şekilde kullanıldığı gibi bu etnik aidiyetler için zaman millet tabiri kullanıldığına da şahit olabiliriz. Fakat bundan etnik unsurların gerçek anlamda millet oldukları anlamı çıkmaz. Bunlar günlük dilde de sık sık kadın milleti, erkek milleti, şoför milleti, doktor milleti, köylü milleti, şehirli milleti tarzındaki kullanımlarımızda olduğu gibi mecazi ifadelerdir. Asla devleti ve anayasası olan gerçek anlamda bir milleti ve milliyeti ifade etmezler. Millet ve milliyet tek olur, bir tane olur. Bizim milletimiz de Türk Milleti, milliyetimiz ise Türklüktür. Asırlardan beri hepimiz bunu benimsemişizdir ve hiç birimiz bunun tartışma konusu yapılmasını istemeyiz. Dolayısıyla yeni anayasada da asla milletimizin, milliyetimizin, milletimizin adının, dilinin, dininin, bayrağının, kısacası bizi biz yapan, milletimizi millet yapan unsurların tartışma konusu yapılmaması gerekir. Eğer biz bunlarda doğru dürüst anlaşamamışsak millet olmayı, devlet kurmayı, anayasa yapmayı zaten hak etmemişiz demektir.
Etnik kimlik, insanın bilinçli olarak kendisinin seçmediği, bir daha asla da değiştiremediği, doğuştan gelen bir kimliği, aidiyetidir, değişmez, değiştirilemez. Ama millet ve milliyet insanın şuurlu bir seçimi ve tercihidir, değişebilir, değiştirilebilir. Mesela bir insanın damarlarında hangi oranda, ne kadar hangi etnik grubun kanı dolaşıyorsa o oranda o etnik gruptandır. Bir etnik grupla arasında kan bağı olmayan bir kimse, ne kadar istese de o etnik gruptan olamaz. Örneğin ana ve baba tarafı tamamen Kürt, Laz, Arnavut, Çerkes vs olan bir kimse yüzde yüz o etnik kimliğe mensuptur. Kendisinin seçmediği bu etnik kimliği ve aidiyeti değiştirebilmesi de mümkün değildir. Etnik kimlik doğuştan nasıl gelmişse odur, asla değiştirilemez. Ama Türklük böyle bir şey değildir. Hiç birimiz başka bir etnik gruptan olamayız ama hepimiz Türk olabiliriz. Örneğin her Kürt aynı zamanda Türk’tür ama her Türk Kürt olamaz, olması da gerekmez. Türklük bizim ortak kimliğimiz, milletimiz ve milliyetimizdir. Türklük, bir kan, ırk, dil meselesi değil, bir bilinç ve şuur meselesidir. Kim kendisini ne kadar Türk hissediyorsa, o kadar Türk’tür. Rengi, ırkı, dili çok farklı da olsa, atası dedesi içinde hiç Türk bulunmasa da her isteyen Türk olabilir.
Türklük, ilk ortaya çıktığı andan itibaren çatısı altında topladığı bütün etnik unsurların, boyların, soyların, kavim ve kabilelerin, ayrıca daha kim gelecekse hepsinin ortak adı olmuş, hepsini birleştiren, hepsine kol kanat geren, kollayan, gözeten, geliştiren, var eden bir üst kimlik olarak ortaya çıkmış ve bugüne kadar öyle gelmiştir. Tarih boyunca Türk adı altında birleşen, o şerefli adı bir üst kimlik olarak benimseyen bütün etnik gruplar için bu böyle olduğu gibi Kürtler için de hep böyleydi. Nitekim bir Kürt şairimiz kendisini ve Türk Kürt ilişkisini şöyle anlatmış:
Türk ile Türküm, Kürt ile kürdüm.
Evimde koyunum, dağlarda kurdum.
Şairin dediği gibi bir Kürt, rahatlıkla Türk ile Türk olabilir, ama eğer kan bağı yoksa herkes örneğin Laz ile Laz, Arnavutla Arnavut, Arapla Arap olamaz. Fakat bunların hepsi Türklük ortak paydasında buluşabilirler ve asırlarca da buluşmuşlardır. Türklüğün bir etnik kimlik durumuna indirgenmediği, aksine bütün Müslümanların siyasi, sosyal, hukuki, ekonomik, askeri vb birliklerini, beraberliklerini, bütünlüklerini, güç, kuvvet ve kudretlerini temsil ettiği dönemlerde hangi etnik kökenden gelirse gelsin herkes kendisini rahatlıkla Türk sayar, Türk görürdü. Herkes bu birliği bozmaya kalkmanın dünyalarını da ahıretlerini de yıkacağının çok iyi farkında ve ayırdındaydı. Onlar:
“Allah’a ve Peygamberine itaatten, duyarlılık ve bağlılık göstermekten ayrılmayın! Birbirinizle çekişmeye girmeyin, didişmeyin, birbirinize düşmeyin! Yoksa zayıflar, gevşer, çözülür, dağılır, yılgınlaşır, korkaklaşırsınız, cesaretiniz sönüverir, başarısızlığa uğrarsınız da gücünüz, kuvvetiniz, devletiniz elden gider. Zorluklara, güçlüklere karşı da sabırlı ve dirençli olun! Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46) ayeti kerimesinin işaret ettiği anlamları bünyesinde taşıyan Türklüğe candan ve gönülden bağlıydılar. Bu ayeti kerime bize ortak milliyetimizi, aidiyetimizi yeni anayasada da Türklük olarak belirlememiz, bu konuda en ufak bir tereddüt göstermememiz, daha küçük kimlikler ve aidiyetler arayarak bölünüp parçalanmamamız gerektiği konusunda uyarıcı ve yol gösterici olmalıdır. Kendisini asırlardır Milleti İbrahim diye tanımlamış, Türklüğü de öyle anlamış, öyle görmüş bu millet Türklükten daha azına asla razı olmaz. Ama daha büyük, daha geniş, daha kapsayıcı başka bir birlik ve beraberlik söz konusu olursa ancak onu düşünebilir ve değerlendirebilir.
Türk-Kürt ilişkisi bir parça ve bütün ilişkisidir. Türk bir bütündür, Kürt onun parçasıdır, bir uzvudur. Hiçbir şeyin parçası ait olduğu bütünü kapsayamaz, içeremez ama bütün o parçayı da içerir. Hatta o bütünü oluşturan parçalar tek tek bir araya getirilip, matematiksel olarak toplansalar bile yine de tam olarak o bütünü ifade edemezler, karşılayamazlar. Bütün, kendisini meydana getiren parçaların toplamından çok daha fazla ve çok daha başka bir şeydir.
Alman bilim adamı Max Wertheimer (1880-1943) tarafından temellendirilen daha sonra değişik bilim adamlarının katkılarıyla geliştirilen gestaltçı, bütüncü yaklaşım bu gerçeği daha iyi anlamamıza ve açıklamamıza yardımcı olabilir. Gestaltçı (bütüncü) kurama göre, bir bütün sadece onu meydana getiren parçaların toplamından ibaret bir şey değildir. Bu yüzden tek tek parçalardan yola çıkarak bir bütünü doğru olarak algılamak ve anlamlandırmak mümkün olamaz. Çünkü bütün, tek tek parçalardan ve o parçaların bir araya getirilip toplanmasından çok daha fazla ve çok daha farklı bir şeydir. Biz bir insana, bir portreye bakarken burun, göz, kulak, dudak, saç gibi tek tek organları değil, bütün bir insanı veya portreyi görür ve algılarız. Bütünü de parçalara ayrıştırarak değil, bütünlük içinde ve anlamlı, örgütlenmiş bir bütün halinde algılarız. Bir melodiyi onu oluşturan notalardan her birini öğrenip bellekte tutarak değil, notalar arası harmoniyi, melodiyi veren notaların oluşturduğu orijinal bütünü belleğimizde tutarak algılar ve tanırız. Bir orkestranın çaldığı bir beste dinlenirken, her bir müzisyenin tek tek katkısı değil, hepsinin katkısıyla ortaya konan müzik eseri dinlenir. Bütünü ayrıştırıp parçalardan yola çıkarak tam olarak anlayabilmek mümkün olamaz. Çünkü bütünün parçaları arasında değişken bir ilişki vardır ve bir bütün, onu oluşturan parçaların toplamından daha ayrı ve farklıdır. Örneğin, herhangi bir yemek pişirildiği zaman, ortaya içine konulan yiyeceklerin toplamından daha değişik bir şey çıkar. Tüm zihinsel faaliyetlerde anlam, durumun bütününün algısından çıkar. Hiçbir parça, bütünün içerdiği özelliklere sahip olamaz. Bütün anlaşılmadan da parçalar doğru dürüst anlaşılamaz. Eğer bütün önce parçalara ayrılır, öğelere bölünür, ondan sonra da bunlar toplanarak algılanmaya çalışılırsa, anlam gözden kaçar. Çünkü bütün, kendini oluşturan parçaların toplamından daha fazla, daha farklı ve daha büyüktür.
Türklük de tarih içinde onu meydana getiren unsurların toplamıdır ve o parçalardan çok daha farklı, çok daha fazla, çok daha üstün bir şeydir. Hatta bazıları bu oluşumun hala devam ettiğini, kıyamete kadar da gelişerek devam edeceğini öne sürmektedirler. Bu bütünü, bu oluşumu tam olarak anlamadan, kavramadan, onu meydana getiren ve kendisinin ayrılmaz birer parçası olan unsurlara ayrıştırarak anlayabilmek, kavrayabilmek ve anlamlandırabilmek mümkün olamaz. Bu nedenle parçayla bütün mesabesindeki etnik kimlikle milli kimliği, örneğin Kürtlükle Türklüğü, Kürt’le Türk’ü kıyaslamaya, karşılaştırmaya veya birbirinden ayırmaya, ayrıştırmaya kalkmak son derece yanlış ve abesle iştigal sayılabilecek işlerdendir. Bu gerçeğe rağmen bazıları Türklüğü bir etnisiteymiş gibi göstermeye, Kürtlük, Lazlık, Çerkezlik gibi etnisitelerle, kimlik ve aidiyetlerle aynı kategoriye koymaya kalkıyorlar, buradan yola çıkarak da herkesin Türklükte değil, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı üst kimliğinde buluşması, birbirine bağlanması gerektiğini savunuyorlar. Fakat bu çok yanlış ve sakat bir düşüncedir. Türklük, onu oluşturan unsurlar arasında Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağıyla bağlı olmaktan çok öte, çok daha fazla, çok daha ileri ve çok daha güçlü bir bağdır. Dünyadaki bütün Türkler, Türkiye Cumhuriyetine vatandaşlık bağı ile bağlı değildir. Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında olup da kendisini Türk sayan, Türk hissedenlerin sayısı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından kat kat fazladır.
Türk Milleti olarak biz, Türk ortak kimliğimizi asırların birikimiyle aynı tarih, aynı kültür, aynı dünya görüşü, aynı inançlar, aynı amaç ve idealler, aynı ortak değerler, aynı çıkar ve menfaatler vb gibi unsurlar etrafında birleşerek, bütünleşerek kazanmışızdır. Bu şekilde de dünyanın en Türk Milleti olduk. Bu hiç de basite indirgenecek ve küçümsenecek bir şey değildir. Özellikle bugünün dünyasında herkesin daha büyük aidiyetler, birliktelikler aradığı, bu şekilde daha mutlu, huzurlu ve güvenli bir şekilde varlığını korumaya, geleceğini güvence altına almaya çalıştığı bir evrede yaşıyoruz. Avrupa’da, Amerika’da dünyanın ileri ve gelişmiş ülkelerinde bile herkes daha büyük kimlikler ve aidiyetler peşinde koşarken, bizim ortak Türk kimliğimizi, aidiyetimizi, Türklüğümüzü bırakıp, bir tarafa atarak kendimize yeni etnik kimlikler ve aidiyetler aramaya kalkmamız, anlamsız yere bunları öne çıkararak çatışma, bölünme, parçalanma, ideoloji konusu yapmamız, bizi biz yapan ortak değerlere, geçmişimize, geleceğimize saygısızlık, ihanet, hepimizi toptan tehlikelere, felaketlere sürükleyecek büyük bir çılgınlı, helak edici bir aptallık, ahmaklık, akılsızlık, mantıksızlık değil de nedir? Etnik aidiyetimiz, kendi tercihimiz olmayan, doğuştan gelen, hiçbir zaman azalmayacak, çoğalmayacak, değişmeyecek olan bir kimliğimizdir. Esas korunması, kollanması, geliştirilmesi gereken ortak kimliklerdir. Bize düşen de etnik kimliklerimizi öne çıkarmak yerine, kendisini oluşturan bütün etnik kimlikleri içinde barındıran, kapsayan, kuşatan, koruyan, kollayan, var eden Türk ortak kimliğimizi daha fazla geliştirmeye çalışmaktır. Çünkü bu ortak kimlik geliştikçe, güçlendikçe diğerleri de gelişip güçlenecektir.
Son dönemlerde Türk ortak kimliği yerine Arap, Arnavut, Tatar, Çerkez, Laz, Gürcü, Abaza, Çeçen, Kürt gibi alt kimliklerin ve etnik kökenlerin öne çıkarılmaya çalışılması, insanlarımızın daha çok bu alt kimliklerle tanınıp bilinmeyi, tanımlanmayı tercih eder olmaları, hatta bunların birbirine rakip ve düşman hale getirilmek istenmesi hiç de hayra alamet değildir. Bu tür tutum ve davranışların, politika ve uygulamaların tarih boyunca bize hiçbir faydası olmamış, hep zararı olmuş, hepimizin başına sayısız ölçüsüz felaketler getirmiştir. Bizim dünya üzerinde yaşayan toplumlardan çok daha fazla birlik ve beraberliğe, kenetlenme, dayanışmaya ihtiyacımız vardır. Şimdi dünyada herkes daha büyük birlikler oluşturmaya, dolayısıyla daha üst kimlikler ve aidiyetler edinmeye çalışırken, bizim kalkıp bunun yerine ikilik, ayrılık, gayrılık, senlik, benlik havaları çalmamız, bu uğursuz havaları çalanlara kulak ve gönül verip dinlememiz, bunlarla oyalanıp, enerjimizi böyle boş şeylere harcayıp vakit kaybetmemiz, son derece yanlış ve tehlikeli bir gidişattır. Bu memlekette ikilik, ayrılık, gayrılık havası çalmak, hem sözde kendileri adına hareket edildiği, dava güdüldüğü iddia edilen gruplara, etnisitelere, hem de toplumun tamamına yıkımlardan, felaketlerden, acılardan, çilelerden başka bir şey getirmemiştir, bundan sonra da başka bir şey getirmesi mümkün değildir.
Rahmetli Hocam Ali Yakub Cenkçiler her zaman: ‘Azizim! Türk Milletine ve Türklüğe kim ihanet etmişse iflah olmamıştır, olamaz!’ derdi. Aslen Arnavut asıllı olmasına rağmen, çok büyük bir Türklük bilincine sahip olan ve hiçbir zaman delilsiz, mesnetsiz, kanıtsız konuşmayan Hocam, buna örnek olarak da Kırım Tatarlarını, Arnavutları, Arapları ve Türklüğü etnik milliyetçilik konusu haline indirgeyenleri gösterirdi. Osmanlı Devleti’nde Türklüğe ilk ihanet eden etnik unsur Kırım Tatarları olmuştu. Aslında ihanete Kırım halkı ve Tatar Milleti ortak değildi. Kırım Hanı, sırf kişisel kaprisleri yüzünden: “Siz bu Osmanlı’nın bize itdüği cevri bilmezsiniz. Bu düşmanın kovalanması benim için hiçbir şeydir. Bu yaptığımın dinimize ihanet olduğunu da bilirim. Ama isterim ki, onlar kaç paralık adam olduklarını görsünler de Tatarın kıymetini anlasınlar!” diyerek korumakla görevli olduğu Tuna Nehri üzerindeki köprüden Viyana’ya yardıma gelen Haçlı Ordusunun geçmesine bile bile seyirci kaldı. Bu hareketiyle Osmanlı Ordusunun arkadan vurulmasına, Viyana bozgununa, Türk Milletinin kaderinin ve tarihin ters dönmesine sebep oldu. Murat Giray Han’ın bu ihanetinin bedelini yalnız kendisi değil, bütün Tatar Milleti ödedi, hala da ödemeye devam ediyor. Bu olaydan sadece yüz yıl sonra Kırım Hanlığı tarih sahnesinden silindi. Tatarların bugün de devam eden büyük felaketlerinin temelinde bu ihanetin de küçümsenmeyecek bir rolü vardır. Türklüğe ikinci ihanet eden Müslüman unsur Arnavutlar, daha sonra da Araplar oldular. Her ikisi de Türklük bünyesi içindeyken saygın birer millettiler. Arnavutların bağımsızlıklarını ilan etmelerinin üzerinde daha birkaç yıl geçmeden ülkeleri ve milletleri işgale uğrayarak paramparça oldu. Bugün Arnavutluk’ta yaşayan Arnavutlardan çok daha fazlası komşu ülkelerde yaşıyor, iki yakaları bir araya gelmiyor. Ya Araplar? Eskiden, Osmanlı Devleti döneminde tek bir Arap milleti vardı. Onlar da ayrı bir millet olmak, ayrı bir devlet kurmak sevdasına kapıldılar ama doğru dürüst ne bir millet olabildiler, ne de bir devlet kurabildiler. Arap milleti paramparça edilerek, yönetimleri ve rejimleri birbirine düşman, 24 ayrı parçaya bölündüler. Hepsini derlesen toplasan tek bir millet de tek bir devlet de etmez. Ayrılık gayrılık fitnesi bir yere girdikten sonra nerede duracağı belli olmaz, böyle bir toplumun bir daha derlenip toparlanması da kolay değildir. Bu yüzden Türk Devlet töresinin Orhun Yazıtlarında da ifadesini bulan en temel ilkelerinin ve yönetim sorumluluğunu üstlenenlerin en temel görevlerinin başında: ‘Milleti bölmemek, birleştirmek, parçalamamak, bütünleştirmek, milleti oluşturan unsurları ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek!’ gelmektedir.
Ali Yakup Hocam, Türklüğü etnik bir yapıya indirgeyen, ırkçı bir ideolojiye temel yapan Türkçülük anlayışlarını da Türklüğe en büyük zararı veren ihanetlerden biri olarak görürdü. Türklüğün ve Müslümanlığın birbirinden ayrılmasını, hele bunun bir de Türklük ve Türkçülük adına, Türklüğe ve Türk Milletine hizmet görüntüsü altında yapılmasını, bu millete bilerek veya bilmeyerek yapılmış ve yapılabilecek kötülüklerin ve ihanetlerin en büyüğü olarak görürdü. Çünkü oluşumunu İslamiyetle tamamlamış, kıvamını, kimlik ve kişiliğini İslamiyetle bulmuş olan Türklüğün Müslümanlıktan ayrı olarak var olabileceğine, yaşayabileceğine imkan ve ihtimal vermezdi. Dışarıdan Türklüğe ve Müslümanlığa yönelik tehdit ve tehlikelerin nispeten kolay üstesinden gelinebileceğine, ama içeriden Türk milletini oluşturan etnik gruplardan birinin ırkçılık ve kavmiyetçilik hastalığına yakalanmasının çok daha zararlı sonuçlarının olabileceğine, bunların ana bünyeye ve gövdeye verdikleri zararlardan çok daha fazlasını kendilerine vereceklerine işaret ederdi. Ana bünyenin içinden ve ana bünye adına yapılacak ırkçılık ve kavmiyetçilik türü ihanetlerin herkese ve bütüne ne büyük zararlar verebileceğini, ne tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini yakın tarihimizde yaşanan acı olaylar ve ödenen ağır bedellerle örneklendirirdi.
Ali Yakub Hoca, sonsuz, sınırsız, bir deniz, bir güneş, bir okyanus gibi kuşatıcı, kapsayıcı, kucaklayıcı, eritici değil var edici, yok edici değil diriltici bir birlik olan Türklüğü etnik milliyetçiliğe, ırkçılığa, kafatasçılığa indirmek anlamına gelen Türkçülüğün, Türklüğe ve Türk Milletine verdiği zararlar üzerinde önemle durur, başımıza gelen bela ve musibetlerin çoğunun bu yüzden geldiğini vurgular, dolayısıyla Türkçülük dahil bütün ırkçı, etnik milliyetçi hareketleri Türk Milletine, İslamiyete, hatta insanlığa karşı işlenmiş ve işlenebilecek en büyük suçlardan, yapılmış ve yapılabilecek en büyük kötülüklerden ve ihanetlerden sayardı. Türklüğün gerçek manasından ve ruhundan habersiz olarak orada burada hindi gibi kabara kabara dolaşan, güya Türkçülük ve ırkçılık yapanların, bunun bedelini hem Allah’ın hem de bütün dünyadaki insanların gözünden düşmekle, bir zamanlar dünyanın en saygın, en üstün, en güzel anlamlarına (birlik, beraberlik, olgunluk, mükemmellik, icatçılık, güzellik vs) sahip Türk kelimesinin anlamını ‘Turkey’e (=hindi’ kadar düşürmekle ödediklerine ve Türk Milletine de ödettiklerine dikkat çekerdi. Bu tür sapık ideolojilerden kurtulup, yeniden bir ve beraber olmadıkça hiç birimizin kurtuluşunun mümkün olamayacağını, bu şekilde devam edersek Allah korusun ileride bizi daha büyük belaların ve felaketlerin beklediğinden de korkmamız gerektiğini söylerdi.
Tarih anlayışında mutabakat sağlayamamış, sağlıklı bir tarih bilinci gelişmemiş, ortak, iyi, güzel, doğru, amaçları, hedefleri, idealleri olmayan toplumların, milletlerin, aydınların hiçbir zaman, hiçbir konuda anlaşabilmelerinin de bunlara bir dinamizm ve canlılık aşılanabilmesinin de çok zor hatta imkansız olduğunu, bizim bugünkü halimizin bunun en ibret verici, en acı ve açık örneği olduğunu vurgulardı. Bunun için de başımıza gelen bela ve musibetlerden dolayı başkalarını değil öncelikle kendimizi suçlamamız, kendimize çekidüzen vermemiz gerektiğini, tarihe dönüp bakarsak Türk’ün Türk’e ve Türklüğe, aynı şekilde Arabın, Araba, Arnavut’un Arnavut’a, Kürdün Kürde yaptıklarını hiç kimsenin onlara yapamadığını ve yapamayacağını ifade ederdi.
Irkçılıktan, etnik milliyetçilikten son derece nefret eden ve düşman Hocam’ın Türklüğe ihanet edenin iflah olmayacağı yönündeki tespit ve öngörüsü beni her zaman düşündürmüştür. Tarihle daha yakından ilgilenmeye başladıktan sonra bunun son derece doğru ve yerinde bir tespit olduğunu sayısız örnekleriyle ben de görüp anladım. Öyle ki bu durum sadece Müslüman unsurlar için değil gayrimüslim unsurlar için de geçerlidir. Örneğin, herkes Selanik Yahudilerinin Osmanlı Devletinin yıkılmasında oynadığı rolleri çok iyi bilir. Peki bunların sonu ne olmuştur? Ne olacak, ihanetlerinin üzerinden daha yirmi yıl bile geçmeden bunun bedelini çok ağır bir biçimde ödediler. Nasıl mı?
Bilindiği gibi, Yahudileri hiç kimse kendi ülkesinde istemezken, sürüp çıkarırken, soykırımlara uğratırken Osmanlılar onları ülkesine kabul ederek soykırımlardan kurtarmış, onlara huzur, güven, barış ve refah içinde bir hayat bahşetmiş, sayılamayacak kadar çok iyiliklerde bulunmuştu. Ama onlar, özellikle de Selanik Yahudileri, Osmanlı Devleti’nin ve Türk Milletinin bu iyiliklerine kötülükle ve hainlikle karşılık verdiler. Osmanlı Devleti’nin bölünüp parçalanmasında, yıkılıp dağılmasında en aktif rolü oynadılar. Ama ettikleri yanlarına kar kalmadı. Aynı Yahudiler özellikle de Selanik Yahudileri bu ihanetlerinin, hainliklerinin ve kötülüklerinin bedelini Osmanlı Devletinin yıkılışının üzerinden daha yirmi yıl bile geçmeden çok ağır ve acı biçimde ödediler.
Selanik Osmanlılardan sonra da Yunanistan’da Yahudilerin çoğunlukta olduğu bir şehirdi. Tüm Yunanistan Yahudilerinin dörtte üçü yani 56.000’i Selanik’te yaşıyordu. İkinci Dünya Savaşı sırasında Yunanistan Almanlar tarafından işgal edildi. Şubat 1943’te işgal altındaki Yunan bölgelerinin yönetimi Nazi SS komutanlarına geçti. Nazilerin Selanik’de yaptıkları ilk iş, Yahudileri toplayıp çalışma ve toplama kamplarına göndermek oldu. Bunların bir kısmı çalışma kamplarda sıtmadan ve açlıktan öldüler, geri kalanları da Almanların “nihai çözüm” dedikleri Holokost uygulamasına tabi tutuldular. Sadece 14 Mart – 7 Ağustos 1943 tarihleri arasında 43.880 Selanik Yahudisi 19 tren konvoyuna doldurup Auschwitz ve Birkenau ölüm kamplarına gönderildi ve yok edildi. Almanlar Selanik’te de köşe bucak, kapı kapı Yahudi avına çıkmışlar, Yahudilerden çok azı çevre köylerde veya Atina’da gizlenerek Almanların elinden kaçıp kurtulabilmiş, hayatta kalabilmişti.
27 Ocak 2004 tarihinde Atina’daki ‘Yunanistan Yahudilerini ve Yahudi Soykırımı Kurbanlarını Anma Günü’nde dağıtılan, ‘Yunanistan’daki Kayıp Yahudiler Listesi’ne göre; 2. Dünya savaşından önce tüm Yunanistan’da 77.377 Yahudi yaşıyormuş. Bunlardan sadece 7.295’i kurtulabilmiş, yani % 91’i yok edilmiş, 56 000 Selanik Yahudisi’nden de sadece 1.950’si kurtulabilmiş, yani % 97’si imha edilmiştir.
Bu olayları ben ilk defa okuduğumda hemen aklıma Rahmetli Hocam’ın Türk Milletine ihanet edenin iflah olmayacağı sözü geliverdi. Öyle ya Almanya nere, Yunanistan nere? Almanlar, Yahudiler ve Türkler arasında ne ilgi ve alaka var? Ama Allah buyuruyor ki:
Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin kanunundan (onlara uygulanandan) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda asla bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda kesinlikle bir sapma da bulamazsın (Fatır Suresi, Ayet: 42-43).
Tabi bu olup bitenlerle ilgili olarak Yahudilerin hepsini suçlamak da doğru olmaz. Ama Yahudilerin yönetimini elinde tutan, toplum içinde etkin olan azgın sapkın kesimin, özellikle Siyonistlerin yaptıkları kötülükler ve işledikleri suçlar sayılamayacak kadar çoktur. Bunun bedelini onlarla beraber çok sayıda masum Yahudi de ödemek zorunda kalmıştır. Gerçekten Almanların Yahudilere yaptıkları çok acı ve insanlık dışı şeylerdir. Ama bunun derin sebeplerini de yine Yahudilerin kendi yaptıklarında, işledikleri kötülüklerde, suçlarda ve ihanetlerde aramak gerekir. Kur’an’da buna da açıkça işaret edilmektedir:
Biz Kitapta (Tevrat’ta) İsrailoğullarına şu haberi verdik: Siz yeryüzünde iki defa fesat, bozgunculuk çıkaracaksınız ve büyük bir kibre kapılarak böbürleneceksiniz. İşte o iki (bozgunculuktan birinin ceza) vadesi gelince, (sizi cezalandırmak için) çok çetin savaşma gücüne sahip kullarımızı size musallat ettik. Onlar da evlerinizin ta içlerine, aralarına kadar girerek (sizi) araştırdılar. Bu yerine gelmesi gereken bir vaatti. Sonra onlara karşı size tekrar devlet ve galebe verdik. Mallar ve çocuklarla sizi güçlendirdik. Cemiyetinizi de (olduğunuzdan) daha fazla çoğalttık. Eğer iyilik ederseniz, kendinize iyilik etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz (yine) kendinize kötülük (etmiş olursunuz). İkinci bozgunculuğunuzun (ceza) vadesi gelince yüzlerinizi kara çıkarsınlar, daha önce girdikleri gibi yine Mescid’e (Beyt-i Makdis’e) girsinler ve galebe çaldıkları, ellerine geçirdikleri her şeyi yerle bir etsinler diye (üzerinize yine düşmanlarınızı gönderdik). (Yaptıklarınızdan pişmanlık duyar, tevbe ederseniz) Rabbinizin size merhamet edeceğini umabilirsiniz. (Eğer siz tekrar fesada, bozgunculuğa) dönerseniz. Biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz. Biz cehennemi de kafirlere bir zindan yapmışızdır (İsra Suresi, Ayet: 4-8).
Aslında bu olay da Yahudilerin eski yanlışlarını, hatalarını, suçlarını, kötülüklerini tekrarlamaları, Allah’ın da onlara verdiği cezayı tekrarlaması kadar basitti. Bu tarih boyunca şimdiye kadar böyle olduğu gibi, bundan sonra da hep böyle olacaktır:
Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara (Yahudilere) en kötü eziyeti yapacak kimseler göndereceğini ilan etti. Şüphesiz Rabbin cezayı çabuk verendir. Ve O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir (A’raf Suresi, Ayet: 167).
Biz onları hiç bilemeyecekleri yollardan yavaş yavaş azaba, helake yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veririm ama benim cezalandırmam pek çetindir (Kalem Suresi, Ayet: 44-45).
Ayrı kimlik ve aidiyet arayışları, tartışmaları, çekişmeleri içine girerek, ayrışma ve çatışma nedenleri üretmek, Türklükten kopmak şimdiye kadar özellikle Müslüman unsurların kendi öz varlıklarını tehlikeye atmalarından başka hiçbir olumlu ve yararlı sonuç doğurmamıştır, bundan sonra da doğurmayacaktır. Etnik köken, asla yeni ve farklı bir kimlik inşasına esas olamaz, bunun için yeterli ve elverişli bir zemin oluşturamaz. Kimliği, özellikle milliyeti oluşturan en temel unsur, etnik köken değil, dünyaya, olaylara, varlıklara ve öteki insanlara nasıl baktığımızı belirleyen dünya görüşümüzdür. Örneğin, Türkiye ve Gürcistan birbirine komşu iki ülkedir. Bizim ülkemizde de Gürcü kökenli kardeşlerimiz ve vatandaşlarımız var. Ama bunları Türkiye’deki Türklerle değil de, Gürcistan’daki Hıristiyan Gürcülerle bir, aynı milletten ve aynı milliyetten saymak mümkün müdür? Elbette değildir. Böyle bir şey en çok bu Gürcü kardeşlerimizi üzer, bunu kendilerine en büyük hakaret sayarlar. Çünkü onlar en az hepimiz kadar Türk’tür. Kendilerini öyle hissederler. Eğer başka türlü olsaydı ya bir zamanlar oralardan Türkiye’ye gelmezler veya bir adım ötemizdeki Gürcistan’da yaşamayı tercih ederlerdi. Aynı şekilde Yunanistan’da Karamanlis soyadını taşıyan, Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık görevlerine kadar yükselmiş, devlet ve siyaset adamlarını tanıyor, bunların kim olduklarını biliyoruz. Bunlar etnik köken olarak eskiden özbeöz Türk oldukları, Türkçe konuştukları halde, sırf din ayrılığı yüzünden Türklüğü asla kabul etmezler. Kendilerini Türk değil, Rum ve Yunanlı kabul ederler. Türk düşmanlığında da hiçbir Yunanlıdan geri kalmazlar. Hâlbuki bunların soyu Bizans hizmetine girerek Hıristiyanlığı kabul eden ve Müslüman akınlarına karşı Karaman ve civarına yerleştirilen Türk boylarına dayanmaktadır. Bu soydan gelenlerin büyük çoğunluğu Selçuklular döneminde Müslüman olmuşlar, Türklüklerini yeniden kazanmışlar, hatta Karamanoğulları Beyliğini de kurarak Türk Milletini oluşturan en önemli unsurlar arasında yerlerini tekrar almışlardı. Fakat Müslüman olmayanların, Hıristiyan olarak kalanların Türklükle hiçbir ilgileri ve alakaları kalmamıştır. Nitekim Kurtuluş Savaşından sonraki mübadele sırasında bunlar Türkiye’de kalmayı değil, Yunanistan’a göç etmeyi tercih ettiler. Öte yandan adalarda ve Yunan topraklarında yaşayan Rum kökenli Müslümanlar ise kendilerini Yunan değil Türk saydıkları için Türkiye’ye göç etmişlerdi.
Bu örnekler de gösteriyor ki, birlik ve beraberlik duygusunun, birlikte yaşama iradesinin temel dayanağı etnik köken değil, ortak değerlerler ve dünya görüşüdür. Aynı inançları paylaşmayan insanlar, aynı etnik kökenden gelseler, aynı dili konuşsalar, hatta aynı ana babanın evladı olsalar bile birleşemezler, bütünleşemezler, uzlaşamazlar, bir ve beraber yaşayamazlar. Böylelerinin birbirleriyle konuşmalarından, görüşmelerinden, sohbetlerinden uyum ve anlaşma değil, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar ve düşmanlıklar çıkar. Hatta birbirlerinin dilini ne kadar iyi bilirlerse, ne kadar çok konuşurlarsa, birbirlerinden o kadar çok uzaklaşırlar. Bu gerçeği Hazreti Mevlana çok güzel ifade eder:
‘Hakka ve hakikate gerçekten inananlar kolay kolay bölünmezler, bölünseler bile uzun süre bölük pörçük kalamazlar, önünde sonunda birleşirler. Hakta hakikatte birleşemeyenler, anlaşamayanlar, zıt görüşte olanlar ise; ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar aralarında sağlam ve sürekli birlik ve beraberlik oluşturamazlar. Bu yöndeki bütün emekleri boşa gider. Geçici olarak birleşmiş görünseler de bu birlik sürüp gidemez, er geç yine bozuşurlar.’
Türklüğün oluşumunda ve kemale ermesinde İslamiyet’in çok önemli rolü ve katkısı olmuştur. Türklük İslam’la kemale erdikten sonra, artok ona nerelerden kimler akın edip gelirse gelsin, ne kadar çok dolarsa dolsun, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen, varlığını kıyamet sabahına kadar sürdürecek engin bir deniz, bir büyük okyanus olmuş, dünyanın en büyük milleti, İbrahim milleti haline gelmiştir. Tarihi tecrübeler, Türklük denizine karışanların asla yitip kaybolmadığını, eksilip tükenmediğini, küçülüp zayıflamadığını, kaybetmediğini, önemsizleşmediğin, eriyip yok olmadığını, aksine eskiden olduğundan ve tek başına olabileceğinden hesaba sayıya sığmayacak kadar daha daha fazla büyüdüğünü, arttığını, çoğaldığını, olgunlaştığını, kemale erdiğini, güçlendiğini, kuvvetlendiğini, kazandığını, o büyük varlık ve birlik içinde kendi varlığını da garantiye aldığını göstermiştir. Ona katılmakla hiç kimse en ufak bir zarar uğramamıştır. Ona katılanların kazançları ise matematik hesaplarla bile ölçülemez. Çünkü bu birlik öyle 1+1=2 gibi bir birlik değildir. 11, 111, 1111 gibi birleştikçe ona katılanların değerlerini ve kazançlarını onu oluşturan unsurların toplam değerleriyle ölçülemeyecek oranda artıran bir birliktir. Bu birlik, ezici, eritici, yok edici, dışlayıcı bir birlik değil, uzaklaştırıcı, barıştırıcı, bütünleştirici, güven, huzur ve barış verici bir birlik olmuştur. Coşkun akan sular seller nasıl ancak engin denizlerde huzur ve rahat bulabiliyorsa, ona koşanlar da onun bağrında kendilerine öyle güzel, uzlaştırıcı, huzurlu, mutlu bir yer bulabilmişlerdir. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılmıştır. O birliğe ne zaman katıldığına, ne zamandan beri o birliğin içinde olduğuna bakılmaksızın Türk olmanın mefâhirine, şanına, şerefine ortak olmuşlardır. Ondan ayrılanlar da bunların hepsinden ayrılmış sayılmışlardır. Denizden veya okyanustan ayrılan, çekilip koparılan bir damla artık nasıl deniz ve okyanus özelliğini yitirirse, Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özellikleri ve kazanımları yitirmiş olurlar.
Bizi birleştiren, bütünleştiren en önemli unsur olan İslam’ın zamanla ihmale uğraması, hatta belli kesimlerce ona karşı olumsuz tavırlar takınılması devletimize ve milletimize felaketlerden, kötülüklerden başka bir şey getirmemiştir. Ortak zeminimiz kaybolmuş, herkes kendisine başka bir aidiyet noktası ve kimlik arayışına girişmiştir. Osmanlıların “Nizam-ı Alem” ve “Pax Ottomana (=Osmanlı Barışı)” gibi adlarla anılan, bütün unsurların ortak yararlarını ve çıkarlarını gözeten bize has genel ve kapsayıcı dünya görüşümüzü, zamanın şartlarına uydurup geliştiremediğimiz, eskisinin yerine daha iyisini koyamadığımız, İslam’ın birleştirici rolünü görmezden gelmezden geldiğimiz, İslamı yok sayıp bir tarafa attığımız için asırlardan beri toplumsal anlaşma ve uzlaşma sıkıntısı çekiyoruz. Herkesin kendi etnik kimliğini öne çıkarmaya çalışması, kendisine ortak kimlik ve aidiyet yerine başka çatışmacı kimlikler ve aidiyetler araması yüzünden iki yakamız bir araya gelmiyor, esas sorunlarımız yerine suni ve çözümü imkânsız sorunlarla boğuşup duruyoruz. Etnik kimliklerin öne çıkarılmasının, nimet külfet paylaşımında etnik milliyetçilik, bölgesel milliyetçilik yapılmasının, hatta da böyle bir görüntü verilmesinin bizim gibi onlarca hatta yüzlerce etnik kökenden oluşan toplumlarda yapabileceği tahribat tahminlerin çok ötesindedir. Böyle şeylerin şüyuu bile vukuundan beterdir. Bu zararlar ve tahribat en çok da hangi etnik grup adına yapılıyorsa onlara zarar verecektir.
Hangi etnik kökenden gelmiş olursa olsun bu coğrafyanın ve bu medeniyetin binlerce yılda oluşturduğu, inşa ettiği, kimlik ve kişilik kazandırdığı, birbirine benzeştirdiği, sevinçte, kederde, kıvançta, tasada ortak hale getirdiği, ortak değerlerde birleştirdiği bu insanların hepsi bizim insanlarımızdır ve biz hepimiz tek bir milletiz. Tarih bilincine sahip olan ve bu bilinci kaybetmemiş hiçbir Müslüman, daha doğrusu hiçbir Müslüman Türk bu topraklar üzerinde yaşayan insan çeşitliliğinden, farklı etnik gruplardan rahatsızlık duyamaz, hiç kimse bu ülkenin insanlarını İslamın reddettiği ırkçılık ve etnik milliyetçilik gibi zararlı fikir ve düşüncelerin etkisiyle kendisine yat, yabancı ve el göremez, hiç kimse birbirini ötekileştiremez.
İslam kavramıyla eş anlamlı olarak kullanıldığı dönemlerde Türklük kavramı, kendisine katılmak isteyen bütün etnik grupları, başka ırkları da hiç bir zorlama, zıddıyet ve terslik olmadan gayet rahatlıkla içine alabiliyor, hepsini kaynaştırıp bağdaştırabiliyordu. O zamanlar İslam, hem Türklüğün hem de hangi etnik kökenden gelirse gelsin bütün Türk Millenin ve Türk toplumunun ortak dünya görüşünün temeli, bütün unsurları ve etnik grupları birbirine bağlayan en güçlü bağ ve toplumun çimentosu durumundaydı. Bu temelin sarsılması ve harcın içerisinden çimentonun çıkarılmaya kalkışılması, Şair Necip Fazıl’ın:
Ve bir şey koptu benden,
Her şeyi tutan bir şey!
Mısralarında dile getirdiği gibi toplumda türlü ayrışmalara, çekişmelere, çatışmalara, akla ve hayale gelmedik farklı kimlik ve aidiyet arayışlarına sebep oldu.
Bölücülük, ırkçılık, etnik milliyetçilik, milletimizin, memleketimizin ve bütün İslam âleminin başına gelen en büyük bela ve musibet olmuştur. Başta Türk Milletinin ulu bilgesi Dede Korkut olmak üzere, milletinin özünü ruhunu temsil eden bütün önemli şairlerimiz, ozanlarımız, ilim ve fikir adamlarımız bu birliğin, beraberliğin devamına çok önem vermişler, bunun bozulmasını bütün felaketlerin başı olarak değerlendirmişlerdir. Bu birliği bozmanın en büyük zararlarının öncelikle onu bozanlara, bozmaya çalışanlara olacağına, şimdiye kadar bunun böyle olduğu gibi bundan sonra da böyle olacağına kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Dede Korkut ve onun izinde giden ozanlarımız, Türk Milletinin birlik ve beraberliğini bozanların, bozmaya çalışanların; dininin, imanının, ırzının, namusunun, kanının, canının, malının, mülkünün, adının, sanının, şanının, şöhretinin, şerefinin, özünün, sözünün, dilinin, emeğinin, gayretinin, kısacası her şeyinin yitip, heder olup gideceğini, böylelerine Allah’ın rahmet, başka insanların ve Müslümanların da merhamet etmeyeceğini, varlıklarını asla sürdüremeyecek olan böylelerinin ardından yerlerin ve göklerin ağlayacağını asırlardan beri sürekli işlemişlerdir. Dede Korkut böylelerine verdiği öğüt ve nasihatlerden biri de şudur:
Kalabalık, gürültülü yerde söylenen söz yiter gider!
Yollarda izlerde, yalnız yürüyenin özü yiter gider!
Biz anayasa yapmaya kalkıyoruz ama toplumumuzda hala milletimizin adı, dili, milliyetimiz, etnik kökenimiz gibi temel konularda bile tam olarak anlaşabilmiş değiliz. Ya da öyle bir görüntü veriliyor. Hatta toplumda Türklüğün ne olduğu, nasıl bir şey olduğu, kimin Türk sayılacağı, kimin sayılmayacağı gibi konularda bile tam bir fikir ve anlayış birliği oluşturamamışız. Bu çok sorunlu ve sıkıntılı bir durumdur.
Batı kaynaklı ırkçılık ve etnik milliyetçilik akımlarının etkisiyle bütün dünya coğrafyasını altüst eden milliyetçilik hareketleri en çok da çok kültürlü, çok dinli, çok dilli, çok etnisiteli bir devlet olan Osmanlı Devleti’ni ve İslam coğrafyasını etkilemiştir. Bu akımlar Osmanlı Devleti içindeki yalnız Hıristiyan unsurları değil, Müslümanları da etkilemiş, o zamana kadar kendisini tek bir millet ve ümmet olarak gören değişik unsurlar ayrı bir millet olma ve ayrı devletler kurma sevdasına kapılmışlardır. Fakat Müslüman unsurlardan hiç birisi bundan bir fayda görmemiş, çoğu adeta Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan da olmuşlardır. Milliyetçilik cerayanları, ayrı devlet kurma sevdaları çoğunun tarih sahnesinden silinip yok olmalarına, ya da kendi içlerinde paramparça olmalarına, birliklerini, beraberliklerini, dirliklerini, düzenliklerini kaybetmelerine, doğrudan doğruya veya dolaylı olarak, açıktan açığa veya gizli olarak başkalarının esareti ve boyunduruğu altına girmelerine sebep olmuştur. Bugün İslam dünyasında herkesin akıl, fikir, ruh sağlığı, bilinç düzeyi bu gerçekleri anlamaya ve değerlendirmeye yeterli değilse de yine de bu konuda çok doğru ve isabetli değerlendirmeleri olan aydınlara da rastlanmaktadır. 1993-1997 yılları arasında Kuveyt’te görev yaptığım sırada, çoğu Arap aydınlarının tersine, Kuveytli bir Arap gazetecinin Osmanlı’ya ve Türklere çok büyük bir hayranlığının, bağlılığının, sempatisinin olduğuna, hatta hala bile o birlik ve beraberliği arzu ettiğine tanık olmuş, çok şaşırmış, hatta inanmakta da güçlük çekmiştim. Beni çok şaşırtan ve etkileyen bu görüş ve düşüncelerinin nedenini kendisinden sorduğumda bana şöyle bir açıklamada bulundu:
– Biliyor musunuz, biz Osmanlı Devleti’nin bünyesi içindeyken hem Allah’ın istediği gibi hepimiz tek bir ümmet, tek bir millettik, hem de o zamanlar dünyada tek ve yekpare bir Arap Milleti de vardı?! O zamanlar benim gibi Basra Körfezi civarında oturan bir Arap, canı isterse buradan kalkar, elini kolunu sallayarak ta Atlas Okyanusu’na, Afrika ortalarına kadar gidebilirdi. Kimse kendisini yadırgamaz, yabancı görmez, ‘Kimsin? Nesin? Nereye gidiyorsun?’ diye önünü, yolunu kesmez, kimlik veya pasaport sormazdı. Buraların her yeri bizim ülkemiz, buralarda oturanların hepsi de bizim insanımız, bizim milletimizin ferdiydi. Bütün Araplar kendilerini rahatça hem Arap milletinin, hem İslam ümmetinin, hem de Osmanlı Devletinin, hatta Türk milletinin bir bir ferdi olarak görürlerdi. Peki ya şimdi durum nasıl? Ayrı bir millet, bağımsız bir devlet olacağız diye Osmanlıdan koptuk. Koptuk ta ne oldu. Ne ayrı bir millet olabildik, ne de bağımsız bir devletimiz olabildi. Birlik ve bütünlüğümüz parçalandı. Kendi topraklarımız üzerinde hepsi birbiriyle kavgalı, siyasi rejimleri birbirinden farklı yirmi iki (şimdi 24) adet sözde Arap devleti kuruldu. Sömürgeci devletler kendi çıkarları doğrultusunda bizi yirmiiki parça ettiler. Dışarıdan bakıldığında hepsi ayrı birer devlet ve millet gibi görünüyor. Hepsinin güya anayasaları, Birleşmiş Milletlerde üyelikleri var. Ama hepsini toplasan tek bir millet ve tek bir devlet bile etmez. O ayrı bir konu ama ben meseleye bir Arap vatandaş gözüyle bakıyorum. Asırlardan beri yerleşik olduğumuz kendi öz coğrafyamızda bir yerden bir yere gidemez olduk. Neredeyse her attığımız adımda birileri karşımıza çıkıp bizi durduruyor, sanki yedi kat yabancıymışız gibi bizden pasaport soruyor. Soran da, sorulan da Arap olduğunu iddia ediyor ve Arapça konuşuyor. Aslında ortada gerçek anlamda ne bizim Araplığımız kalmış, ne de ortada mevcut bir Arap milleti kalmış! Aynı coğrafyada yaşadığımız, aramızda hiçbir doğal engel olmadığı, yabancı bir milletin veya devletin toprağı veya sınırı bulunmadığı halde, bizi bir daha bir araya gelemeyecek şekilde, uydurma nedenlerle ve uyduruk devletlerle bölmüşler, parçalamışlar, ayırmışlar. Osmanlılar döneminde tek ve yekpare bir bütünken bizi kırpıp kırpıp birbirimize birbirimize de düşman küçücük parçalar haline getirmişler. Durmadan bibirimizle uğraşıyoruz, birbirimizi yiyip bitiriyoruz. Arabın Araba ettiğini hiç kimse onlara etmiyor, edemez de. Bütün yeraltı ve yer üstü zenginliklerimiz yabancılar tarafından gözlerimizin içine bakıla bakıla sömürülüyor. Keşke Osmanlı Devleti yıkılmasa, bölünüp parçalanmasaydı da biz de yine onun kanatları altında tek bir millet olarak eskisi gibi mutlu ve müreffeh yaşayabilseydik. Durumumuz çok zor, gittikçe daha da zorlaşıyor. Görüyorsun, Körfez Savaşından daha yeni çıktık. Kim bilir arkasından daha neler gelecek? İşin kötüsü artık yapabileceğimiz fazla bir şey de yok. Ben eskiden herkese hep derdim ki: ‘Yahu uyanmamız lazım, aklımızı başımıza almamız, akıllanmamız lazım!’ Ama inanır mısın, şimdi bunu bile artık o kadar rahat söyleyemiyorum. Çünkü şimdi bakıyorum da pek çok şey gibi uyanmak için de çok geç kalmışız. Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş. Bu saatten sonra uyansak ne yazar, uyanmasak ne yazar! Elin oğlu neyimiz varsa üzerine çöreklenmiş. Şimdi kimin elinden, neyi, nasıl alabilirsin? Evet, bir Arap aydını olarak şimdi ben pek çok şeyi çok daha iyi görüyor ve çok daha anlayabiliyorum. Ama bundan sonra benim ve benim gibilerin elinden fazla bir şey gelmeyeceğini de çok iyi görüyorum. Her şeyi çok iyi görüp, bilip, anlayıp, her şeyin bilincinde, şuurunda olup da, hiçbir şey yapamamak, öyle kötürümler gibi eli kolu bağlı bir şekilde olan bitenleri seyretmeye mecbur ve mahkûm olmak insanı çok daha fazla rahatsız ve huzursuz ediyor, çok daha fazla üzüyor, yıkıp, harap ediyor. Bana göre dünyada bundan daha büyük bir işkence olamaz. Bazen ‘Keşke ben de hiçbir şey bilmeyen, anlamayan, hiçbir şeyden haberdar olmayan, herkes gibi gününü gün eden biri olsaydım! Ben de herkes gibi hiçbir şey düşünmeden yatıp uyuyabilsem, herkesin daldığı uykudan hafif uyarılır gibi olunca, ben de hemen yastığımı ters çevirip tekrar uykuya dalabilseydim diye düşünüyorum. Ama birader, insan belli bir bilinçle bir kere uyandıktan sonra, bir daha tekrar uykuya dalması da çok zor oluyor. Ne yapalım! Allah dönüp, sonumuzu hayretmesini niyaz etmekten, yeniden gönüllerimizi, ruhlarımızı, yollarımızı birleştirmesini dilemekten, bu yolda da üzerimize düşen görev ve sorumlulukları yerine getirmeye bizi muvaffak kılmasından başka elimizden bir şey gelmiyor.
Evet bu Arap gazetecinin de belirttiği gibi millet olabilmek, daha doğrusu doğru dürüst bir millet olabilmek hiç de kolay değildir. Hele bir Müslüman için tek bir Allah olduğu gibi tek bir millet vardır. Müslümanların o millet etrafındaki birliğini, beraberliğini, bütünlüğünü bozmaya çalışmak hem veballerin en büyüğü hem de dünyada doğuracağı sonuçlar bakımıdan çok zararlı ve yıkıcı bir durumdur.
Her Müslüman Türk’ün de bu bilinçte ve şuurda olması, ırkçılığın, etnik milliyetçiliğin her türlüsünden şiddetle kaçınması lazımdır. Birkaç yıl kadar önce Bakanlığımızın Hac organizasyonu yapan seyahat acentelerinin denetim görevi için Suudi Arabistan’a gidip gelmiş olan denetim elemanı arkadaşlarından birinden bir hatıra dinlemiştim. Yeri gelmişken burada zikretmenin yararlı olabileceğini düşünüyorum.
Medine-i Münevvere’de bulundukları sırada, burada yaşayan 85-90 yaşlarındaki Medine’li bir Müslüman, denetim göreviyle burada bulunduklarını öğrendiği Türk heyetini evine davet etmiş. Bunlar da gitmişler. Adamcağız bunlara ikramlarda bulunmuş, uzun uzun sohbet etmişler. Sohbet uzayınca adamcağız kolayca bizimkilerin her birinin ayrı telden çaldığını, kimisinin şu görüşten, kimisinin bu görüşten, kimisinin şu etnik kökenden, kimisinin bu etnik kökenden olduklarını anlamış. Hele bazılarından etnik milliyetçilik kokuları almak ihtiyar adamın pek hoşuna gitmemiş. Bir süre sonra adam:
– Siz çıkın! Beni misafirlerimle yalnız bırakın! diyerek, o zamana kadar sohbete katılan kendi oğlu, damadı, yeğeni vs dahil bütün yakınlarını dışarı çıkarmış. Türkiye’den gelen misafirlerle yalnız kaldıktan sonra onlara şöyle demiş:
– Ben bunları niçin dışarı gönderdim biliyor musunuz? Evet bunların hepsi benim yakınlarım, oğullarım, damatlarım ama bunların hiç biri beş para etmez. Fakat bunların hepsi aynı zamanda Suudi ve Amerikan ajanı, hayranı ve uşağıdır! Bu yüzden benim size söyleyeceklerimi onların duymalarını istemedim. Gördüğüm kadarıyla sizlerin kafaları da epeyce karışık. Bana bazılarınız ikilik, ayrılık, gayrılık havaları çalıyor gibi geldi. Bakın, biz böyle havaları çalmanın veya dinlemenin, sonuçta da Osmanlı’ya, Türklere ihanetimizin cezasını çok çektik, çok ağır bedellerini ödedik. Çektiğimiz ceza da, ödediğiz bedel de henüz bitmiş değil. Biz bunları hala çekmeye ve ödemeye devam ediyoruz. Bundan sonra başımıza daha nelerin geleceğini de ancak Allah bilir! Ama daha çok çekeceğimiz çile, ödeyeceğimiz bedel olduğu da aşikar. Aslında biz sadece yaptıklarımız için değil, yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımız için de hatalı, kusurlu ve suçluyuz. Çünkü iddia edildiği gibi bütün Araplar Osmanlı’ya ve Türklere isyan etmemişti. Bir kısmı son derece bağlı kalmış, bir kısmı da olan biteni uzaktan seyretmekle yetinmişti. Fakat sonuçta Osmanlının da zaafından yararlanarak ihanet edenler, birliğimizi, bütünlüğümüzü parçalayanlar kazandı. Kazandı da ne oldu? Sonuç hepimiz için hüsran oldu. Size gelince… Siz hala Osmanlı’nın o şanlı ecdadın mirasçısı görünüyorsunuz. Hilafetin en son sahibi sizlerdiniz. Mukaddes emanetler hala sizde… Sancak-ı Şerif sizde… Dünyanın gözü sizin üzerinizde… Dolayısıyla en büyük görev ve sorumluluklar da size düşüyor. Ama bakıyorum da sizler hep başka havalar, başka sevdalar peşindesiniz. Eğer elinizdeki nimetlerin kıymetini bilmez, bu davayı ziyan ederseniz, bu bayrağı yere düşürürseniz, bizim başımıza gelenlerden de ders almaz, bizim yaptığımız hataları sizler de işlerseniz inanın ki çok geçmez Allah’ın tokadını yersiniz. Hem Allah size öyle bir vurur ki, bize vurduğuna da benzemez. Sizin çekeceğiniz acılar, sizin ödeyeceğiniz bedeller bizimkinden çok daha ağır olur. Sakın düşmanlarınızın lafına, sözüne, propagandalarına kanıp da birbirinizden ayrılmaya, uzaklaşmaya kalkmayın. Hele şimdi sizin için ayrılacak değil, daha çok birbirinize sarılmanız, kenetlenmeniz, bir beraber olmanız gereken zamandır. Bu da benim gibi görmüş geçirmiş bir ihtiyardan size dost nasihati olsun!
TÜRK-KÜRT, TÜRKLÜK KÜRTLÜK İLİŞKİSİ
Madem bu konuya bu kadar girdik, isterseniz biraz daha ilerleyelim ve Kürt-Türk ilişkilerini, birliğini, beraberliğini biraz daha yakından tanımaya ve anlamaya çalışalım. Kürtlerle, Türkler, Kürtlükle Türklük arasında kökü tarihin birlerce yıllık derinliklerine varan çok yakın ilişkiler vardır. Belki de Türklüğü oluşturan hiçbir unsurla, etnik grupla Türklükle Kürtlük arasındaki ilişkiler kadar yakın ilişki yoktur. Bunlar bir kumaşın tersi ve yüzü gibi birbirinin ayrılmaz parçasıdırlar. Üstelik her ikisi de aynı harflerle yazıldıkları gibi, neredeyse aynı kelimenin tersinden okunuşu gibi aralarında bir simetri ilişkisi de vardır. Türklerde mimariden şehirciliğe kadar simetrinin ne kadar önemli olduğu düşünülürse insan ‘Acaba bunların hangisi hangisinden türetildi? Türk ismi mi Kürt isminden, yoksa Kürt ismi mi Türk isminden türetildi?’ diye sormadan edemiyor. Fakat her hal ü karda şu bir gerçektir ki en başından beri Kürtlük, Türklüğü oluşturan en önemli unsurlardan, etnik gruplardan biri olmuştur. Öyle ki nerede Türk varsa, orada Kürt de olduğunu görüyoruz. Tarih boyunca bunlar hep bir, beraber ve iç içe olmuşlardır. Ama Türklük bir üst kimlik, Kürtlük ise bir alt kimliktir. Kürt olmak, Türk olmaya engel değildir. Bir insan sonuna kadar Kürt, sonuna kadar da Türk olabilir. Bunlar birbirinin zıddı olmadığı gibi birbirine zarar verecek şeylerden de değildir. Kürtlük bir vücudun gözü, kulağı veya organlardan biri gibi hatta hatta bir kumaşın tersi ve yönü gibi Türklükten asla ayırılamayacak, koparılamayacak, kendi kendine var olamayacak, yaşayamayacak bir parçasıdır. Nitekim eğer Türklük olmasaydı, daha doğrusu Kürtler ve Türklüğü oluşturan bütün diğer etnik unsurlar, kavim ve kabileler birleşerek, bütünleşerek Türk Budununu (Türk Milletini, birliğini, bütünlüğünü) oluşturamasalardı, bugün yeryüzünde Kürt diye ayrı bir etnik grup da var olamazdı. Bu yüzden Türkleri ve Türklüğü tanımadan, anlamadan Kürtleri ve Türklüğü tanımak ve anlamak, Kürtlerin ve Kürtlüğün Türkler ve Türklük olmadan veya ondan koparılarak kendi başına var olabileceğini veya daha iyi, daha fazla olabileceğini iddia edebilmek asla düşünülemez ve savunulamaz. Kürtler ve Kürtlük ancak Türklük içinde var olabilir, daha fazla ve daha iyi olabilir. Bu gerçek yalnız Kürtler için değil, Türklük denizinde birleşmiş bütün diğer etnik gruplar ve unsurlar için de aynen geçerlidir. Bu tarih boyunca da hep böyle olmuştur.
Ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz de Fezâil’ül Etrak adlı eserinde Türklerle Kürtlerin kardeş olduğunu, ırk bağları tamamen aynı olmasa bile yine de benzer olduğunu, aralarında ufak tefek dil farklılıkları, fizyolojik şekil ayrılıkları bulunsa bile bunun bir öneminin olmadığını belirtmektedir. Tamim, Kays, Havazin kabileleri, Yemen köylüleri, Himyerliler, Adnaniler, Kahtaniler, fasih Arapça konuşan Hicazlılar gibi Araplar arasında bile az veya çok dil, ırk, şekil, tavır, davranış, ahlak, anlayış, kılık, kıyafet farklılıkları bulunduğuna dikkat çeken Cahiz, yine de bu ayrılıkların onların hepsinin saf, katıksız, katışıksız, asil Arap sayılmalarına engel teşkil etmeyeceğini söyler. Türkler ve Kürtler arasındaki ilişkiyi, yani Kürtlerin Türk milletini oluşturan unsurlardan biri olduğunu da ‘Huzayl Kabilesi Arapların Kürtleri’dir’ benzetmesiyle örneklendirmektedir. Asırlar boyu süren ilişkilerin Türk milletini oluşturan unsurları, dolayısıyla Kürtleri birbirine ne kadar yaklaştırdığını, yakınlaştırdığını, aynileştirdiğini de şöyle anlatmaktadır: Aralarındaki yakınlıklar, onları aynı kalıptan çıkmış gibi birbirine benzetmiştir. Bu benzerlikler ve ortak özellikler, bazı yönlerden aralarındaki ayrılıkları gidermede, onları birleştirip bütünleştirmede kan bağından bile daha etkili olmuş, ikinci bir kan bağı yerine geçmiştir. Birbirleriyle evlenip aralarında sıhriyet de kurmuşlardır.’ Cahiz, kitabında iki kardeş olan İsmail Aleyhisselam’ın zürriyetinden gelen Araplar ile İshak Aleyhisselam’ın soyundan gelen İbranilerin birbirleriyle hiç karışıp kaynaşmadıklarına, birbirlerinden kız alıp vermekten bile çekindiklerine, hatta Adnani Araplar ile Kahtani Araplar arasında bile hiçbir zaman Kürtlerle diğer Türkler arasındaki kadar bir yakınlık ve benzerlik oluşamadığına da dikkat çeker (sayfa 42-43).
Peki bu ilişkiyi, bu birlik ve beraberliği nereden başlatmak, ya da tarih içinde nerelere kadar uzatmak gerekir? Cahiz’in de işaret ettiği gibi, Türklerle Kürtleri bu kadar birbirine benzeten, birleştiren, bütünleştiren, aralarında kan bağından bile daha önemli, yakın ve etkili bağlar ve ilişkiler kurulmasını sağlayan unsurlar nelerdir? Bence bu ilişkileri Millet babamız olan İbrahim’e kadar ulaştırmak, bu bağların da İbrahim Milleti’ni oluşturan ortak evrensel bağlar, değerler ve esaslar olduğunu tespit ve teslim etmek en doğru ve sağlıklı yaklaşımdır. Peki bu mümkün müdür? Evet elimizdeki sağlam verilerle bu son derece mümkün ve kolaydır. Gerçekten de Kürtlerle Türkler arasındaki ilişkiler çok eskilere, ta Hazreti İbrahim’e kadar ulaşmaktadır.
Genel kabule göre, Hazreti İbrahim’in ve ailesinin anayurdu, günümüzde Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları Kuzey Mezopotamya, Güneydoğu Anadolu, Şanlıurfa, Harran dolaylarıdır. Ama Türk adının bile tarihte ancak altıncı yüzyılda ortaya çıktığı düşünülürse, o zamanlar yani Milattan Önce 2000-1800 yıllarında oralarda yaşayan insanların Kürt adı ve kimliğiyle adlandırmak doğru olmaz. Zaten hiçbir tarihi kaynakta o zamanlar oralarda yaşayanların Kürtler olarak isimlendirildiğine dair hiçbir bilgi yoktur. Fakat Hazreti İbrahim’in de ona inananların da, ona düşman olup onu diri diri ateşte yakmak isteyenlerin de, ateşine odun taşıyanların da, o ateşi söndürmek isteyenlerin de en azından bugünkü Kürt kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyanın insanları oldukları, bir zamanlar aynı zamanı ve mekânı paylaştıkları bu insanlarla şöyle ya da böyle ilişkileri olmuş insanlarla bazı bağlarının olabileceği bir gerçektir. Fakat bu bağlar herkesin kendi tercihine göre değişebilecek nitelikte bağlardır. Burada önemli olan kişilerin, o bölgenin insanı olsun veya olmasın bütün insanların kendisini birbirine zıt ve düşman olan bu iki karşıt gruptan hangisinden saydığı, kabul ettiği, hangisine yakınlık hissettiğidir. Mesele İbrahimden yana mı, yoksa Nemrut’tan yana mı, İbrahim’e inananlardan yana mı, yoksa onun ateşine odun taşıyanlardan yana mı olmaktır. Allah, Hazreti İbrahim’in tek başına bile bir millet ve ümmet olduğunu belirterek, yalnız bize değil, Hazreti İbrahim’den sonra gelen bütün insanlara İbrahim Milleti’nden olmayı emretmektedir:
“De ki: “Allah doğruyu söylemiştir. O halde İbrahim’in doğru olan (Allah’ı bir bilen) milletine (dinine) uyun! O, müşriklerden değildi (Al-i İmran 95).”
“Daima iyilik yapan, her türlü bâtıldan yüz çevirerek tam bir doğruluk ve samimiyetle bütün benliğini Allah’a teslim eden ve İbrahim’in milletine (inanç sistemine, Allah’ı bir tanıyan hanif dinine) uymuş olandan daha güzel din (ve iman) sahibi kim vardır? Allah, İbrahim’i (sevgisiyle yüceltmiş ve onu kendisine) dost edinmiştir (Nisa Suresi, Ayet: 125)”.
“Gerçek şu ki, İbrahim hanîf (yalan ve sahtelik taşıyan her şeyden yüz çevirerek yalnız Allah’a yönelmiş, gönülden O’na itaat eden), kânit (insana yakışan bütün erdemleri kendinde toplamasını bilmiş, tek başına) bir ümmet (bir önder) idi. Asla Allah’a ortak koşanlardan, (Allah’tan başkasına tanrılık yakıştıranlardan) değildi. Allah’ın nimetlerine çok şükrediciydi. Allah onu seçmiş ve doğru yola iletmişti. Biz ona dünyada iyilikler, güzellikler verdik. Muhakkak ki o, ahırette de salihlerdendir (Nahl Suresi, Ayet: 120-122)”.
“De ki: Rabbim Beni doğru yola, İbrahim’in sapasağlam, devamlı, dosdoğru, Allah’ı birleyen milletine (dinine) iletti. O Allah’a ortak koşanlardan değildi (En’am Suresi, Ayet: 161).”
Düşünme melekeleri dumura uğramış kendini bilmezlerden başka kim, İbrahim’in milletinden (dininden) yüz çevirir? Doğrusu Biz onu bu dünyada seçip yücelttik. Şüphesiz o ahirette de salihler, dürüst ve erdemliler arasında yer alacaktır (Bakara Suresi, Ayet: 130).
Millet-i İbrahim, yani İbrahim Milleti kavramı Kur’an-ı Kerim’de birçok yerde geçer. Allah, bütün insanlardan en güzel örneği ve uygulaması Hazreti İbrahim’de somutlaşan kendi inanç sistemini benimsemelerini, İbrahim’i kendilerine örnek almalarını, onun gibi olmalarını, onun gibi inanmalarını, onun gibi düşünüp davranmalarını istemektedir. Hazreti İbrahim Allah tarafından adeta kendi dininin örnek prototipi, rol modeli olarak gösterilmiş, bu din ve dava onun adıyla adlandırılarak herkes o milletten olmaya çağırılmıştır. Böylece insanlar arasındaki millet ve milliyet farklılıkların temelinde yatan esas amilin din ve inanç farklılıkları yattığına da dikkat çekilerek, insanlar yanlış ve sapık başka inançlara yönelmekten sakındırılmış, kültür ve medeniyetlerini, uygarlıklarını yalnızca bu inanç sistemi üzerine bina etmeleri öğütlenmiştir. İnsanın ve dünyanın yaratılış amacı ve gayesi de budur. Bu inanç sisteminden kopan insanların, toplumların ve milletlerin yalnızca ölüp gittikten sonra değil, bu dünyada da huzur, güven, barış ve mutluluk bulabilmeleri mümkün olamayacak, böyleleri türlü yollardan ve değişik şekillerde yavaş yavaş felaketlere ve helake sürükleneceklerdir.
Hazreti İbrahim’ in yaşadığı MÖ 2000’li yılların dünya tarihinin en önemli kavşak ve dönüm noktalarından biridir. Dünya nüfusu bu dönemden sonra çok daha büyük bir hızla artmış, bazı eski kavimler, topluluklar tarih sahnesinden silinirlerken, bunların yerine çok daha farklı inançlara, kültürlere, dinlere, tolumsal, ekonomik ve siyasi yapılara sahip yeni yeni milletler ve toplumlar tarih sahnesine çıkmaya başlamıştır. Ulus, budun, kavim, kabile, boy, soy, klan, uruk, turuk gibi kavramlar genelde dini yapıları ne olursa olsun soy, aile, kan, dil, töre, kültür, tarih gibi unsurların psikolojik olarak birbirlerine bağladığı insan topluluklarını ifade ederken, millet kavramı daha çok din ve inanç birliğini ön planda tutan bir birliği ve beraberliği ifade etmektedir. Millet kelimesi Kur’an’da da çok yerde kullanılmakta ve genelde aynı manayı ifade etmektedir.
Millet kavramının, gerçek anlamıyla Hazreti İbrahim’le ve onun döneminden sonra ortaya çıktığını ve yeni anlamlar kazanarak geliştiğini söylemek mümkündür. Yeryüzü macerası bir erkek ve bir kadınla (Adem ile Havva) başlayan insanoğlunun nüfusu çoğaldıkça dil, renk, ırk, inanç farklılaşmaları görülmeye başlamış, zamanla bu farklılaşmalar daha da belirginleşip artarak, aile, klan, boy, soy, aşiret ve kabilelerden sonra insanlar farklı kavim, ulus ve millet gibi daha üst topluluklar da oluşturmaya yönelmişlerdir. Daha alt gruplaşma aşamalarından millet ve ümmet gibi daha büyük toplumlar haline geçilebilmesi için, en gerekli unsurların başında doğal olarak diğer alt gruplardan çok daha büyük bir nüfusa sahip olunması gelir. Çok büyük insan topluluklarının bir millet ve ümmet oluşturabilmeleri için de belli ortak değerlerde, asgari müştereklerde (kültür birliği gibi) birleşebilmesi şarttır. Hazreti İbrahim dönemine kadar millet isimlerine pek rastlanmaz. Toplumlar, devletler üzerinde yaşadıkları ve kuruldukları coğrafi bölgelerin, toprakların adıyla (örneğin, Mısırlılar, Elamlılar, Asurlular, Finikeliler, Lidyalılar, Frigyalıllar, Likyalılar, Kayralılar, Romalılar vs) anılırlardı.
“İbrahim” kelimesi “cemaat babası” “milletlerin babası’ gibi anlamlara gelmektedir. Hazreti İbrahim, “bütün sahte ve yalancı tanrı tanınanlardan uzaklaşarak, kendini bilinçli ve gönüllü olarak Allah’a teslim etmek” demek olan Hanif Müslümanlığın da bir öncüsü, bir prototipi olduğu için, Kur’an’da onun hakkında “Atanız İbrahim” tabiri kullanılmış, kendisinden sonra gelen bütün muvahhidlerin, tevhid inancını benimseyenlerin manevi babaları sayılmakla onurlandırılmış, dünyanın üzerine kurulduğu, kıyamete kadar da devam edecek olan bu dinin, bu dava ve milletin en tanınmış, en samimi, en önemli simalarından, şahsiyetlerinden ve en güzel temsilcilerinden biri olduğu için Müslümanlık da ona nispet edilerek, onunla özdeş sayılarak ‘Babanız İbrahim’in milleti, inanç sistemi, dini’ diye nitelendirilmiş, kendisi bütün insanlığa örnek ve önder gösterilmiş, herkesin onun gibi inanması, yaşaması, düşünmesi, davranması istenmiştir.
Hazreti İbrahim’in milletlerin babası olması sadece manevi babalıkla da sınırlı değildir. Gerçekten de dini ve tarihi metinler incelendiğinde, Hazreti İbrahim’in soyunun üç ana koldan çoğaldığı, onun adıyla anılan ona izafe edilen hak dinin, davanın önderleri olan peygamberlerin büyük çoğunluğunun onun soyundan geldiği, onun bütün inananlar tarafından sevgi ve saygı gördüğü, adı sanı hep anıldığı, onun milletinden olmanın önemsendiği, yeryüzünde hükümran olmuş, dünya siyasetine yön vermiş büyük milletlerin de onun soyundan geldiği veya bir şekilde onunla ilişkili oldukları görülmektedir. O, Hazreti Musa, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed gibi pek çok önemli peygamberin soyca da atasıdır. Ayrıca dünya üzerinde üstünlük sağlamış nice milletler (Yahudiler, Araplar, Türkler, hatta Romalılar) onun soyundan gelmişlerdir. Bu nedenle manevi babalığının, inanç önderliğinin yanı sıra Hazreti İbrahim, aynı zamanda pek çok peygamberin ve milletin de gerçek ve biyolojik babasıdır. Hazreti İbrahim’in neslinin ise üç ana koldan, üç veya dört ayrı millet halinde dünya sahnesine çıkmaya ve dünya siyasetine yön vermeye başladıkları gözlenmektedir. Hazreti İbrahim’in soyunun, Hazreti İshak, Hazreti İsmail ve en son evlendiği Keturah veya Kantura adlı eşinin soyundan çoğalıp, dağıldığı bilinmektedir. Hazreti İshak’ın soyundan İsrailoğulları veya Yahudiler, Hazreti İsmail’in soyundan Arap yarımadasındeki diğer yerli kabilelerle de karışarak Araplar ve Kantura soyundan da Türkler meydana gelmiştir.
Yeryüzünde Allah’ın tek hak dininin ve bu dine dayanan bir milletin ilk protitipi, önderi, lideri olan Hazreti İbrahim, doğup büyüdüğü bölgenin insanlarını yıllarca iyiye, güzele, doğruya çağırmış fakat pek az kişi kendisine inanmıştı. Öz babası dâhil büyük çoğunluk kendisine inanmamışlar, hatta düşman da olmuşlar, sonunda işi onu ateşe atıp diri diri yakmaya kadar vardırmışlar, fakat Allah onu bu büyük ateşten de sağ salim kurtarmıştı. Öz vatanı artık kendisi ve dini için yaşanmaz hale gelince Hazreti İbrahim: “Ben, artık bu toprakları terk edeceğim. Rabbim beni ne tarafa sevk ederse oraya gideceğim! (Saffat Suresi, Ayet: 99) ” diyerek güneye Filistin taraflarına göç etmek zorunda kaldı.
Hazreti İbrahim’e inanan az sayıda bölge insanı da onunla beraber vatanlarını terk ettiler. Bu güzel insanlar Kur’an’da da övülürler, bütün insanlara ve Müslümanlara da örnek gösterilirler: “Gerçekten İbrahim’de ve o’na uyanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Onlar kendi (putperest) toplumlarına şöyle seslenmişlerdi: “Biz, kesinlikle sizden de, Allah’tan başka bütün o taptıklarınızdan da uzağız. Sizin inandığınız her şeyi inkâr ediyoruz. Sizinle bizim aramızda, Tek Allah’a inanacağınız zamana kadar sürüp gidecek olan bir düşmanlık, öfke ve nefret belirmiştir!” (Sonra Allah’a şöyle yalvardılar:) “Ey Rabbimiz! Biz, Sana güveniyor, Sana yöneliyoruz. Dönüş de ancak Sana’dır. Ey Rabbimiz! Bizi hakikati inkar edenler için bir deneme konusu, oyun ve eğlence aracı kılma! Günahlarımızı bağışla! Ey Rabbimiz! Tek galip, kudret ve hikmet sahibi olan yalnız Sen’sin!” Onlarda, Allah’ı ve Ahiret Günü’nü (ümit ve korku ile) bekleyen herkes için güzel bir örnek bulursunuz. Kim yüz çevirirse, (bilsin ki) Allah hiç kimseye muhtaç değildir, bütün övgülere tek layık olandır (Mümtahine Suresi, 4-6).
Kur’an’a baktığımızda Hazreti İbrahim’in de, ona inananların da en önemli özellikleri, babaları, anaları, en yakın akrabaları bile olsa kendileriyle aynı inançları paylaşmayan kimselerle aynı milletten olmayı ret ve inkar etmeleri, dinlerinden kaynaklanan başkalarından ayrı ve farklı bir millet ve milliyet anlayışlarının olması, bu din inanmayanlarla, dolayısıyla kendi milliyetlerine mensup olmayanlarla aralarında kıyamete kadar sürüp gidecek bir düşmanlık, kin ve nefret doğduğunu onların yüzlerine karşı bile haykırabilmeleridir. Allah bizden de bu güzel insanları örnek almamızı, yalnızca bunların milletlerine ve milliyetlerine mensubiyet hissi duymamızı öğütlemektedir. Tarihi süreci izlersek, İbrahim Milleti içinde yer alması, asla onun dışına çıkmaması gereken Kürt ve Türk toplumlarının oluşumunda da bu güzel topluluğun önemli rollerinin olduğunu görebiliriz.
Hem Tevrat ve diğer Yahudi kaynaklarında, hem de Arap ve İslam kaynaklarında Arapların, Yahudilerin ve Türkler’in aynı kökten geldikleri, akraba ve amca çocukları oldukları yolunda değişik rivayetler vardır. Tevrat’ta ve diğer Yahudi kaynaklarında verilen bilgilere göre, yüz yetmiş veya ikiyüz yıl yaşamış olan Hazreti İbrahim, Sare ve Hacer’den sonra, ileri yaşlarında Keturah adlı üçüncü bir hanımla daha evlenmiştir. Hz. İbrahim’in bu hanımından da Zimran, Yokşan, Medan, Midyan, Yişbak ve Şuah adlarında altı çocuğu daha olmuş, bu oğullarını değişik hediyelerle şark diyarına göndermiştir (Tevrat, Tekvin, 25).
Bazı kaynaklarda, Hazreti İbrahim’in Keturah adlı hanımının Hazreti Nuh’un soyundan geldiği, Türk hakanının, hatta Oğuz Kağan’ın kızı olduğu, adının da Türkçe’den geldiği, (örneğin, Han Turan vb gibi) Prototürkçe bir kelime olan bu ismin farklı söyleyiş tarzı nedeniyle biraz değişerek İbranice’ye Keturah, Arapça’ya da Kantura olarak geçtiği, Arap kaynaklarında ve bazı hadis-i şeriflerde Türklerden Kantura oğulları olarak söz edilmesinin de bunu gösterdiği, Kur’an’da kıssası anlatılan Zülkarneyn’in de Oğuz Kağan olabileceği, Hazreti İbrahim’le Oğuz Kağan’ın aynı çağda yaşadıkları, birbirleriyle görüşüp konuştukları, hısım oldukları yönünde değişik rivayetlere rastlanmaktadır. Bunlardaki doğruluk payının ciddi çalışmalarla araştırılıp ortaya konulması yararlı olacaktır.
Bazı yorumcular, Allah’ın Hazreti İbrahim’e oğlu İsmail’i Kabe’nin bulunduğu Mekke’ye götürüp yerleştirmeyi emretmesinde de, eşi Kantura’dan olan oğullarını o zamanki dünyanın çok tenha, uzak ve kurak bir bölgesi olan Ortaasya’ya, Horasan’a, yani Türklerin anavatanı olan bölgeye göndermesinde de çok önemli bir sebepler ve hikmetler olduğu kanatindedirler. Allah, onları pek çok bozuk din ve itikadın, sapıklıkların, ahlaksızlıkların kaynaştığı Ortadoğu coğrafyasından uzaklaştırarak, dünyanın oldukça uzak ve tenha, ama havasıyla, suyuyla, iklimiyle çok sağlıklı bir bölgesine yerleştirmiş, onları orada pek çok bozucu etkilerden koruyarak daha saf, sağlıklı, sağlam ve temiz bir şekilde çoğalmalarını sağlamış, böylece onları ileride kendileri için takdir ettiği büyük görevlere hazırlamış, ileride onlardan büyük bir İbrahimi millet oluşturmayı murat etmiş, nitekim sonuçta Tüklük, Müslümanlık ve Allah’ın herkese uymayı emrettiği İbrahim Milleti birbirinin eş anlamlısı olmuştur. Nitekim, yine Hazreti İbrahim’in soyundan gelen ve eski dünyanın en kalabalık bölgelerinden biri olan Filistin’de ve Ortadoğu’da kalan İsrailoğullarının başlarına gelenler ortadadır. Başta Kur’an olmak üzere güvenilir kaynaklar bize, İsrailoğulları’nın başka milletler ve dinlerle yoğun temasları sonucunda, kendilerini farklı ve üstün kılan özelliklerinin, dinlerinin, inançlarının, benliklerinin, kimlik ve kişiliklerinin nasıl bozulduğunu, özgürlüklerini kaybederek ne büyük acılar, ızdıraplar, işkenceler çektiklerini, içine düştükleri büyük bozulma sonucunda hem Allah, hem de peygamberler tarafından lanetlenecek kadar kötü durumlara düştüklerini çeşitli örnekleriyle anlatmaktadır. Onlar civardaki dinlerin ve inançların etkisinde kalarak peygamberlerinden kendilerine put yapmasını isteyecek, hatta altından buzağı heykeli yapıp tapacak kadar yoldan çıkmışlar, Allah’ın dinini bozup tahrif etmişler, Allah’a ve peygamberlerine verdikleri sözlerini tutmamışlar, peygamberlerini katletmişler, fitneci ve fesatçı bir topluluk haline dönüşmüşler, Allah’ın lanetine ve gazabına uğramışlar, daha sonra gelişen olaylar ve savaşlar yüzünden dünyanın dört bir yanına dağılarak çok büyük felaketlere uğramışlardı. Eğer Hazreti İbrahim’in Türklerin ataları olan çocukları da onlarla beraber kalsalar, belki aynı akıbetlere onlar da uğrayacaklardı. Hazreti İbrahim’in diğer zürriyetinden gelen ve Türk milletini oluşturan çocukları ise; bu nispeten boş, ıssız ama başka milletlerin ve bozuk inançların fazlaca etkin olmadığı, bu uzak ve bozulmamış çok geniş coğrafyada, Allah’ın lutfuyla korunmuşlar, saklanmışlar, daha güvenli bir hayat sürebilmişler, hızla çoğalabilmişler, varlıklarını, babalarından öğrendikleri dinlerini, inançlarını (Tek Tanrı’ya yönelen Hanif Dini İnancı) ve babalarının karakteristik özelliklerini çok fazla bozulmadan asırlar boyunca koruyabilmişlerdir. Böylece hem başka milletler ve dinler arasında kaybolup gitmekten kurtulmuşlar, hem buranın çetin coğrafi şartları içinde daha dayanıklı, güçlü, kuvvetli, gürbüz, güzel nesiller yetiştirerek çoğalıp güçlenebilmişler, hem kafaları ve gönülleri başka bozuk inanç ve fikirlerle de fazla dolu olmadığı için Allah’ın yeryüzüne hâkim kılmak için gönderdiği İslam dinini kabul etmeleri daha kolay olmuş, hem de daha sonra Araplar’dan islamın bayraktarlığını teslim alarak dünyaya yön ve nizam verebilecek duruma gelmişlerdir. İlk bakışta özellikle kendilerini uzak bir diyara sürülmüş, terk edilmiş gibi hisseden Hazreti İbrahim’in çocukları açısından oldukça üzücü ve olumsuz gibi görünen, gerçek sebeplerini ve hikmetlerini ancak bunu kulu İbrahim’e emreden Allah’ın bilebileceği bu olay, gerçekte Türk, dünya ve insanlık tarihi açısından olağanüstü önemde, nitelikte, büyüklükte, hayırlı ve uğurlu sonuçlar doğurmuştur.
Kaynaklarda belirtilmese de, Hazreti İbrahim’in bu çocuklarını o uzak bölgeye tek başına göndermediği, onlarla beraber Urfa ve Harran civarından hicret eden kimselerden en azından bir kısmını da göndermiş olabileceği, Türklüğün ve Türk milletinin oluşumunda bunların da çok önemli katkılarının ve rollerinin olabileceği akıldan uzak bir ihtimal değildir. Nitekim tarihin en eski zamanlarından beri Türklerle Kürtlerin iç içe yaşamaları, nerede Türk varsa orada Kürt de bulunması bu görüşü kuvvetlendirmektedir. Görüldüğü gibi Türkler ile Kürtler arasındaki ilişkiler bu milletin kurucu babası, lideri, önderi, Hazreti İbrahim’e kadar uzanmaktadır. Bugün aklı başında olan Türklere de Kürtlere de düşen en önemli görev ve sorumluluk, kendilerine yalan yanlış, bilimsel ciddiyetten yoksun, dedikodulara, rivayetlere, kendi içinde bile tutarsız, birbiriyle çelişen, varsayımlara ve tezlere dayanarak kendilerine başka kökenler aramak yerine, Allah’ın ‘Babanız İbrahim’in Milletine uyun!’ emrine uymak ve uygun davranmaktır. Hepimiz millet ve din babamız Hazreti İbrahim’e layık evlatlar olmaya çalışmalı, aramızdaki binlerce yıllık birlik ve beraberliği zedeleyecek tutum ve davranışlardan şiddetle kaçınmalı, böylelerine de imkan ve fırsat vermemeliyiz.
Bugün ülkemizde ne olduğunu tam olarak kavrayamadığımız, adını bile doğru dürüst koyamadığımız bir sorunla karşı karşıya bulunuyoruz. Bu sorun, merkezine Kürt kardeşlerimizin konduğu malum sorundur. Bize maddi ve manevi çok büyük zararlar veren, huzur ve barışımızı bozan, birlik ve beraberliğimizi dinamitleyen bu sorunu bazıları otuz yıldan beri devam eden bir terör sorunu, güvenlik sorunu olarak niteliyorlar, adına da Güneydoğu Sorunu, Kürt Sorunu isimler takıyorlar. Hâlbuki Türk milleti ile onu oluşturan asli unsurlardan biri olan Kürtler arasında ne sorun olabilir. Dinimiz bir, Allah’ımız bir, peygamberimiz bir, tarihimiz bir, kültürümüz bir, hatta dostlarımız bir, düşmanlarımız bir… Daha binlerce bizi birbirimize bağlayan, birleştiren, bütünleştiren unsur sayılabilir. Üstelik yıllardır arada kurulmuş çeşitli akrabalıklar, kan bağları da var. Asırlardan beri iç içe girmiş, karışıp kaynaşmış, bir ve beraber olmuş, kader birliği etmiş, aralarında kopmaz tarihsel, kültürel, dini, hatta kan bağları oluşmuş bu birliği birlikteliği bozmayı aklı başında hangi gerçek Türk veya Kürt düşünebilir. Türklerle Kürtler arasında tarihsel açıdan bakıldığında da günümüz açısından bakıldığında da hiçbir sorun olmadığı ve olamayacağı ortadadır. Mevcut problemler de yalnız Kürt kardeşlerimizin değil, Türk Milletini oluşturan bütün unsurların ortak dertleri, sorunları, problemleridir. Bunların çözümü de birbirimizle kavgayla, çekişmeyle, tartışmayla veya savaşla değil ancak ortak gayret ve çabalarla olur. İki taraf arasında çıkabilecek bütün ayrılık gayrılıklar, çatışmalar, bölünmeler, çekişme ve ihtilaflar, dağılmalar kendilerine hiçbir fayda sağlamaz, ancak hepsini birden yok etmek, tarih sahnesinden silmek isteyen ortak düşmanlarını sevindirir, onların işine yarar.
Olay göründüğü gibi sadece otuz yıllık basit bir terör olayından ibaret değildir. Zannedildiği, görüldüğü ve gösterilmeye çalışıldığı gibi esas sorun Kürt sorunu, Güneydoğu sorunu da değildir. Sorunun adı, tanımı ve gerçekte ne olduğu; bu sorunun taraflarına, bu sorunu ortaya çıkaranlara, senaryosunu yazıp sahneye koyanlara, bundan belli yararlar ve çıkarlar umanlara göre değişmektedir. Örneğin emperyalist haçlı zihniyetine sahip Batılılar açısından bakarsak sorunun gerçek adı Şark Sorunu’dur. Yani bin yıldan beri bu toprakları kendilerine ve inançlarına vatan edinmiş, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Arabıyla, Alevisiyle, Sünnisiyle bütün Türkleri ve Müslümanları Avrupa’dan, Balkanlardan, Kafkaslardan, Anadolu’dan bu topraklardan söküp çıkarmak, temizlemek veya geldikleri yere yani Asya’ya sürmek sorunudur. Oryantalizm bu sorunu kendi yöntemleriyle çözmek için bin yıldan beri çok büyük kadrolarla, imkanlarla, paralarla bu sorun üzerinde çalışıyor. Yaklaşık üç asırdan beri özellikle Balkanlarda ve Kafkaslarda Müslümanlara karşı girişilen büyük soykırımlar, savaşlar, kitlesel imhalar, göçler hazırlanan oyunun, yazılan senaryonun sahneye konmasından ibarettir. Özellikle Osmanlı Devletinin en uzun asrı olan ondokuzuncu yüzyıl ve ardından yirminci yüzyıl bunun ateşli, kanlı mücadeleleriyle, bizim açımızdan son derece yakıcı, yıkıcı, acı, elem ve ızdırap verici felaketleriyle geçmiştir. Bugün Kürt sorunu veya Güneydoğu sorunu diye önümüze konan da aynı oyunun devamından başka bir şey değildir.
Daha dün denebilecek kadar yakın bir zamana, yani yirminci yüzyılın başlarına kadar Balkan ülkelerinde yaşayanların çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu. O zamanlar Balkanlarda Türklük ve Müslümanlık Anadolu’dan çok daha güçlüydü. Fakat bu Avrupa ve Rusya açısından istenen ve arzulanan bir şey değildi. Uyguladıkları Balkanizasyon (bölme, parçalama) politikalarıyla Balkanlarda etnik milliyetçiliği körükleyerek kendilerine yakın yeni milletler, milliyetler, devletler türetmeye kalktılar. Özellikle Hıristiyan unsurların çocuklarını açtıkları okullarda özel eğitimlere tabi tutarak, bunların beyinlerini Türklük ve İslam karşıtı düşüncelerle doldurdular, Türklere ve Müslümanlara düşman hale getirdiler. Müslümanları buralardan sürüp çıkarmaları, kitlesel katliamlara tabi tutmaları için Hıristiyan unsurları her türlü araç, gereç, silah ve mühimmatla desteklediler, onları Müslümanlara karşı kışkırttılar, saldırttılar, yapılan katliamlara, işkencelere, tecavüzlere göz yumdular, hatta el altından teşvik ettiler. Hedeflerinde yalnız Balkanlar ve Kafkaslar değil Anadolu’da da vardı. Onun için bir yandan Balkanlar ve Kafkaslar üzerinde çalışırlarken bir yandan da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da kendilerine bağlı bir Ermeni devleti kurmak için ayni şeyi Ermeniler üzerinden gerçekleştirmek için yoğun bir faaliyet içine girdiler.
Batılılar ve Ruslar Balkanlarla ilgili emellerinde ve politikalarında çok büyük başarılar elde ettiler. Etnik kökenine, mezhebine bakılmaksızın bütün Türkleri ve Müslümanları Balkanlardan sürüp çıkarma konusunda çok büyük mesafeler kat ettiler. Bu katliamlardan, işkencelerden, sürgünlerden, tecavüzlerden Arnavut, Sırp, Hırvat, Bulgar, Rum, Makedon, Romen gibi etnik köken olarak Balkan milletlerinden olan Müslümanlar da kurtulamadılar. Hatta Türkleşmiş gözüyle bakılan bu insanlar onların gözünde Türklerden daha kötü ve daha büyük düşman olarak görülüyorlardı. Gerçekten de hangi etnik kökenden gelmiş olurlarsa olsunlar Balkanlardaki Müslümanlar arasında çok sıkı bir dayanışma, birlik ve beraberlik vardı. Hepsi kendisini öz be öz Türk görüyor ve öyle hissediyordu.
Batılılar Balkanları Türklerden ve Müslümanlardan temizleyebilmek için sadece Hıristiyan milletler üzerinde değil, değişik etnik kökenlerden gelen Müslümanlar üzerinde de çalışmaları, etnik milliyetçi, bölücü ve yıkıcı faaliyetleri onlar arasında da yaygınlaşmaları gerektiğini gördüler. Bu yöndeki çalışmaları da belli bir süre sonra meyvelerini vermeye başladı ve etnik milliyetçi, ırkçı akımlar yavaş yavaş buradaki Müslümanları da etkilemeye başladı. Özellikle ‘Balkanların Kürtleri’ diye adlandırılan Müslüman Arnavutlarla Türkler ve Osmanlı Devleti arasında bağların koparılması, bunların birbirinden ayrılması Balkanizasyon politikalarının başarısı, Balkanlardaki Türk ve İslam hakimiyetinin sona erdirilmesi açısından çok büyük önem taşıyordu. Çünkü Arnavutlar, Balkanlarda çıkan isyanların bastırılmasında çok önemli görevler ifa ediyorlar, roller oynuyorlardı. Arnavutlarla Osmanlı Devletinin ve Türklerin araları açılmadan, onlar birbirine düşürülmeden Balkanlardan Türk ve İslam izlerinin silinmesi mümkün görünmüyordu. Bunun için Arnavutlar arasında ırkçılık, etnik milliyetçilik, Arnavutçuluk akımlarının güçlendirilmesi gerekiyordu. Arnavutların birliğini, beraberliğini ayrı bir Arnavut devleti ve milleti kurulmasını savunan ayrılıkçı ve bölücü Başkımcılar, Müslüman Arnavutlar arasında da kendilerine taraftar bulmaya, etkinliklerini artırmaya başladılar. Başkım Arnavutça birlik, beraberlik demekti. Bunlar güya Arnavutların birliğini sağlayacaklar, Arnavut devleti ve milletini kuracaklardı. Osmanlı Devletinin yıkılma sürecine girdiği bir dönemde herkes ayrı millet olma ve ayrı devlet kurma peşinde koşarken kendilerinin bunu yapmamalarının Arnavutların zararına olacağı iddia ediliyordu. İtalyanların Trablusgarb’a saldırmaları gibi Osmanlı Devletinin başındaki türlü gailelerden de yararlanarak Arnavutlar 1911 yılına bağımsızlıklarını ilan ettiler. Osmanlı Devletinin bu oldubittiyi kabul etmekten ve razı olmaktan başka yapabileceği fazla bir şey yoktu.
Arnavutlar güya bağımsızlık ilan ettiler ama bundan fayda değil, zarar hâsıl oldu. En büyük zararı da yine başta Arnavutlar olmak üzere bütün Balkan Müslümanları ve Türkleri gördü. Balkan milletlerinin çoğu, Arnavutlardan çekindikleri için bağımsızlıklarını ilan edemiyorlar, Balkanlardaki Osmanlı topraklarını işgal etmeye, buralardaki Müslümanlara ve Türklere saldırmaya cesaret edemiyorlardı. Arnavutlarla Türkler arasındaki bu birlik ve beraberlik, bu kardeşlik bitince, fırsatı ganimet bilen Balkan milletleri kendi aralarında ittifaklar kurarak Osmanlı Devletine ve Balkanlarda yaşayan Türklere ve Müslümanlara karşı harekete geçtiler. 1912 yılında Balkan Türklüğü ve Müslümanlığı için tam bir felaket olan Balkan Savaşları başladı. Bağımsızlığının üzerinden daha iki yıl bile geçmeden Arnavutluk ve Arnavut toprakları onlara asırlardır kin bileyen acımasız düşmanlarının işgaline uğradı. Osmanlı Devletinin onlara yardım edecek gücü kuvveti yoktu. Olsa da yardım edemezdi. Çünkü ikisinin arasına bir sürü yeni kurulmuş Hıristiyan devlet girmişti. Arnavut halkı bu ihanetin bedelini çok ağır ödediler, hala da ödüyorlar. Bu gereksiz bölünmenin ardından Arnavutlar ne doğru dürüst bir millet olabildiler, ne de istedikleri gibi bağımsız bir devlet kurabildiler. Bugün bile Arnavutların yarıdan fazlası başka komşu devletlerin tebaası durumunda, onların zulmü altında inliyorlar. Zaten Arnavutlardan, Araplara kadar etnik milliyetçilik sevdasına kapılanlardan hiç birisi gerçek anlamda ne devlet olabilmişlerdir, ne de millet!
Balkanlarda oynanan oyunun aynısı bugün Anadolu’da özellikle de bugün Kürt kardeşlerimizin yoğun olarak yaşadıkları coğrafyada da oynanıyor. Ruslar, Avrupalılar ve Amerikalılar Osmanlıların Milleti Sadıkası (Sadık Millet) olan Ermeniler üzerinde uzun yıllar çalıştılar. Nihayet onların içinden ayrılıkçı, isyancı gruplar çıkarmayı ve bunların Osmanlı Devletine karşı çeşitli isyanlar başlatmalarını sağladılar. Onların bu politikalarına karşı II. Abdülhamid de Hamidiye Alaylarını ve Aşiret Mekteplerini kurarak karşılık verdi. Eğer Abdülhamid Han’ın akıllı politikaları olmasaydı bugün ne Anadolu’da bir Türk varlığı, ne de doğuda Kürt kardeşlerimiz kalırdı. Çok büyük mücadeleler sonunda, büyük bedeller ödenerek bu toprakların Ermenilerin eline geçmesi önlendi. Batılıların ve Rusların kışkırtmasıyla ayaklanan ve özellikle doğudaki Kürt kardeşlerimize karşı akıl almaz vahşetler, kötülükler yapan Ermeniler ihanetlerinin bedelini çok ağır ödediler ama bu amaçlarından asla vazgeçmediler. Osmanlılar döneminde Taşnak ve Hınçak, Cumhuriyet döneminde de Asala gibi terör örgütleri kurarak Türk milletine ve Türk devletlerine karşı terörün ve tedhişin her türlüsünü denediler. Ermeni Asala terör örgütünün kanlı eylemleri otuz yıl öncesine, yani PKK terör örgütü terör eylemlerine başlayıncaya kadar devam etti. Fakat her nedense PKK terörü başlar başlamaz Asala terör örgütünün faaliyetleri bıçak gibi kesildi. Çünkü izlenen yeni politika iti ite kırdırma, bizim kendi yağımızla kendi etimizi kavurma politikasıydı. Amaç Türkleri ve Kürtleri birbirine kırdırarak, en az Ermeni kaybı ile kesin ve nihai sonuca gitmek olarak görünmektedir. Huzur ve güvenin kalmadığı bölge ister istemez Müslüman Kürtler tarafından da boşaltılacak, geri kalanların ise Ermeniler tarafından temizlenmesini daha kolay olacak, artık Kürtlerden o eski intikamların diledikleri gibi alınması da hiç zor olmayacaktı. Ermenilerin Türklerden çok Kürtlere düşman oldukları, onlara daha fazla kin besledikleri ve öfke duydukları bir gerçektir. Çünkü doğudaki Ermeni isyanlarında en çok Ermenilerle Kürtler karşı karşıya gelmişler, en çok onlar vuruşmuşlar ve birbirlerinin kanını dökmüşlerdir. Ayrıca Ermeniler, tehcir sırasında öldürülen Ermenilerin büyük çoğunluğunun Kürtler tarafından öldürüldüğüne inanmakta ve onları sorumlu tutmaktadırlar. Şimdi görünürde Ermenilerle bazı ayrılıkçı ve bölücü Kürtler arasındaki birbirlerini yakın akraba sayacak kadar ileri gösterilmeye çalışılan yakın ilişkilere aldanmamalıdır. Kurulan bu sahte ilişkilerdeki Batılıların ve Ermenilerin esas amacı, Arnavutlar konusunda yapıldığı gibi önce Kürtleri Türklerden ayırmak ondan sonra da bir güzel haklarından gelmektir. Hesap bu olmakla beraber Kürdüyle Türküyle bu millet bu hesapları da boşa çıkaracaktır. Balkanlarda ve Kafkaslarda etnik köken olarak bölge milletlerinden gelen Müslümanların varlığına bile tahammül edemeyen Batı, hiç Anadolu’da Kürt de olsa başka bir etnikten olsa bir Müslüman unsurun varlığına içten razı olabilir mi? Olmayacağını tarihi gerçekler açıkça göstermektedir.
Öte yandan günümüzde bu bölge üzerinde emelleri olanlar, bu bölgede gözü olanlar yalnızca Ermeniler de değildir. Devletinin sınırlarını Anayasasında bile Nil ve Fırat Nehirleri arasını içine alacak şekilde belirlemiş olan İsrail’in bölgeyle ilgili emelleri ve bunları gerçekleştirmek için yaptıkları artık sır değildir. Fakat biz Kur’an’ın delaletiyle de açıkça ve kesin olarak biliyoruz ki, Yahudiler ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, ne kadar fitne ateşi yakarlarsa yaksınlar, Allah onların yaktıkları fitne ateşini her defasında söndürecek, İbrahim Milleti ise kıyamete kadar varlığını ve etkinliğini sürdürecektir. Bu arada herkes kendi tıynetine, cibilliyetine yakışanı yapar ve gerçekte ne olduğunu iş ve işlemleriyle ortaya koyar. Bizim bütün arzumuz, emelimiz, her şeyimizle, fikir ve düşüncelerimizle, iş ve işlemlerimizle, eylemlerimizle, tutum ve davranışlarımızla İbrahimi ve Muhammedi bir millet, toplum ve fert olmaya çalışmak ve bunu ispat etmektir. Bunu ispatın en iyi yolu da, Yahudilerin kıyamete kadar sürekli yakacakları fitne ateşlerine odun ve yakıt taşımamak, yakıt olmamak için de elimizden geleni yapmaktır. Bizde İbrahimlik ve İbrahimi özellikler olursa hiçbir Nemrud’un ateşi bizi yakamaz. Her toplumda elbette Nemrutların ateşine odun taşıyan Nemrudiler de çıkacaktır. Fakat bize düşen ve yakışan onlarla safımızı ayırmak, birlik, beraberlik ve kardeşlik için her türlü bozgunculuk ve fitne ateşini var gücümüzle söndürmektir.
Hazreti Mevlana bunu asırlar öncesinden ne güzel anlamış ve ifade etmiş:
Bil ki topluluktan bir an bile ayrılmak şeytanın hilesindendir.
Bir kuzu, sürüden ayrılıp, tek başına bir yol tutarsa,
Kurtlar onu hemen kapıp yiyiverirler.
Kurtlardan daha vahşi yırtıcılarla dolu şu dünyada,
Topluluktan ayrılanlar, birlik ve beraberliği terk edenler,
Söyleyin, öncelikle kendi başlarını yemezler mi?
Kendi kanlarını dökmezler mi?
Tek başına, yolsuz, yoldaşsız kalan,
Helak olup gitmiş demektir.
Düşmanın amacı, seni önce bütünden ayırmak,
Kimsiz, kimsesiz, sahipsiz bir parça haline getirmek,
Sonra da bir kenarda rahatça başını yemek, helak etmek, mahvedip gitmektir.
Öyleyse, seni birlikten beraberlikten ayırmak için söylenen her sözü, düşmanların hilesi bil!
Dostlarını unutup terk edenler düşmanlarını sevindirirler.
Düşman, senin dostlarından ayrılıp uzaklaştığını gördükçe ve duydukça,
Öyle sevinir, öyle sevinir ki, sevincinden âdeta derisine sığmaz olur.
Aklını başına al da, düşmanları sevindirecek işler yapma!
Ey gönlünü sevgiliden ayıran dostum!
Dosttan yüz çevirmek sanki daha mı iyi oldu?
Sen gönlünü dostundan ayırdın diye?
Düşman, sevincinden derisine sığmıyor.
Dostlar, dostlar! Birbirinizden ayrılmayın!
Sakın ola ki ayrılık havaları çalmayın!
Hep birlik ve beraberlik havaları çalın!
Kaçıp uzaklaşma heveslerini kafanızdan atın!
Mademki hepiniz birsiniz, ikilik havası çalmayın!
Vefâ sultanı emrediyor: ‘Vefâsızlık etmeyin!
Küresel sömürgeci güçlerin ülkemiz üzerinde oynadıkları oyunların, uzun vadeli politikaların birer parçası oldukları aşikâr olan ‘seküler etnik Türk milliyetçiliği”, ‘Kürt etnik ırkçılığı’ ve diğer ırkçı, etnik milliyetçi, yıkıcı, bölücü, parçalayıcı akımlar yüzünden ülkemizde insanlarımızın birbirine karşı kışkırtılması, anarşi ve terör olaylarının tırmandırılmasının milletimize çok büyük zararlar vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Bunun önemli sonunun kısa vadede önlenebileceği, çözümlenebileceği de zor görünmektedir. Fakat en sonunda sağduyunun ve aklıselimin galip geleceği muhakkaktır. Bu milletin özünü, ruhunu, çimentosunu teşkil eden en az binbeşyüz yıllık bir kültür ve medeniyet birikimini, değerlerini “yok” sayan siyasetler bu coğrafya üzerinde şimdiye kadar arzu ettikleri başarıyı elde edemedikleri gibi bundan sonra da elde edemeyeceklerdir. Bu ülkede devlet, millet ve Türk milliyetçiliği adına hareket ettiklerini söyleyen, ancak devlete de Türk milletine de düşman kazandırmaktan başka bir şey yapmayan siyasetlere de, emperyalist küresel güçlerin köpürttüğü etnik-siyasal milliyetçiliğe de bu millet asla pirim vermeyecek, hepsinin ipliğini pazara çıkarmayı başaracaktır. Burada önemli olan bu sıkıntıların, acıların mümkün olan en kısa sürede, en az zararla atlatılmasıdır. Bunun için de konumuna ve durumuna göre herkese değişik görev ve sorumluluklar düşmektedir. Asırlardır bir ve beraber yaşamış, et ve tırnak gibi olmuş aynı vücudun parçaları durumuna gelmiş Türk milletini oluşturan bütün etnik grupların, bu arada Türklerle Kürtlerin de birbirlerinin dert ve sıkıntılarına, üzüntü ve kederlerine ortak olmalı, bunların üstesinden gelinebilmesi için elbirliğiyle çalışılması, mücadele edilmesi tek çıkar yoldur. Bizim birbirimize zıt ve birbiriyle çelişecek hiçbir talebimiz ve isteğimiz olamaz ve olmamalıdır.
ORTAK ADIMIZ TÜRK!
Ecdadımızdan bize miras kalan ortak bir vatanın evlatları olarak bizim ortak bir adımız vardır ki, o da Türk adıdır. Çok şerefli anlamları ve çağrışımları olan bu ad kolay kazanılmamıştır. Bu ada layık olmak ve bu adın anlam ve çağrışımlarını daha müspet ve olumlu hale getirmek de her Türk’ün boynunun borcudur.
Türk Milleti’nin oluşum süreci ve kültürel kökenleri tarihin binlerce yıllık derinlerine uzanmasına rağmen, Türk adı ve Türklük kavramı tarihte ilk defa ancak Miladi altıncı yüzyıldan sonra duyulmaya başlamıştır. Türk adına, yazılı kaynaklarda Milattan sonra VI. yüzyılın ortalarına kadar rastlanmaz. Şimdilik elimizdeki en eski verilere göre, Çinliler tarafından Tu-kiu, Tuçue şeklinde söylenen Türk adına yazılı metinlerde ilk kez 542 yılında, Göktürk imparatorluğunun kuruluşu aşamasında, bu yeni birliğin adını ifade etmek için Çin yıllığı Çou-şu’da rastlanmaktadır. Ama Hunlar da dâhil, Türkçe konuşan halkların bu zamana kadar da Avrasya tarihinde etkin oyuncular olarak çok önemli roller oynadıklarından kimsenin kuşkusu yoktur (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.38). Zaten Büyük Hun İmparatorluğu gibi büyük ve güçlü bir imparatorluğun, kurum ve kuruluşlarıyla kurulup, yerleşmesi ve egemenliğini herkese kabul ettirebilmesi için bile yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir hazırlık aşamasının gerektiği, dolayısıyla Türk tarihinin çok daha eskilere uzandığı açıktır.
Türk Tarihinin en eski ve en önemli Türkçe yazılı kaynağı olan Orhun Yazıtlarında Türk Milleti için Türk Budun (Türk Bütün) tabiri kullanılmaktadır. Bu bütün içinde yer alanlar, hangi ırktan, kavimden, kabileden, boydan, soydan olursa olsun Türk kabul edilirler, yer almayanlar veya önceden yer alıp da sonra ayrılanlar ise kim olurlarsa olsunlar Türk Budun’dan kabul edilmezlerdi. Tarihten günümüze kadar Türkçe konuştukları, ataları dedeleri Türk olduğu halde kendilerini Türk kabul etmeyen toplumlar bulunduğu gibi, ataları dedeleri içinde hiç Türk olmadığı halde kendilerini herkesten çok Türk sayan nice sonradan Türk olanların da bulunduğu bilinen ve görülen gerçeklerdendir. Türk Milleti Türklüğü, bu ad ortaya çıktığından itibaren hep böyle anlamış, böyle kullanmıştır.
Değişik kaynaklarda, Türk kavramının daha en başından beri doğal olarak o bütün içinde yer alması gereken grupları bile kapsamadığına, Türk üst kimliğini kabul edenlerin, etmeyenlerin, girenlerin, çıkanların olduğuna, bazı devirlerde onu meydana getiren unsurlar arasında bile itibar kaybettiğine, tartışma konusu olduğuna, örneğin Selçuklular, Osmanlılar gibi büyük Türk devletlerinin bile devletin adı olarak Türk adını kullanmadıklarına, aynı kökenden geldikleri halde kendilerini Türk sayanların da saymayanların da olduğuna, bazı devirlerde Türk adına ve kimliğine Türkler arasında bile iyi gözle bakılmadığına, Türkmenlerin bile kendilerine “Türk” demediklerine, Türk’lerin de Türkmenleri kendilerinden saymadıklarına, günümüzde de Tatar, Özbek, Uygur, Kırgız, Kazak gibi Türkçe konuşan, Türk soylu bazı Müslüman Türk grupların kendilerine ‘Türk’ demediklerine, Türk adına, sanına mesafeli durduklarına, başka devlet ve millet adı alıp, kendilerini ayrı birer millet olarak görmek ve göstermekten yana olduklarına dair çok çeşitli fikirler, görüşler, düşüncelerle karşılaşılmaktadır. Aslında bunların hepsinin doğruluk ve yanlışlıklarının ciddi bilimsel verilerle test edilmesi, yanlış olanlarının yanlışlıklarının, doğru yönleri olanlarının da nedenlerinin açıklıkla ortaya konması gerekmektedir.
İslamiyetle tanışmadan önce Türkler, ufak tefek farklılıklarla aynı dili konuşan, aynı tarz bir yaşam sürdüren, aynı inançları, aynı duygu ve düşünceleri paylaşan değişik kavimler, kabileler, boylar, soylar halinde Uzak Asya bozkırlarından, Doğu Avrupa düzlüklerine kadar çok geniş bir coğrafya üzerinde göçebe ağırlıklı ve zor bir yaşam sürdürüyorlardı. Bu bölük pörçük, çoğu zaman da birbirine rakip ve düşman akraba topluluklar arasında dış etkenlerin de tesiriyle savaşlar ve mücadeleler hiç eksik olmazdı. Bunların her biri kendi kabilesinin boy, budun ve oymağının adıyla anılmayı, onu öne çıkarmayı tercih eder, zayıf kabile bağlı ve bağımlı olduğu güçlü kabilenin adını alır, kurulan devletler ve İmparatorluklar da Hunlar, Avarlar, Oğuzlar, Peçenekler, Bulgarlar vb gibi kurucu kavim veya kabilenin, adıyla anılırdı. Örneğin, Mete Han da Doğu Türkistan’ı aldıktan sonra Çin İmparatoruna yazdığı bir mektupta: “Bunların hepsi Hun oldular. Yay çekebilen (okçuların) hepsi tek bir aile haline gelip birleştiler. Şimdi kuzeydeki bütün ülkelerde, dirlik ve düzeni kurdum. Şimdi silahları bir tarafa koymak, subaylarımı ve askeri birliklerimi dinlendirmek, atlarımızı beslemek istiyorum. Çocuklarımız ve gençlerimiz büyüsünler, yaşlılarımız ise huzur içinde yaşasınlar” diyor, hükmü ve idaresi altına aldığı bütün halkları, milletleri ve toplumları Hun olmuş sayıyordu (Ögel, Bahaeddin, Dünden Bugüne Türk Kültürünün Gelişme Çağları, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Yayını, İstanbul, 2001, s. 65-66).
Asırlar boyunca ayrı boylar, soylar, kavimler, kabileler şeklinde yaşayan değişik büyüklükteki Türkçe konuşan toplulukların, özellikle karşılarındaki Çin gibi büyük düşmanlar karşısında, tek başlarına hiçbir varlık gösterebilmeleri, hatta varlıklarını da sürdürebilmeleri mümkün değildi. Özellikle dış tehdit ve düşmanlardan kaynaklanan büyük kaygılar ve yaşadıkları acı tecrübeler varlıklarını, birliklerini, dirliklerini sürdürebilmek, koruyup, geliştirebilmek, daha iri, daha diri, daha güçlü, daha kuvvetli, daha kudretli, daha mutlu, daha müreffeh ve güvenli olabilmek için onları aralarında gönüllü veya zorunlu birliktelikler, beraberlikler, federasyonlar, konfederasyonlar, budunlar, karabudunlar kurmaya yöneltiyordu. Genellikle en büyük ve en güçlü kabilenin, boyun, soyun etrafında gerçekleşen bu birliktelikler fazla uzun ömürlü olamıyor, belli bir rahatlık evresinin ardından yeniden ayrılma, dağılma, bölünme ve parçalanma felaketiyle yüzyüze geliyorlardı. Aralarındaki çekememezlikler, rekabetler kavga ve dövüşler, çatışma ve didişmeler, kanlı savaşlar onların çoğaldıkça daha çok bölünmeleri, bölündükçe de birbirlerinden daha fazla uzaklaşmaları sonucunu doğuruyordu. Dışarıdan dış düşmanların, içeriden de çoğu birbirine akraba boy, soy ve kabilelerin saldırıları yüzünden hiçbir yerde rahat, huzur, barış ve güven kalmamıştı. Özellikle uzun ömürlü olamayan büyük devletlerin ve imparatorlukların yıkılmasından sonra, milletin birbirini yiyip bitirme dönemleri başlıyor, o geniş toprakları birbirlerine dar ediyorlar, yaşanmaz hale getiriyorlardı. Bu olaylarla tetiklenen, Ortaasyadan başlayıp dünyanın her tarafına yayılan ve Kavimler Göçü (MS 375) adıyla anılan Büyük Göçler bütün dünyayı da altüst etmiş, İlk Çağ’ın sona ermesi, Roma İmparatorluğu’nun Batı ve Doğu olarak ikiye ayrılması, Avrupa’nın siyasi haritasının değişmesi gibi dünya tarihini esaslı bir şekilde değiştiren büyük tarihi olayları da tetiklemişti.
Hun İmparatorluğunun dağılmasının ardından asırların bilgi ve tecrübe birikimiyle yeni ve farklı bir oluşuma gidildi. Bu oluşum Türk adını alan ilk devletin kurulması ve Türk milletinin adıyla sanıyla ortaya çıkmasıydı. Bu oluşumu gerçekleştirenler artık herhangi bir boyun, soyun, hanedanın, kavim ve kabilenin adıyla değil, ayrı bir adla birleşip bütünleşme, ortak bir üst kimlikle birbirlerine bağlanma anlayışını benimsediler. ‘El adama iyi ad vermez!’ düşüncesinden yola çıkarak kendi milletlerine ve devletlerine kendileri yeni bir ad aradılar ve ‘Türk’ adında karar kıldılar. Bu birliğe girmeyi kabul eden bütün boylar, soylar, kavim ve kabileler artık kendi adlarıyla beraber büyük bir onur ve iftiharla Türk adını da benimsiyorlar ve kullanıyorlardı. ‘Türk Budun (Türk Milleti)’ bir kere oluştuktan, adıyla sanıyla ortaya çıktıktan sonra hızla gelişti, ‘Türk Karabudunu (Büyük Türk Milleti’ halini aldı, 552 yılında da tarihte Türk ismini ilk defa kullanan Göktürk İmparatorluğunu kurdu. Gök kelimesi Türklerde yüceliği, ululuğu ifade eder. Bu yüzden milletin ortak adını alan ‘Gök Türk Devleti’ de ‘Yüce Türk Devleti’ anlamına gelmektedir.
Kaşgarlı Mahmud, Türk kelimesinin ‘güçlü, kuvvetli, kudretli, birlik, beraberlik, olgunluk, mükemmellik’ gibi anlamlara geldiğini belirtir. Türk sözcüğünün ‘çok icatçı’, ‘ulu’, ‘büyük’, ‘ileri gelen’, ‘önder’, ‘cihangir’ gibi anlamları da vardı. Bazı tarihçiler, Türk isminin bir millet adı olarak değil, bir devlet adı ve siyasi bir nam olarak (Göktürklerle beraber) ortaya çıktığını söylerler. Fakat ne olursa olsun, bütün bu görüşleri birleştirerek, Türklerin hayali ve uydurulmuş bir millet değil, tarihin çok eski çağlarından beri var olan, varlığını tarih sahnesinde oynadığı önemli rollerle ispat etmiş, devletler kurmuş, hakiki ve gerçek, ulu, kuvvetli, kudretli, cihangir bir millet olduğunu söylemek ve kabul etmek en doğru yaklaşım olacaktır (Şigen, Liyu, Türk Kağanlığı Tarihi, Uygurcaya Çeviren: Mümin, Ahmetcan, Sancak Halk Neşriyatı, Urumçi, 2002, s. 1-2).
Eski Türklerde hiç kimseye bedavadan ve hak etmediği bir isim verilmez, bir kişi veya grubun alacağı adı önce hak etmesi gerekirdi. Onun için de Türklerde ve Türkçede her ismin anlamı ile sahibi arasında güçlü ilişkiler vardır. Dolayısıyla bu millete de Türk isminin bedavadan, hak etmeden, havadan, rastgele verildiği sanılmamalıdır. Onlar bu ismi ve bu ismin çağrıştırdığı olumlu anlamları ve imajları, ahlaklarıyla, faziletleriyle, erdem ve hünerleriyle fazlasıyla hak ederek almışlardı. Hatta Türk Milletinin asırlar boyunca Ortaasya bozkırlarında adsız veya güçlü kavim ve kabilelerin adlarıyla dolaşmak zorunda kalmasının, Türk ismini bu kadar geç almasının, Türk adıyla sanıyla ortaya çıkmasnın bu kadar gecikmesinin temelinde bu anlayışın yattığı da düşünülebilir.
Gerçekten de Türk milleti, güçlü, kuvvetli, kudretli, olgun, mükemmel, güzel, çok icatçı, birlik, beraberlik gibi hep olumlu çağrışımlar, üstünlükler ve faziletler ifade eden Türk adını, binlerce yıllık bir birikimin ve mücadelenin sonunda hak ederek almış, hatta bu ismin onlara bizzat Allah tarafından verildiğine, sonradan gelen nesillerin de bu ada layık olmakla, daha da güzel ve olumlu anlamlar kazandırmakla yükümlü olduklarına inanılmıştır. Aslında Türk adının anlamları Divanı Lügatit Türk’te veya başka kaynaklarda sayılanlarla da sınırlı değildir. Türk milleti gibi, Türk adı da gelişmeye, genişlemeye, yeni anlamlar kazanmaya çok müsait bir addır. Türk töresinde yeni nesillerden beklenen ve istenen de eski adla ve bu adın eski anlamlarıyla yetinmek, eskilerin başarılarıyla ve üstünlükleriyle gururlanıp kibirlenmek değil, Türklüğe ve Türk adına erdemler, üstünlükler, faziletler ifade eden anlamlar katmak, ona göre yetişmek, ona göre büyük işler yapmak ve başarılar kazanmaktır. Aksi takdirde görev ve sorumluluklarını yerine getirmemiş olurlar.
Türk kelimesinin bu anlamlarının, ufak tefek değişikliklerle başka yabancı dillerde de geçerli olduğu görülmektedir. Bazı Çin yıllıklarında ve Çince sözlüklerde ‘Türk’ veya ‘Türkmen’ sözcüğünü çağrıştıran kelimelere ve bunlara ilgili tanımlamalara rastlanmaktadır. Fransızca-Çince sözlükte Tongmen veya Tongmengjun kelimelerinin karşılığı ‘Askeri ittifak, güç birliği’ olarak verilmektedir (Petit Dictionnaire Chinoise-Français, 3. baskı, 1992, Imprime en Rep. Populaire de Chine, sayfa 596– 598 vd). Türkleri karşılarında her şeyden önce askeri bir ittifak ve güç birliği olarak gören ve tanıyan Çinlilerin, bu birlik, bütünlük ve ittifakın diğer yönlerini (örneğin siyasi, sosyal, kültürel, ekonomik vb gibi) göz ardı ederek, Türk ve Türkmen kelimelerine daha çok ‘askeri ittifak, güç birliği’ anlamları vermelerini doğal karşılamak gerekir. Çünkü bu budunda (bütünde), birliktelikte, Çinlileri en çok ilgilendiren, endişelendiren, hatta korkutan husus, bu birliğin askeri bir ittifak ve güç birliği niteliği taşımasıydı. Ayrıca eski Türk devletlerinde eli silah tutan herkes savaşçı durumunda olduğu için askerlik özel bir meslek sayılmazdı ama halkın neredeyse tamamı ücretsiz ve sürekli asker durumundaydı. Dolayısıyla Türk milletinin asker millet, ordu millet olduğu gerçeğinden de hareketle Çinlilerin ‘Türk ve Türkmen’ sözcüklerine ‘askeri ittifak, güç birliği’ anlamı vermeleri anlaşılabilir bir durumdur. Fakat Türk adı altında bir araya toplanan ve ‘Türk budun’ (= bütün, millet, kavim, ulus) adını alan bu birliği, sadece askeri bir ittifak ve güç birliği olarak tanımlamak çok yetersiz kalıyordu. Elbette bu ittifakın ve güç birliğinin askeri bir yönü de vardı. Ama ‘Türk budun’ (Türk bütün, Türk Milleti) sadece askeri bir ittifaktan ve güç birliğinden ibaret değildi.
Orhun Yazıtlarına baktığımızda, bu büyük eserin müellifi Bilge Kağan’ın bu yazıtta en çok kullandığı sözcüğün değişik anlamlarıyla ‘budun’ kelimesi olduğunu görürüz. Yazıtlarda ‘millet’ kelimesi ‘budun (bütün)’ kelimesiyle ifade edilmekte, Türk Milleti için ‘Türk Budun’, Türk milletini oluşturan milli irade sahiplerinin oluşturdukları büyük birlik, büyük çoğunluk için ise ‘Türk Kabadun (Büyük Türk Milleti)’ tabiri kullanılmaktadır. Kitabelerde, millet, halk, kavim, ulus gibi anlamlarda da kullanılan ‘budun’ sözcüğü ‘bütün’ kelimesini çağrıştırmakta, teleffuzları farklı olsa da her ikisinin de aynı kelime oldukları anlaşılmaktadır.
Orhun Yazıtlarında Türk adı, bir hanedan, boy, soy, kavim ve kabile, hatta yalnızca bir devlet adı olarak değil, bütün bir milletin ortak adı olarak kullanılır. Türk milletinin oluşumunun Göktürk Devletinden çok öncelere dayandığı önemle vurgulanır. Bilge Kağan’ın milletine hem ‘Türk Budun! (Türk Milleti!)’ diye ortak adıyla, hem de ayrı ayrı kavim, kabile, boy, soy ve birlik adlarıyla ayrı ayrı seslenmesi, kendisinin bir boyun veya kabilenin değil, bütün Türklerin, Türk Budun’un kağanı olduğunu vurgulaması, bu gönüllü birlik ve bereberliğin önemine ısrarla değinmesi çok dikkat çekicidir. Bilge Kağan, Oğuzlardan, Türgişlerden, Kırgızlardan, Tatarlardan bahsederken, onların da kendi öz milletinden, Türk milletinden olduğuna yeri geldikçe ve açıkça işaret eder, aralarında hiçbir ayrılık ve gayrılığın bulunmadığını sık sık dile getirir.
Kısacası Türk ismi, belli bir etnik grubun adı olarak değil, birbirine benzeyen ve benzemeyen, çoğunluğu aynı dili konuşan ve aynı kültür çevresine mensup değişik etnik grupların oluşturduğu bir milletin, askeri, siyasi, sosyal, kültürel bir ittifakın, birliğin ve bütünlüğün adı, yani bir üst kimlik olarak ortaya çıkmıştır. Her büyük oluşum gibi bu birliğin ve üst kimliğin oluşması da hiç kolay olmamış, Orhun Yazıtlarında da açıkça işaret edildiği gibi, çok zahmetli, çileli, zor olmuş ve zahmetli olmuş, çok uzun dönemler almıştır. Türk budunu bir kere oluştuktan sonra bunu geliştirebilmek, yaşatabilmek ve sürdürebilmek yolunda çok büyük sıkıntılarla, zorluklarla, ihtilaflarla, iç çekişmelerle ve rekabetlerle, tehlikelerle, varlık yokluk mücadeleleriyle yüzleşmek zorunda kalınmış, fakat her türlü engele ve zorluğa rağmen ‘Türk karabudunu’ ‘Türk büyük bütünü’, yani ‘Büyük Türk Milleti’ varlığını asırlar boyunca şanla şerefle sürdürebilmiştir.
Orhun Abidelerindeki ifadelerden, Türk sayılıp sayılmamakta, kan bağı veya etnik kökenin değil, bu birliğe ve ittifaka gönüllü olarak katılıp katılmama iradesinin ölçü ve esas alındığı anlaşılmaktadır. Kan bağına, etnik kökenine, ırkına, diline, dinine bakılmaksızın bu birliğe ve ittifaka katılanlar hep Türk sayılmışlar, katılmayanlar, ayrılanlar, düşman olanlar ise kim olurlarsa olsunlar, yabancı veya Türk düşmanı olarak algılanmışlar ve öyle muamele görmüşlerdir.
Eski Türkler, aynı milli şuur ve milli irade etrafında birleşmiş tek bir millet olabilmek, Türk adıyla ve sanıyla ortaya çıkabilmek için binlerce yıllık bir uğraş verdiler. Büyük sıkıntıların, acı ve felaketlerin geliştirip yeşerttiği milli bilinç devamlı olamıyor, siyasi çatışmalar, iç çekişmeler, taht kavgaları, ters yönde bazı gelişmeler yüzünden tavsayıp gücünü kaybediyor, bütün milleti aynı bayrak altında toplayabilecek büyük siyasi oluşumların ve güçlü devletlerin kurulması çok zor oluyor, kurulanlar da fazla uzun ömürlü olamıyordu. Bilge Kağan, Türk kültür dairesine mensup karşıt gruplar arasında zaman zaman ortaya çıkan bölünme, ayrışma ve dağılmalarda iç çekişmelerin, çekememezliklerin, iktidar mücadelelerinin, rekabetlerin yanı sıra, dış etmenlerin, özellikle Çin etkisinin de çok önemli bir rolünün ve etkisinin bulunduğuna önemle işaret etmektedir. Bilge Kağan’ın da Orhun Yazıtlarında üzerine basarak işaret ettiği gibi, yabancıların, özellikle de kendilerine karşı “Böl, parçala, yönet, yapabiliyorsan imha et!” politikaları izleyen güçlü komşuları Çin’in hile ve desiseleri, kışkırtmaları, entrika ve müdahaleleri yüzünden, Türk grupları sık sık kanlı çatışmalar, savaşlar çıkıyor, güçlü siyasi birlikler, büyük devletler kurulamıyor, kurulanlar da varlıklarını uzun süre devam ettiremiyorlar, çoğunlukla yine Türkler tarafından yıkılıp ortadan kaldırılıyorlar, bunların yerine başkalarına ve genellikle de Çin’e bağımlı, parça buçuk küçük devletçikler oluşturuluyordu. Kağanları bile Çinliler tarafından atanan bazı Türk devletlerinin yönetimi altına düşen Türkler, Çin örf ve adetlerini kabule zorlanıyorlar, emperyal kültürler tarafından yutulup yok ediliyorlardı. Çinlilerin Türklere karşı izledikleri bölücü politikaların izlerini Çin yıllıklarında da net bir biçimde görmek mümkündür. Çinliler, kendi ülkelerindeki çok değişik etnik, din, inanç, dil, ırk ve kültür kökenlerinden gelen birbirinden çok farklı, sayısız kavim ve kabileleri tek bir millet, yani Çin milleti olarak saydıkları, görüp gösterdikleri halde, sıra Türklere gelince, aralarında fazla bir etnik köken, dil, inanç, gelenek, görenek, âdet, töre, kültür farklılığı bulunmamasına, hatta çoğu birbirinin yakın akrabası olmasına, pek çok bakımdan birbirlerinin tıpatıp aynısı olmalarına rağmen, değişik Türk boylarını ayrı ve farklı birer milletmiş gibi görme ve gösterme çabası içine giriyorlardı. Çin Yıllıklarında her Türk boyu ayrı birer millet olarak gösteriliyor, bunlar için Hunlar Tezkiresi, Kırgızlar Tezkiresi, Türkler Tezkiresi gibi ayrı kayıtlar tutuluyor, ayrı raporlar, kitaplar hazırlanıyordu.
Değişik kaynaklarda, Türk kavramının daha en başından beri doğal olarak o bütün içinde yer alması gereken grupları bile kapsamadığına, Türk üst kimliğini kabul edenlerin, etmeyenlerin, girenlerin, çıkanların olduğuna, bazı devirlerde Türklüğün onu meydana getiren unsurlar arasında bile itibar kaybettiğine, tartışma konusu olduğuna, örneğin Selçuklular, Osmanlılar gibi büyük Türk devletlerinin bile devlet adı olarak Türk adını kullanmadıklarına, bazı devirlerde Türk adına ve kimliğine Türkler arasında bile iyi gözle bakılmadığına, Türkmenlerin bile kendilerine “Türk” demediklerine, Türk’lerin de Türkmenleri kendilerinden saymadıklarına, günümüzde bile Tatar, Özbek, Uygur, Kırgız, Kazak gibi Türkçe konuşan, Türk soylu bazı Müslüman Türk grupların kendilerine ‘Türk’ demediklerine, Türk adına, sanına mesafeli durduklarına, başka devlet ve millet adı alıp, kendilerini ayrı birer millet olarak görmek ve göstermekten yana olduklarına dair çok çeşitli fikirlere, görüşlere, düşüncelere rastlanmaktadır.
Eskiden de, günümüzde de Türkçe konuştukları, yabancılar tarafından bile Türk kabul edildikleri halde, kendilerini ve devletlerini bu adla tanımlamayanlar hep olmuştur. Türk asıllı oldukları halde, bazı grupların bu adı almak istememelerinin ve kendilerini bu birlik içinde görmek istememelerinin pek çok nedenleri vardır. Örneğin, konuya eski zaman toplumları açısından bakacak olursak, eski çağlarda, toplumda imtiyaz ve mevki sahibi olanlar açısından yaşam tarzları, örgütlenme biçimleri, ekonomik ve sosyal ilişki ve çıkarlarda ortaklıklardan çok, farklılıkların daha önemli olduğunu görürüz. Çünkü belli ve küçük bir grubun ayrıcalıklı bir ferdi olmak, çok geniş bir topluluğun adı belirsiz bir ferdi olmaktan daha avantajlıydı. Birey aidiyet bağını tanımladığı, bunu başkalarına da kabul ettirerek üstün bir statü elde etmeyi başarabildiği ölçüde, yaşamını daha nitelikli, daha kaliteli ve iyi bir şekilde sürdürebilme şansına sahipti. Örneğin o zamanlar, ‘Türküm’, hatta ‘Oğuz halkındanım’ demek pek fazla değer taşımıyordu. Kız alıp vermede, devlette yönetici, din adamı (şaman veya kam gibi) olmada, toplumun diğer fertlerinden göreceği saygı veya aşağılanmada kişinin soyu, sopu, boyu, ailesi, şeceresi çok önemliydi. Aynı durum kısmen de olsa günümüzde bile devam etmektedir. Örneğin, kırsal kesimde, hala kırıkçı, çıkıkçı, şifacı olmak için belli bir ocaktan yetişmenin şart olduğuna inanılan yöreler vardır. Yine “Pir olmak” için belli bir şecereye dayanma, belli bir aşiretten gelme zorunluluğuna inanan inanç grupları da mevcuttur. Daha büyük bir oluşumda ayrıcalıklarını kaybetmekten korkan bazı ayrıcalıkla kesimlerin buna karşı çıkmalarını veya birleşmenin ardından umdukları ayrıcalıkları ve çıkarları bulamayanların ayrılmalarını, düşman olmalarını, ayrışmalar, çekişmeler, çatışmalar yaşanmasını fazla yadırgamamak gerekir.
Bütün eski milli kaynaklarda ısrarla belirtildiği gibi, eski Türkler daha Müslüman olmadan önce bile kendilerinin yeryüzünde Allah tarafından özel bir görevle seçilmiş ve görevlendirilmiş bir millet olduklarına inanıyorlardı. İlk Müslüman Türk devleti olarak kabul edilen Karahanlılar’ın hanedan ailesinden Kaşgarlı Mahmut, ‘Divanü Lügat-it-Türk’ adlı ansiklopedik eserinde bu târihî gerçeği vurgulama gereği duyar ve bu çok ünlü ve önemli eserine şöyle bir girişle başlar: “Yüce Allah’ın devlet güneşini artık Türk burçlarından doğdurduğunu, devranı onların hükümranlığı için döndürdüğünü (onlara üzerinde güneş batmaz genişlikte büyük mülkler, ülkeler, devletler, imparatorluklar bahşettiğini) gördüm. Allah, onları Türk adıyla isimlendirdi ve yeryüzünü onların idaresine verdi. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin yönetimini onların ellerine verdi. Onları Hak üzere kuvvetlendirip, herkese üstün eyledi. Türkleri, Türklerle birlikte çalışanları ve onlardan yana olanları aziz kıldı. Türklerle bir ve beraber olanları her dileklerine eriştirdi, onları zalimlerin, kötülerin, alçakların, aşağılıkların şerrinden korudu. Kaza ve bela oklarından, felaketlerden korunabilmek için aklı başında olan herkesin yapması gereken tek şey, Türklere sığınmak ve onların tuttuğu bu doğru yolu tutmaktır. Sadece yabancıların değil, kendi topluluklarının da aşağılık ve başıbozuk takımından ayrılıp onlara sığınanlar bütün korkulardan kurtulurlar. Türkler, kendilerine sığınan herkes için sağlam bir dayanak ve sığınaktır. Türklerin gönlünü alabilmek ve onlara derdini anlatabilmek için de en iyi yol, onların dillerini konuşmaktır. And içerek söylüyorum ki, ben Buhara’nın sözüne güvenilir imamlarından birinden ve ayrıca Nişabur’lu bir imamdan, kıyamet alametleri, ahir zaman fitneleri ve karışıklıkları üzerine konuşurken, Peygamber Efendimizin Oğuz Türklerinin ortaya çıkacağını haber verdiğini ve kendisinden şöyle bir hadis de rivayet edildiğini duydum: ‘Türk dilini öğreniniz! Çünkü onların uzun sürecek egemenlikleri vardır.’ Eğer bu hadis doğru ise, bu hadis-i şerifin gereğini yerine getirmek için, Türk dilini öğrenmek dini bir zorunluluk olur. Böyle bir sahih hadis olmasa bile; -ki eğer doğru değilse, vebali bunu rivayet edenlerin üzerine olsun!- yine de akıl ve mantık, Türk dilinin öğrenilmesini gerektiğini ortaya koyar (Divanü Lügat-it-Türk, Kaşgarlı Mahmut, Besim Atalay Tercümesi, C.I, sayfa: 3-4, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi).
Kaşgarlı Mahmut, Türk milletine bu adın bizzat Ulu Tanrı tarafından verildiğini, Türk milletinden olmanın, Türk adını taşımanın ne büyük bir şeref olduğunu şu sözleriyle anlatır: Yüce Peygamber’den şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: “Yüce Tanrı: ‘Benim bir ordum var, ona Türk adını verdim, onları doğuya yerleştirdim. Eğer bir millete kızarsam, onları bu milletin başına musallat ederim’ buyurmuştur.” İşte bu Türkler için bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Bu hadisi şeriften anlaşıldığı üzere, Yüce Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almış, onları yeryüzünün en yüce, en havadar yerine yerleştirmiş, onlara ‘Kendi ordum!’ demiştir. Bunların yanında Türklerde, güzellik, sevimlilik, tatlılık, sempatiklik, alçak gönüllülük, zariflik, incelik, sadelik, nezaket, edep, terbiye, büyüklere saygı, sözünü yerine getirmek, öğünmemek, kibirsizlik, yiğitlik, mertlik gibi öğülmeye değer sayısız erdemler, iyilikler, üstünlükler de görülmektedir. Bir şiirde de belirtildiği gibi, ululuk, şeref ve yücelik Türk’e yaraşır, onda gelişir, olgunlaşır, onda varabileceği son noktaya varır, onda tamama erer. (Divanü Lügat-it-Türk, Kaşgarlı Mahmut, Besim Atalay Tercümesi, C.I, sayfa: 350-352, TDK yayını, Ankara 1939, Alaeddin Kıral Basımevi).
İçimizden bazılarının, Türk olmak ve Türk kalmak için, Türklüğü için büyük bedeller ödemiş olanları, kendisini öz be öz Türk sayanları etnik kökenlerine bakarak Türk saymamaya kalktığını görüyoruz.
Balkanlar elimizden çıktıktan sonra, Türklüklerini ve Müslümanlıklarını koruyabilmek ve yaşayabilmek için, doğup büyüdükleri vatanlarını, ata dede topraklarını, kan bağıyla bağlı oldukları insanları terk edip, binbir türlü mahrumiyeti göze alarak din bağıyla bağlı oldukları Anadolu’ya, Türkiye’ye hicret edenlerden bazılarının burada nasıl karşılandıklarına dair yürek burkan hikayeler az değildir. Kendilerini Türk hissettikleri, Türk saydıkları, Türklüklerinden hiç kuşkuları olmadığı için Türkiye’ye göç edenlerin etnik kökenlerinin sorgulanmasından, bazı kendini bilmezlerin kendilerine Türk ırkından olmadıklarını, dolayısıyla Türk sayılamayacaklarının söylemeleri karşısında ne büyük şoklar ve travmalar yaşadıklarına dair yazılıp, çizilenleri anlatılanları nakletmeye sayfalar yetmez. Biz bir iki örnekle geçiştirelim.
Balkan kökenli tanınmış bilim adamlarımızdan Prof. Kemal Karpat, Dağı Delen Irmak adlı kitabında Türkiye’de Balkan kökenli bir Türk olmanın zorluklarını çeşitli örnekleriyle uzun anlatır ve şöyle der: “Romanya’da bizi “Türk” diye aşağıladılar, buraya geldik. “Romanyalısın, sen hakiki Türk değilsin, olamazsın!” dediler. Sadece okulda değil, günlük hayatta da bu tür aşağılamalara ve benzeri birçok şeye maruz kaldık. Siz dışarıdan gelmişler, hakiki Türk değilsiniz! Sizin kanınıza gavur kanı karışmış, hakiki Türk olamazsınız!” gibi lafları çok işittim!” Halbuki Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu sırada 11 – 12 milyon olan Türkiye nüfusunun 7 – 8 milyonu Balkanlardan ve Kafkaslardan göçlerle anavatana gelmiş insanlarımızdan oluşuyordu.
Benim de kendisini yakından tanıma şerefine nail olduğum ve kendisinden çok şeyler öğrendiğim Balkan kökenli, Kosova’lı bir Hocam vardı: Merhum Ali Yakup Cenkçiler. Onun Kosova’lı olduğunu öğrenenler bazen kendisine: ‘Hocam siz Arnavut musunuz? Yoksa Türk müsünüz?’ gibi sorular yöneltirlerdi. O da onlara şu manidar cevabı verirdi: ‘Azizim, ben Kosova’da iken Türk idim. Fakat buraya geldim beni Arnavut ettiler! Ardından da Balkanlarda Türklük ve Müslümanlığın aynı anlama geldiğini, hangi etnik kökenden gelirse gelsin Müslüman olan birinin artık Türk kabul edildiğini, hatta sıbyan mekteplerinde İslamın şartlarını öğrenirken ‘Türklüğün şartı beş!’ diye öğrendiklerini anlatırdı. Fakat Türklüğünü, Müslümanlığını yaşamak için geldiği Türkiye’de bazılarının kendisinin Türk saymak istemediklerini, bunların Türklüğün bu asli anlamından çıkararak etnik bir tanımlamaya dönüştürdüklerini, bunun Türklüğe ve Türk Milletine yapılabilecek en büyük kötülüklerden biri olduğunu söylerdi.
Merhum Ali Yakub Hoca’daki Türklük ve Müslümanlık bilincini ve şuurunu çoğu Balkan Müslümanlarında da görebilmek mümkündür. Bunların en önemlilerinden ve kayda değerlerinden biri de Bosna Hersek’in bilge önderi, inançlı lideri, büyük mücadele adamı Aliya İzzetbegoviç’dir. Geçenlerde bir televizyon kanalında izlediğim kadarıyla, onun Bosna Savaşı’nın en şiddetli ve en kritik dönemlerinden birinde kendisiyle görüşmeye giden bir Türk gazeteciye söylediği sözler ondaki her Türkte bulunamayacak kadar yüksek Türklük ve Müslümanlık bilincini çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Türk gazeteci, savaş sırasında kendisiyle görüşmeye giderken Türkiye’den hediye olarak üç şey götürmüş: Bir Kur’an-ı Kerim, bir Türk Bayrağı ve bir de Türkiye haritası! götürür. Aliya İzzetbegoviç önce kendisine uzatılan bayrağı almış öpmüş, başına koymuş:
- Bu bayrak bizim de bayrağımız. Hatta bizim esas bayrağımız
bu! Bunu şuraya asın! diyerek yanındakilerden birine vermiş ve tam karşısına yüksekçe bir yere astırmış. Sonra Kur’an-ı Kerim’i almış, onu da öpmüş başına koymuş, biraz sayfalarını çevirdikten sonra:
- Bu hediye çok makbule geçti. Hattı da çok güzelmiş. Bu
yanımda dursun, zaman zaman okurum! diyerek, saygıyla yanındaki rafa koymuş. Gazeteci kendisine rulo haline getirilip sarılmış Türkiye haritasını uzatmış. Ruloyu açtıktan sonra haritayı hoşnutsuz, üzgün ve düşünceli bir yüz ifadesiyle bir müddet inceledikten sonra gazeteciye dönüp sormuş:
- Bu ne?
- Türkiye haritası!
- Türkiye haritası mı?
- E, evet, Türkiye haritası!
- Ne yani, Türkiye bu mu? Bu kadarcık mı?
- !!!???
- Peki, bu haritada bizi ve bizim gibi daha nice Türkleri göremiyorum.
Hani onlar nerede? Hani biz neredeyiz? Bakın, biz buradaki Müslümanlar hepimiz, kendimizi Türk sayıyoruz. Burayı da Müslümanların yaşadığı, onlara vatan olmuş bütün yerleri de Türkiye biliyoruz. Biz sizden, sizi de bizden ayrı ve farklı görmüyoruz. Yoksa siz başka türlü mü görüyorsunuz? Hayır, böyle bir şey olamaz. Kusura bakmayın, hediye reddedilmez ama ben böyle bir hediyeyi, daha doğrusu böyle bir Türkiye haritasını asla kabul edemem! Bunu al götür! Ne zaman içinde bizim de olacağımız bir Türkiye haritası olursa bana onu getir! O zaman ben de seve seve alırım!
Türklük konusu ilginç bir konudur. Ülkemizdeki insanların önemli bir kısmı, Türklüğün, Türk olmanın ne demek olduğunu bilmiyor. Kendisine Türk denmesini hakaret sayan Türklerden, Türklüğü boş bir gurur Turkey yani hindi gibi kabarma vesilesi sayanlara kadar her gün binlerce Türk çeşidiyle karşılaşabilirsiniz.
Ankara Üniversitesi emekli öğretim üyelerinden Prof. Dr. Hayrani Altuntaş’dan dinlemiştim. Kendisinin birkaç yıl önce Afrika ülkelerinden birine bir seyahati olmuş. Burası onun ilk defa ziyaret ettiği, Türklerin de öyle fazla gidip gelmedikleri, seyahat etmedikleri bir Orta Afrika ülkesiymiş. Nitekim görüştüğü, karşılaştığı, tanıştığı insanlardan çoğu, ülkelerinde kendisinden önce hiç Türk görmediklerini ve tanımadıkları söylemişler. Fakat hiç Türk görmemiş ve tanımamış olmalarına rağmen, bu uzak Afrika ülkesinin insanlarında bu kadar olumlu ve güzel bir Türk adının ve imajının bulunması, hem de asırlardan beri böyle canlı, diri bir şekilde yaşaması Hayrani Altuntaş’ın da çok dikkatini çekmiş. Katıldığı toplantılarda, kokteyllerde aralarında bir Türk’ün de bulunduğu hemen duyuluyor, bütün bakışlar ve dikkatler onun üzerinde toplanıyor, insanlar ona bir başka türlü bakıyorlarmış. Hatta bir akşam bir kokteylin verildiği çok büyük bir salonda, bazıları uzaklardan sağ ellerini yumruk yapıp başparmaklarını ‘Okey, tamam!’ işareti yaparak kaldırıyorlar, ona doğru sallıyorlar, herkesin duyabileceği kadar yüksek sesle Arapça: ‘Etrâk! Akhyar un-nâs = Türkler! İnsanların en hayırlıları!’ diye bağırıyorlarmış. Ecdadımızın o zamanın şartlarıyla çok uzak, gidilip gelinmesi çok zor olan bu coğrafyalarda bile bu kadar iyi, güzel, namlı, şanlı, şerefli ad ve imaj bırakabilmeleri, üstelik bunun asırlardan beri hala unutulmaması kolay kazanılabilecek bir başarı değildir. Biz bugün öyle adlar, namlar, imajlar bırakabilmek bir tarafa, onların bu güzel adı ve imajı hak edecek neler yaptıklarından bile gafiliz. Eğer bizim ecdadımız onlara unutamayacakları kadar büyük iyilikler yapmamış, umut ışığı olmamış, kol kanat germemiş, destek ve yardım sağlamamış olsalar, her halde bu insanlar da bugün bize sırf onların neslinden geldiğimiz için bu kadar büyük saygı ve sevgi duymazlar, gıptayla bakmazlar, en açık şekilde takdirlerini ifade etmezlerdi.
Ortak adımızın Türkçe olduğu hususu yeni anayasada asla tartışma konusu yapılmamalıdır.
ORTAK DİLİMİZ TÜRKÇE
Milletlerin oluşumunda dil birliğinin çok önemli bir yeri vardır. İnsanlar diğer insanlara anlatacakları şeyleri, en iyi dille anlatırlar. Dil, hem insanların diğer insanlara beyanı, hem insanlar arasında en etkili iletişim aracı, hem de en verimli bir eğitim aracıdır. İnsan zihninin duygu, düşünce ve hayalleri ile dış gerçek dil ile temsil ve beyan edildiği gibi, zihnin kazanımları da dil ile muhafaza edilir. İnsan, kendini, düşüncelerini, hayallerini vb karşısındakine dil ile anlatır, bir anlamda var oluşunu dille ifade eder. Var olmanın söz konusu olmadığı bir yerde, konuşmanın, bunu sağlayan dilin de bir anlamı olmaz. İnsanın mensup olduğu milletin dilini yeterli bir anlama ve anlatma yeteneği kazanabilmesi, o dildeki bütün kelimeleri doğru telaffuz ederek, imlasına ve kurallarına uygun bir şekilde dilin bütün imkânlarını kullanarak yazılı ve sözlü anlatabilmesiyle mümkün olabilir.
Dillerin varlığı ve farklılığı ilahi bir hediye ve atalardan bir bağıştır. Yüce Allah, insanların dillerini farklı kılmasını kendi gücünün, kudretinin, varlığının, birliğinin delillerinden sayarak şöyle buyurur: O’nun delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin değişik olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için (alınacak) dersler vardır (Rum Suresi, Ayet: 22).
Dil, bir anlamda milletlerin bilinçaltıdır. Dil, binlerce yılda tarihi bir derinlik, bir duyuş, anlama ve ifade gücü kazanır. O millete mensup herkes kelimelerin ruhunu içinde hisseder ve anlamını kavrar. Dili sürekli geliştirerek ve daha da güçlendirerek, sağlam ve yaygın bir kullanım ve anlayış birliği içinde gelecek nesillere de devretmek toplumsal bir görevdir. Farklı düşüncelere olduğu gibi farklı dillere de ifade yasağı getirmenin anlamı, yararı ve insanın ağzını zorla kapatmaktan bir farkı yoktur.
Dünyadaki bütün insanlar, toplumlar, milletler, devletler aynı seviyede, aynı değerde ve önemde olmadıkları ve olamayacakları gibi bütün diller de aynı seviyede, değerde ve önemde olamazlar. Milletleri, devletleri sayarken ve sıralarken bazı milletleri ve devletleri büyük milletler ve devletler olarak niteleriz. Aynı şey diller için de geçerlidir. Her millet büyük millet olamayacağı, büyük devletler ve imparatorluklar kuramayacağı gibi, her dil de büyük dil olamaz. Büyük milletleri ve büyük kültürleri büyük diller ortaya çıkarır, ya da her ikisi birbirini ortaya çıkarırlar.
Oluşum süreçleri, tarihleri, kaderleri yalnız milletlere ve milletlerin kurduğu medeniyetlere değil, millî dillere de karakter verir. Dolayısıyla her dil aynı zamanda onu konuşan milletin karakterini de gösterir. Toplumun en sıradan vatandaşından en üst hiyerarşisine kadar dilin kullanımından, kurum ve kuruluşlara verilen adlara varıncaya kadar her ifade tarzında o milli karakterin izlerine, işaretlerine rastlanır. Türk Dili’nin karakteri ve şahsiyeti de Türk milli ve medenî karakterine, şahsiyetine şaşılacak kadar büyük benzerlikler gösterir. Acem mübalağası, kendini en iyi Farsça’da gösterirken, Türk tevazuunu, alçak gönüllüğünü de Türkçe’de görmek mümkündür. Bir sevgi ve küçültme eki olan ‘cik’ takısını sultanları için bile kullanabilmesi, Koskoca Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’e bile Osmancık diye seslenebilmesi ancak bu milli karakterle açıklanabilir. Milletimiz gibi, milletimizin konuştuğu dil de tarih içinde kendine has milli bir şahsiyet, kimlik, kişilik ve karakter ve yapı kazanarak oluşmuştur.
Her dilin kendine has yasaları, özellikleri, üstünlükleri ve güzellikleri vardır. Bazı diller edebiyata, bazıları şiire daha uygun olduğu gibi, bazıları da değişik alanlarda diğerlerinden daha üstün bir anlatım ve ifade gücüne sahiptir. Bir milletin dili o milletin millî karakterinden, geçmişinden, özelliklerinden ayrı bir varlık olarak değerlendirilemez. Nitekim Yüce Allah, en başından beri Türk milletini önder, yönetici, lider bir millet, aynı anda Türkçe’yi de tam bir yönetim dili olarak yaratmış, oluşturmuş ve geliştirmiştir. Bazı ilim, fikir, irfan, düşünce, din ve tasavvuf önderlerimiz, dini kaynaklara da dayanarak, ilginç görüş ve düşünceler geliştirmişlerdir. Örneğin; Ruhul Beyân Tefsiri’nin yazarı İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri (doğumu miladi 1652), İstanbul Kütüphanesi’nde 1317 numarada kayıtlı “Hadîs-i Erbaîn“ adlı eserinin 26. sayfasında Bakara Suresi’nin 31. ayetinin tefsirinde şöyle bir rivayet nakleder:
“Âdem’in cennetten çıkma vakti gelince Allah, cennetten çıkma emrini ona bildirmesi için Cebrail’i gönderdi. Cebrail, durumu Âdem’e bildirdi. Fakat Âdem hiç tınmadı, yani bu emri duymazlıktan geldi. Cebrail, durumu Allah’a arz edince Allah (C.C.) Cebrail’e, gidip bu emri ona lisan-ı Türki ile yani Türkçe söylemesini emretti. Cebrail bu sefer gelip cennetten çıkma emrini Türkçe tebliğ edince Hazreti Âdem artık cennette duramadı. Cebrail ona: ‘Kalk!’ der demez, Adem hemen yerinden kalkıp cennetten çıktı. Hazreti Adem’e cennetten çıkma emri Türkçe emredildiği için, ahir zamanda yeryüzünde tasarruf da Türklerin olacaktır.
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri bu rivayetten yola çıkarak hem Türk Milletinin ve Türkçenin oluşumunu, insanlığın başlangıcına kadar uzatmakta, hem de devamlılığının ve sürekliliğinin kıyamete kadar uzanacağına işaret etmektedir. Aynı konuya Kırk Hadis Şerhi adlı kitabında da değinilmekte ve şöyle bir açıklık getirilmektedir: “Her ne kadar dillerin üstünleri Arapça, Farsça ve Türkçe ise de Allah bütün dillerle konuşur. Allah bütün dillerle en güzel şekilde konuştuğunun en güzel delili Kur’an-ı Kerim’dir. Allah’ın Hazreti Adem’e Türkçe ‘Kalk!’ diye emretmesiyle Adem cennetten kalkıp çıkmıştır. Zira dünyada âhir tasarruf Türk’ündür.” (İsmail Hakkı Bursevi, Kırk Hadis Şerhi, İnsan Yayınları, s. 174-175, İstanbul 1998).
İslam bilginlerinin çoğu, ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’e bütün dillerin öğretildiği, onun ileride kendi soyundan bütün milletlerin dillerini fiilen veya potansiyel olarak bildiği kanaatindedirler. İşlediği suçtan dolayı cennetten çıkma emrinin Hazreti Âdem’e başka dillerde tebliğ edildiğinde onun bunları duymazlıktan, anlamazlıktan gelmesi, fakat Türkçe söylendiğinde kendisini hemen bunun gereğini yerine getirmek zorunda hissetmesi, Türkçenin başka hiçbir dilin anlatamayacağı kadar üstün bir ifade ve yaptırım kabiliyeti olduğunun, dolayısıyla tam bir yönetim dili olduğunun delili sayılmaktadır. Bu durum Türk Milletinin insanlara yöneticilik, idarecilik, önderlik, liderlik yönünden diğer milletlerden üstün olması gibi, Türkçenin de yönetim dili olarak diğer dillere üstünlüğünün bir delili olarak kabul edilmektedir. Bazı dil bilimciler bunu Fransızca ve Farsça gibi diller sıfat bakımından üstün oldukları halde Türkçe’nin fiil bakımından üstün bir dil olmasına bağlarlar. Bu durum Türkçe’ye çok muhteşem bir kesinlik, keskinlik, akıcılık, akılcılık, kolay söylenebilen, tam ve doğru anlaşılabilen fonetik bir yapı, matematiksel bir ses düzeni kazandırmıştır. Türkçe, tarih içinde asırlar boyunca türlü merhalelerden geçerek, kendi yasalarının dışındaki hiçbir zorlamayı da kabul etmeyerek çok nefis, çok zengin bir yapıya kavuşmuş ve tam bir yönetim dili haline gelmiştir.
Türkçe, belirli bir bölgede, küçük gruplar tarafından konuşulan bir küçük millet, kavim ve kabile dili değildir. Türk milleti gibi, fatih bir milletin çağlar boyunca yalnız bir vatanda değil, bütün dünya üzerinde konuşulmuş, birçok vatanlarda işlenip güzelleşmiş, değişik vatanlardan, coğrafyalardan zengin ve üstün sesler kazanarak gelişmiş, âlemşümûl bir dil mûsıkîsi üstünlüğü kazanmış fatih bir dildir. Türkçe, başka dillerden de kelimeler derleyip millîleştirme hayatiyetine, iktidarına, kuvvet ve kudretine, karakterine, ananesine ve dehasına sahip bir büyük millet ve medeniyet dili, iyi bir yönetim dili, çok geniş kesimlerin ortak anlaşma aracıdır. Milletimiz gibi dilimiz de hâkimiyetler ve devletler kurduğu, medeniyet götürdüğü geniş coğrafyalarda pek çok dillerden etkilenmiş, onlardan yapısına uygun yeni kelimeler ve kavramlar alarak daha da zenginleşip güzelleşmiştir. Türk Milleti ve Medeniyeti yeni ülkeler fethederken, Türkçe de başka ülkelerden ve başka dillerden kelimeler fethetmiştir. Kendi gramerine, estetiğine, mimari yapısına ve fonetiğine uygun olarak gerekli ve uygun gördüğü kelimeleri millîleştirerek derlemiş, kendi bünyesine katarak, kendi kelimeleri yapmış, böylece daha zengin ve gelişmiş bir dil haline gelmiştir. Ana sütü gibi saf, temiz, geliştirici, besleyici, büyütücü ölümsüz bir kaynak olan Türkçe, kendi egemenlik sahası içindeki diğer küçük dilleri de yok etmemiş, aksine onları da derinden etkilemiş, geliştirmiş, olgunlaştırmış, kendi zenginliğinden onlara da çok şeyler vermiş, onları da büyük ölçüde yararlandırmıştır.
Az gelişmiş ülkelerde egemenlik kurma ve sömürgeler oluşturma politikaları güden sömürgeci Batı, esas amcına ulaşabilmek için her zaman mahalli dillere özgürlük vermeyi, bu şekilde büyük toplulukları biribinden koparmayı, birbiriyle anlaşamaz, iletişim kuramaz hale getirmeyi temel yol, yöntem ve politika haline getirmiştir. Etnik dilleri ortak dillerle savaştırmak, böylece ortak inançları, değerleri, duygu ve düşünceleri köreltmek, ifadeden düşürmek, farklı etnik zihniyetlere vücut vererek toplumların dünyalarını, düşüncelerini daraltmak her zaman Batı lehine ve az gelişmiş ülkeler aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Etnik dillere gereğinden fazla etkinlik kazandırılmaya çalışılması, milli ve mahalli diller arasındaki mücadeleler, sonuçta hem ortak milli dillerin, hem de etnik mahalli dillerin fakirleşmesine neden olmuştur. Böylece ortak ve mahalli dillerdeki bütün kelimeler ve kavramlar, bir çatışma ve gerilim dilinin anlamları arasında sıkışıp kalmış, bir iletişim ve anlaşma aracı olması gereken dil, parçalayan ve parçalanan bir düşünce tarzının aracı ve ürünleri haline dönüşmüştür. Batılılar, sömürgeleştirmek istedikleri ülkeleri bir yandan dil bakımından bölüp parçalamaya çalışırken, bir yandan da buraları kendi dilleriyle istila etmekten de geri kalmamışlar, buralarda yerli diller yerine kendi dillerini yaygınlaştırmayı sümürü ve tahakküm kurmanın bir aracı olarak görmüşler, buna en büyük katkıları da maalesef yine istilaya uğrayanlar sağlamışlardır.
Batılı dillerin istilasından sonra zihniyetler de hâkim milletlere meyleden bir akış içerisine girmiş, milli ve mahalli diller gittikçe fakirleşirken, bu fakirleşmeyle ufuklar daralmış, dünyalar küçülmüş, zihniyetler ve zihniyetlerle beraber toplumlar da olumsuz yönde değişmiş, çürümüş, yozlaşmış, bozulmuştur. Çoğu kavramlar ve terimler, milli ve mahalli dillerde karşılığı bile bulunmaz, kendi dillerine tercüme edilemez olmuştur. Doğuda Batıdaki anlamda bir demokrasinin yerleşememesinin en büyük sebepleri arasında, bu dil fakirleşmesini, tercüme ve zihniyet sorununu sayanlar da vardır. Bunlar, Doğu medeniyetinin, tarih içindeki kendi tecrübelerinden hareketle, ideal bir yönetim sistemi çıkaramamasını, Batıya tabi olmayı içine sindirebilmelerine, ilerleme, çağdaşlaşma, modernleşme, kalkınma ve güçlenmeyi bütünüyle Batıya benzemekte ve Batı kurumlarını taklit etmekte aramalarına bağlamaktadırlar. Bu gelişmelerin sonucu da, Doğuda Batı terimleriyle konuşan, doğulu despot yönetici tipleri ortaya çıkarmak olmuştur.
Siyasi ve ekonomik bağımsızlığı zedelenen bir ülkenin dilinin de zedelenmesi kaçınılmazdır. Sadece egemen bir güç sahibi olan milletlerin dili yetkin ve güçlü olabilir. Sürekli krizler içinde boğuşan ve insanları sadece daraltılmış bir dünyanın geçim endişeleri içinde boğulan bir ülkenin dil iklimi de kendi alanında yetkinliğe ulaşamayacak, olumlu yöndeki bütün çabaların önükısır siyasi çekişmelerle kesilecek, daraltılmış kavram ve terimler etrafındaki boş ve anlamsız tartışmalar korkunç bir belirsizlikler girdabına ve kaoslara teslim olacak, insanlar artık ortak kelimelerle konuşamayacak, konuşulan kelimeler herkeste aynı anlamları çağrıştırmayacak, aynı ülke farklı dünyaların insanlarıyla dolacaktır.
Bugün bizim ülkemizde de etnik yerel dillerin, özellikle de Kürtçe’nin siyasi bağlamda tartışma konusu yapılmasının temelinde de aynı yıkıcı, bölücü, bu dili konuşanlar dahil herkesin zarar göreceği benzer politikalar yatmaktadır. Yapılmaya çalışılan şey, Kürtçenin, Kürtlere ait mahalli bir dil, bir iletişim aracı olmaktan çıkarılarak bir çatışma, bölme ve parçalama aracı, Batı egemenliğinin bir aleti, bir yolu ve yöntemi haline getirilmesidir. Asırlardır sahip olduğu büyük dayanıklılığa ve güce rağmen Türkçenin bile baş edemediği çözümlenmesi zor sorunlarla yerel ve fakir bir dil olan Kürtçe’yi karşı karşıya bırakmak, bu dili, bu anlaşma aracını, siyasi çatışmaların bir unsuru haline dönüştürmek, o dile de, o dili konuşanlara da en büyük zulümlerden ve darbelerdendir.
Türkçe, Türk milletinin tarih boyunca, binlerce yıl emek vererek meydana getirdiği en önemli ortak eserlerimi ve millî bir değerlerimizdir. Türk dili, özellikle son dönemlerde, hem de yine bu dili konuşanlar tarafından çok büyük kadir kıymet bilmezliğe, ihmale, kimsesizliğe, hatta yıkıma, erozyona, bozulmaya uğratılmış, bütün talihsizliklerine rağmen yine de özünü ve cevherini kaybetmemiştir. Türkçe’nin dışında da Türkiye’de ve Türk coğrafyasında konuşulan pek çok başka yerel ve mahalli diller de vardır. Bunların hepsi de bizim için değerli ve önemlidir. Herkesin kendi anadilini istediği konuşması, kullanması elbette temel bir hak ve özgürlüktür. Fakat yerel dillerin hiç birisi ortak, resmi konuşma ve anlaşma dilinin, yani Türkçe’nin yerini tutamaz. Bu mümkün de, yararlı da, gerekli de değildir. Hepimiz tek tek ülkemizdeki bütün dilleri öğrenip konuşamayız ama herkes şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da ortak dil Türkçe’yi öğrenebilir ve konuşabilir, öğrenmeli ve konuşmalıdır da! Ortak dilimiz Türkçeyi sevmek, anlamak ve geliştirmek hepimizin boynunun borcudur. Bu yüzden yeni anayasamızda da Türkçenin tek resmi ve ortak anlaşma aracımız ve dilimiz olduğu açıkça vurgulanmalıdır. Türkçeden başka resmi dil ve eğitim dili kabul edilmesi gibi saçmalıklardan, hatalardan uzak durulmalıdır.
TÜRKLÜK VE TÜRK MİLLETİ NASIL BİR OLUŞUMDUR?
Millet ve milliyet kavramları ve milletlerin nasıl oluştukları konusuna değindikten sonra, akıllara haklı olarakTürklüğün nasıl bir milliyet,Türk Milletinin nasıl bir millet olduğu, Türk milletinin oluşumunda hangi faktörlerin, etkenlerin, esasların, bağların rol oynadığı soruları gelmiş olmalıdır. Fakat bu cevabı birkaç satırla, cümleyle, sayfayla verilebilecek bir soru değildir. Çünkü Türklük ve Türk Milleti diğer kimliklere ve milletlere pek benzemeyen bir oluşum olduğu gibi, Türk Milletinin oluşumunda her biri farklı önemlerde de olsa etkili olmuş çok sayıda faktör söz konusudur. Yukarıda da değinildiği gibi, çoğu milletlerin oluşumuna ırk, din, dil, tarih, kültür, vatan vb gibi unsurlardan, bağlardan, esaslardan biri veya ikisi yeterli olabilmiştir. Örneğin bugünkü ABD’nin, ABD Anayasasını da hazırlayan bazı kurucu babaların, belli ortak değerler etrafında bir araya gelmeleri, toplumu bu değerler etrafında birleştirebilmeleri, bir kurucu irade oluşturmalarıyla kurulduğu söylenir. Öte yandan Türklük ve Türk Milleti, hepsini burada sayabilmemiz ve açıklayabilmemiz mümkün olamayacak kadar çok sayıda ve çok daha karmaşık bir süreç sonunda oluşmuştur. Ama biz burada, yine de Türk Milletinin oluşumunda da etkili olmuş böyle ortak bir irade, kurucu babalar, hanedanlar, unsurlar var mıdır? Varsa bu ortak değerler nelerdir ve bu kurucu irade kimin iradesidir ve bu kurucu babalar kimlerdir? Bu ve benzeri sorulara sağlıklı ve doğru cevaplar bulabilmek yeni hazırlanacak anayasaya verilecek şekil, ruh ve öz açısından da önemli ve gereklidir. Her milletin oluşumunda önemli ve etkili olan acaba hangileri Türk Milletinin oluşumunda ve ne kadar etkili olmuştur? gibi sorulara olabildiğince cevap bulmaya çalışacağız. Bunun Türk Milleti’ne layık bir anayasa hazırlanmasında dolaylı da olsa katkıları ve yardımları olacaktır. Çünkü bir yandan hazırlanacak anayasanın dünyadaki en iyi ve en ideal anayasalardan biri olması arzu edilirken, herhalde aynı zamanda bunun Türk Milletin beğenebileceği, benimseyebileceği, kabul edebileceği, içine sindirebileceği bir anayasa olması da istenmektedir. Bunun yolu da dünyadaki en ideal anayasalar, anayasacılık hareketleri yanında özellikle Türk Milletini de çok iyi bilmekten ve tanımaktan geçmektedir. Türk Milletinin nasıl bir millet, Türklüğün nasıl olgu, oluşum ve kimlik olduğu tam olarak bilinmeden hazırlanacak metinler şimdiye kadarki benzerleri gibi yine milletin içine sinmeyecek, kimseyi tatmin etmeyecek, öncekiler gibi bu anayasa da daha uygulamaya konmadan milletin gözünde eskimiş, meşruiyetini ve geçerliliğini kaybetmiş, dolayısıyla sadece havanda su dövülmüş olacaktır. O halde Türk Milletini yakından tanımakla işe başlamakta sayısız yararlar vardır.
Türk Milleti, tarih içinde binlerce yılda oluşmuş, gelişmiş, kendisini dünyaya kabul ettirmiş, çok büyük bir millettir. Bizim milletimiz gibi büyük bir millet, bizim tarihimiz kadar iftihar edilebilecek bir tarih dünyada yok denecek kadar azdır. Çeşitli etkenlerle son asırlarda olduğu gibi zaman zaman bu gücünü ve iktidarını kaybetse, tarihi rolünü oynayamaz hale gelmiş olsa, hatta kendi sorunlarıyla bile baş edemez, kendi kendini yönetemez durumlara düşse de, bizim milletimiz kendisini toparlayıp, eskisinden daha üstün ve güçlü durumlara ulaşabilmeyi şimdiye kadar defalarca başarabilmiş bir millettir. Aynı şeyleri, hatta daha fazlasını bundan sonra da başaramaması düşünülemez. Arnold Toynbee bile, Osmanlı ve Türk Medeniyetini bitmiş değil, durdurulmuş bir medeniyet olarak tanımlar. Yani bizim medeniyetimiz asla ölmüş, bitmiş, tükenmiş, çökmüş, fosilleşmiş, yok olmuş, tarih sahnesinden silinmiş bir medeniyet değildir. Haçlı ve Moğol tahribatlarından sonra harekete geçtiği gibi belli şartların oluşmasıyla yeniden harekete geçecektir. Bu medeniyetleri doğuran, ören, geliştiren ruh, zaman zaman çeşitli sebepler yüzünden uykuya dalsa, aktivitesini, hareketliğini, canlılığını yitirse de kıyamete kadar ölmeyecek, şartlar oluştuğunda belki bir başka görüntüyle ama hep yeniden uyanacak, canlanacak, dirilecek ve harekete geçecektir. Bizim medeniyetimiz her zaman bu yeniden doğuş imkânına ve gücüne sahiptir. Bunu bizim halkımız o kadar içselleştirmiştir ki, ben Anadolu’muzun alim olmayan, hatta hiç okuma yazma bilmeyen ama arif olan insanlarında, üstelik bütün olup bitenlere ve yaşanan olumsuzluklara rağmen defalarca görmüşümdür. Daha çocukluğumdan itibaren beni sarsan ve üzen olumsuzluklar karşısında hiç ummadığım insanlardan: ‘Oğlum ümitsiz olma! Bu din, bu dava ne kadar incelse de kopmaz! Hatta bazen öyle incelir, öyle incelir ki insanlar ha koptu, ha kopacak sanarlar! Ama bu asla üzülüp kopmayacak, yeniden ve eskisinden çok daha fazla güçlenip kuvvetlenecektir.’ şeklinde ümit verici sözler çok duymuşumdur. Bu gerçekten de milletimizin var olma iman ve iradesinin çok açık, kesin ve derin bir ifadesidir.
Dolayısıyla yeni anayasamız da bu şuurla, bir büyük millet psikolojisiyle hazırlanmalı, bu büyük millete layık bir anayasaya olmalıdır. Birtakım aşağılık duyguları içinde kıvranıp çürüyenlerin değil, bizim büyüklük devirlerimizin ve yukarılık duygularımızın izlerini ve eserlerini taşıyan bir anayasa olmalıdır. Yeni anayasada milli kimliğimiz, ortak değerlerimiz, adımız, dilimiz, dinimiz, birlik ve beraberliğimiz, ülkemizin devletimizin bütünlüğü gibi konular asla tartışma konusu yapılmamalıdır.
TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUM SÜRECİ
Türk Milleti, dünyanın en kadim, en eski milletlerinden biridir. İnsanlık tarihine dönüp baktığımızda, yeryüzünde çok geniş bir egemenlik kurabilmiş, süper devlet olabilmiş millet sayısının bir elin parmaklarını bile geçemeyecek kadar az olduğunu görürüz. Bu milletlerden biri de Türk Milletidir. Dünya milletleri arasında bir defa bile süper güç olabilmiş, cihangir büyük devlet kurabilmiş millet sayısı son derece sınırlıdır. Halbuki Türk milleti bunu tarih boyunca en az 5-6 defa başarabilmiş, zaman zaman bütün dünyayı yönetebilmiş, dünyaya nizam ve düzen verebilmiş bir milletir. Bu da olağanüstü bir başarıdır.
Türk Milletinin ne zaman, nerede, nasıl oluştuğu, dolayısıyla Türk tarihinin ne zamandan, hangi tarihten itibaren başlatılması gerektiği hususunda tarihçiler arasıda tam bir fikir birliği yoktur. Belli tespitlerden yola çıkarak astronomik yaşlılıkta bir Türklükten bahsedenler, başta Ortadoğudaki bitişken dilli halklar olmak üzere pek çok milletleri Türk sayanlar, Türk olarak adlandıranlar, neredeyse yeryüzündeki bütün dillerin ve halkların Türkçe’den ve Türklerden türediğini savunanlar bulunduğu gibi, Türklüğü ve Türkleri çok dar bir bölgeye, çok kısa bir zaman aralığına ve çok küçük bir etnik gruba indirgemeye çalışanlar da vardır. Tarihçilerin büyük çoğunluğunca fazla ciddi bulunmayan, kabule şayan görülmeyen, konumuzla da fazla ilgili olmayan bu tür görüşler fikir ve düşünceler üzerinde uzun uzadıya durmaya gerek yoktur. Burada sadece bunlardan önemli sayılabilecek olanlar arasından bir seçme yapmakla yetinilecektir.
Her oluşum gibi Türklüğün ve Türk milletinin oluşumu da kolay olmamış, Türklük ve Türk milleti, asırlar hatta bin yıllar süren bir süreç sonucunda ortaya çıkabilmiştir. Türklüğün bir özelliği de, zaman içinde kendini yenileyen ve sürüp giden bir oluşum olduğu anlaşılmaktadır. Bazı araştırmacılar Türklüğün olup bitmiş, tamamlanmış değil, geçmişten bugüne ve yarına doğru gelişimini ve oluşumunu sürdüren, ileride de sürdürecek olan dinamik bir oluşum olduğunu iddia ederler. Başlangıcını tam olarak bilemediğimiz bu sürecin bitişini de bilebilmenin, bu sürecin nasıl tamamlanacağını, sonucunun nereye varacağını kestirebilmenin ve tahmin edebilmenin çok zor olduğunu, tarihi gelişimin bize Türklüğün en önemli özelliklerinden birinin zaman içerisinde kendisini yenileyebilen ve sürüp giden dinamik bir oluşum olduğunu açıkça gösterdiği görüş ve kanaatindedirler (Karatay, Osman, İran İle Turan Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s. 104-105).
Türk tarihinin en eski ve en sağlam belgesi olan Orhun Yazıtlarında da Bilge Kağan:
“Üstte mavi gök, altta toprak yaratılmış.
İkisi arasında da kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış.
Kişioğullarının üzerine benim atalarım kağan olmuşlar.”
sözleriyle Türk Milletinin ortaya çıkışını insanoğlunun yeryüzü macerasının başlangıcına kadar götürmektedir.
Türklerin kökeni konusunda en ciddi ve en doğru sayılabilecek bilimsel yaklaşım, Türklerin Ortadoğu kökenli bir millet olduğu, doğuya giden Ortadoğu kökenlilerin burada Türklüğü ve Türk Milletini oluşturdukları tezidir. Bu tezi doğrulayan, Türk Milletinin dilinden, dininden, kültüründen, kullandığı yazıdan tutun da din kutsal kitaplara, arkeolojik buluntulara, binlerce yıl öncesinin insan iskeletlerine kadar pek çok somut delil mevcuttur.
Türkler, Moğollar ve Çinliler orta ve uzak Asya’nın en önemli ve en büyük üç milletidirler. Yan yana ve çoğu zaman bir arada yaşamış olmalarına rağmen, büyük millet arasında hem fizyolojik bakımdan, hem de yaşayış tarzları, adet, gelenek, görenekleri, din, inanç sistemleri, kısacası sosyo-ekonomik ve kültürel yapıları bakımından çok büyük farklar, neredeyse taban tabana zıtlıklar bulunmaktadır. Bölgede yakın dönemlerde yapılan bilimsel çalışmalar, Türklerle bölgenin diğer ırkları arasındaki farkların, ayrılıkların ve aykırılıkların eski devirlerde daha fazla olduğunu, zaman içinde gittikçe azaldığını ortaya koymaktadır.
Örneğin Türklerle Moğolların akraba hatta aynı millet olduklarını iddia edenler vardır. Halbuki son bilimsel çalışmalar bunun böyle olmadığını kesinlikle ortaya koymaktadır. Çünkü iki millet arasında bir yakınlık ve akrabalık olduğunu söyleyebilmek için bu iki milletin konuştukları dillerin aynı veya birbirine çok yakın olması gerekir. Alman Dil Bilimci Dörfer de diller (dolayısıyla o dili konuşan milletler) arasında gerçek bir akrabalığın bulunduğundan söz edebilmek için, 400 kadar ortak kök kelime bulunması gerektiğini, ödünçlemeler çıkarıldıktan sonra Türkçe ile Moğolca arasında ancak 30-40 ortak kök kelimenin bulunduğunu, bunun da bir akrabalıktan söz etmek için yeterli olmadığını belirtir (Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, Milliyet Yayınları, İstanbul 1986, 23. cilt, Türkçe Maddesi, sayfa 11810). Halbuki Türkçe ile eski Ortadoğu dilleri örneğin Sümerce arasında çok yakın ilişkiler, çok sayıda ortak kelimeler olduğu değişik bilimsel çalışmalarla ispat edilmiştir. Prof. Dr. Osman Nedim Tuna, Türkçe ile Sümerce arasında 320 ortak kelime tespit etmiştir.
Orhun Yazıtlarını ilk defa okuyan Profesör Vilhelm Thomsen bu yazıtların dilinin bugüne kadar tanıyabildiğimiz Türk dillerinin hepsinden daha eski, arı duru bir Türkçe olduğunu, yazı yönünün sağdan sola olmasının, harflerin biçimlerinin ve ses değerindeki benzerliklerin yazıtlarda kullanılan Türk alfabesinin kökeninin doğrudan doğruya olmasa bile dolaylı olarak Arami diye adlandırılan Sami alfabesinin biçimine dayandığını kanıtlayabilecek nitelikte olduğunu yazmaktadır (Thomsen, Vilhelm, İlk Bildiri, Çözülmüş Orhon Yazıtları, Çeviren: Vedat KÖKEN, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, TDK Yayınları:595, Ankara, 1993, s. 15, 50-51).
Örneğin, Türklerin anayurdu olan bölgede yapılan kazılarda, çok eski dönemlere ait pek çok iskelet bulunmuş, bu iskeletler Türklerle Moğollar ve Çinliler arasındaki fizyolojik farklılıkları, Türklerin bunlara hiç benzemediklerini hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koymuştur. Bu iskeletler üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar, eski Türklerin, uzun boylu (180 cm civarında), beyaz ve duru tenli, sarışına yakın açık kumral olduklarını, eski Türklerde göz çekikliği, pomet (elmacık kemiği) çıkıklığı, yassı ve yuvarlak yüzlülük bulunmadığını göstermektedir. Bu tür Moğolluk ve Çinlilik alametlerinin ve esmerliğin, Türklerde bu kavimlerle ve diğer ırklarla karışımdan sonra ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Türkler başından beri başka milletlerle ve toplumlarla çok kolay kaynaşıp, karışabilen bir millet olagelmiştir.
Turan Havzası içinde değişik soyların, boyların, kavim ve kabilelerin birleşmesi ile önce Oğuz birliği, Hun birliği, Uygur birliği gibi isimleri bilenen veya bilinmeyen daha pek çok birlikler, topluluklar oluştuğu, bunların hepsinin bir araya gelmesiyle de bu oluşumların en büyüğü ve en istikrarlısı olarak Türklüğün, yani Türk birliğinin oluşturulduğu anlaşılmaktadır. M.Ö. 1500 civarının ‘gerçek’ Türklüğün oluşmaya başladığı zamanlar olabileceği, Ortadoğu halkları içinde Türklere en yakın olanların M.Ö. 2500-1500 arasında yaşayanlar olduğu, daha sonra Ortadoğu’da ve Ortaasya’da iki ayrı sürecin devam ettiği, her iki tarafın birbirinden sürekli uzaklaşarak kendi yolunda ilerlediği bazı tarihçilerce öne sürülmektedir (Osman Karatay, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s. 104-105, ISBN 975-6467-04-5).
W. Eberhard, K. Jettmar ve W. Samolin gibi tanınmış bilim adamları, Çin resmi kaynaklarına, arkeolojik kazılara ve Paleo-anropolojik araştırmaların sonuçlarına dayanarak eski Türklerin kökenlerini M.Ö. 1000-2000 yıllarına kadar götürürler (W. Eberhard, Çin Tarihi, 1948, s. 33, K. Jettmar, Arncheology of the Early Turcs, s. 10-14, W. Samolin, Proto-Turcs and China, Türk Kültürü El Kitabı, Ankara, 1972, s. 25-26) (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 68).
Türklerin tarih sahnesine ilk defa güçlü bir şekilde çıkışları; M.Ö. III. yüzyılda Büyük Hun İmparatorluğu (M.Ö. 220 – M.S. 216) ile olmuştur. O zamana kadar dağınık kültür merkezleri teşkil eden Türk kavimlerini ve onların kültürlerini ilk kez Hunlar birleştirdiler. Böylece Türklüğün millet halinde ortaya çıkmasında birinci derecede rol oynadılar. Hunlardan önceki çağ, bir anlamda Türkler’in tarih öncesi sayılır. Özellikle Hunlardan sonra Türkler, bir daha tarih sahnesinden hiç inmemişler, pek çok devletler ve imparatorluklar kurarak dünya tarihine yön vermişlerdir.
İslam’dan önce kurulan irili ufaklı sayısız Türk devletlerinden yalnızca ikisi zamanında, Kuzey Asya’nın geniş düzlüklerinde yaşayan bütün Türkçe konuşan kavimler, tek bir bayrak ve imparatorluk çatısı altında toplanabilmişlerdir. Bunlar da Büyük Hun ve Göktürk İmparatorluklarıdır. Her ikisi de Oğuzlar tarafından kurulan bu İmparatorluklar da fazla uzun ömürlü olamamışlar, Çin entrikaları, taht kavgaları, değişik Türk boyları arasındaki rekabet ve çekememezlik gibi sebepler yüzünden yıkılmışlardır. Tarihte Türk adını ilk defa taşıyan devlet olan Göktürk İmparatorluğu da kuruluşunun (552) üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra önce Doğu ve Batı Göktürkler olarak ikiye ayrıldı, ardından da 630 yılında tamamen Çin egemenliğine girdi.
630-680 yılları arasındaki 50 yıllık dönemde Türk milletinin ne büyük acılar çektiği, ne haysiyet kırıcı durumlara düştüğü, Türk tarihinin en önemli belgelerinden olan Orhun Kitabelerinde dile getirilir. Bilge Kağan tarafından yazdırılan bu kitabelerde, Türk milletinin bey olmaya layık oğulların köle durumuna, hatun olmaya layık kızların cariye durumuna düştüğü, Türk Karabudun’un ( Büyük Türk Milletinin): “Ben, ili, ülkesi, devleti, imparatoru olan bir millet idim. Nerede şimdi benim ilim, ülkem, devletim? Ben kendi hakanı olan bir millet idim. Nerede şimdi benim hakanım?” diye inim inim inlediği bütün açıklığıyla ortaya konmaktadır.
Bütün milletler, topluluklar ve kültürler, tarih boyunca birbirine göreceli olarak yakınlıkları ve yoğun ilişkileri olan topluluklar arasında kurulan ittifaklarla, güç birlikleriyle gelişip serpilmiştir. Dil, kültür, ortak değerler, idealler, inanç ve davranışlar, yaşayış birliği bu ittifakların, birleşik toplulukların belirleyici özellikleri olarak karşımıza çıkar. Kaşgarlı Mahmut da “Türk” sözcüğünü çeşitli etnik grupların ortak bir kültür ve dil bağı ile birbirleriyle birleşip bütünleşmelerinin bir sonucu ve ifadesi olarak görmektedir.
Asırlar boyunca ayrı boylar, soylar, kavimler, kabileler şeklinde yaşayan, zaman zaman aralarında gönüllü veya zorunlu birlikler, federasyonlar, konfederasyonlar da kuran büyük toplumlar, yaşadıkları acı ve öğretici türlü tecrübelerin etkisiyle özellikle karşılarındaki Çin gibi büyük düşmanlar karşısında, tek başlarına hiç birinin var olamayacağı, varlıklarını sürdüremeyecekleri kaygısıyla, daha iri, daha diri, daha güçlü, daha kuvvetli olabilmek, varlıklarını, birliklerini, dirliklerini sürdürebilmek, koruyup, geliştirebilmek için daha çok askeri nitelikte birlikler, bütünlükler, beraberlikler oluşturmuşlar Türk veya Türkmen adı da önce bu birliklerin adı olarak kullanılmamaya başlamıştır.
Meşhur müsteşriklerden Leon Cahun Gök-Türk İmparatorluğunu şöyle tanımlıyor:
“Türk milleti adedi ırki bir karabetle mahdut olmayan fertlerle kabilelerden mürekkep bir camia şeklinde görünür. Bu camia herkese açık bir camiadır. Bunu teşkil eden fertlerle kabileler (Kağan=Hakan) denilen bir reisin etrafında toplanmışlardır. Bu reisin iyi veya kötü idaresine göre azalıp çoğalır. Millet halinde toplanmış böyle bir Türk sosyetesinde kabile esasına müstenit ırki taksimat devam etmekteyse de bu cihet idari taksimata tabi olmakta veyahut bu taksimattan ayırt edilemeyecek kadar sıkı bir surette birbirine bağlanmaktadır (Leon Cahun, İntroduction a l’histoire de l’asic, 1896 Paris tab’ı, s. 73).
Büyük Larousse sözlüğünde de, Türk sözcüğünün Orhun Yazıtlarında genel ve geniş anlamda ‘devlete bağlı halk, tebaa’ anlamında kullanıldığına, daha dar ve daha özel anlamda da ise, her birinin ayrı ve özel adları olan, ama bir araya gelerek Göktürk devletinin çekirdeğini oluşturan, devlete ve imparatorluğa bağlı unsurları, halkları, milletleri ifade ettiğine, bu birliğin kendilerine ortak ad olarak Türk adını benimseyip kullandıklarına işaret edilmektedir. Böylece ortaya çıkan Türk adı, zamanla bütün bir ulusun adı olarak kullanılmaya başlanmıştır. (Büyük Larousse, Türk maddesi, Cilt 23, sayfa 11804).
Hunlardan Göktürklere kadarki Türk hanedanlarının idaresinde Büyük Türk Hakanlığı diye adlandırılan Kuzey Asya İmparatorluğu, bir konfederasyondu. Birçok bağlı devletleri içinde barındırıyordu. Bu devletlerin çoğu da çeşitli boyların kurdukları, krallıklar ve prenslikler şeklindeydi.
Kısacası Türk ismi, belli bir etnik grubun adı olarak değil, birbirine benzeyen ve benzemeyen, çoğunluğu aynı dili konuşan ve aynı kültür çevresine ait değişik etnik grupların oluşturduğu bir milletin, askeri, siyasi, sosyal, kültürel bir ittifakın, birliğin ve bütünlüğün adı, yani bir üst kimlik olarak ortaya çıkmıştır. Her büyük oluşum gibi bu birliğin ve üst kimliğin oluşması da hiç kolay olmamış, çok zahmetli, çileli, zor olmuş ve uzun dönemler almıştır. Bu ittifakın oluşumunu sağlayan, bu yolda çok önemli roller üstlenen ve nihayet bunu başaran bir ortak akıl, kurucu irade, milli irade vardır ki bunu da ‘karabudun’ olarak adlandırmak mümkündür. Zaten Türk tarihi gerçekte bu ‘karabudun’un tarihidir. ‘Millet’ ve ‘milliyet’ gibi kavramların bilimsel anlamları, Avrupa bilim dünyasında oldukça yakın zamanlarda ortaya çıkmasına ve kesin şeklini almasına rağmen, Gök-Türk İmparatorluğunu meydana oluşturan farklı unsurlar arasında asırlar öncesinde ırk, kavim, kabile şuurundan da daha güçlü bir milli şuurun ortaya çıkması, bunu bir siyasi birliğe ulaştırabilmesi Leon Cahun, Rene Grousset gibi Avrupalı müsteşriklerin bile çok dikkatini çekmektedir.
Profesör Barthold daha da ilginç bir tespitte bulunarak bu milli hislerin ve milli şuurun milletin büyük çoğunluğunu (karabudunu) teşkil eden avam tabakada yani sıradan vatandaşlarda aristoklardan ve yönetici sınıftan bile daha fazla olduğunu şu sözlerle dile getiriyor:
‘Abideler gösteriyor ki, Türk diyarında Çinliler hâkim olduğu zaman, bütün uygar ülkelerde olduğu gibi, Türk aristokrasisi, yönetici sınıf kendi imtiyazlarının muhafazası için yabancı bir milletin esaretine daha çabuk alışabilmişler, yabancılarla daha kolay ünsiyet edebilmişler, yakınlık kurabilmişler, milli adet ve töreleri, gelenek ve görenekleri bırakarak bunlara sırt çevirebilmişler, sadakatsizlik gösterebilmişler, hıyanet edebilmişlerdir. Fakat milletin halk kısmı (avam sınıfı, karabudun) yabancı esarete çabuk alışamamış, milli ananelerine sadık kalmıştır. Beylerin Çin adet ve ahlakını, gelenek ve göreneklerini kabul etmesi, halkın onlara karşı düşmanlığını artırmıştır. Han sülalesinden gelen İlteriş Kağan ve arkadaşları da bu durumdan yararlanarak halkı Çin hâkimiyetine karşı ayaklandırmayı ve Türk devletinin bağımsızlığını yeniden ihya edebilmişlerdir. (V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul 1927, s. 7).
İlk ortaya çıkışındaki özelliklerinden de kaynaklanan nedenlerle Türklük hiçbir zaman eritici bir birlik olmamış, aksine var edici ve diriltici bir yapı olmuştur. Nitekim 50 yıllık Çin esaretinden sonra babasının Göktürk İmparatorluğunu yeniden kurmasını Bilge Kağan ‘Babam Kağan, Türk milletini bütün kavim ve kabileleriyle yeniden var etti’ sözleriyle anlatmaktadır.
Tarih boyunca kan bağına, etnik kökenine, ırkına, diline, dinine bakılmaksızın bu birliğe ve ittifaka katılanlar hep Türk sayılmışlar, katılmayanlar, ayrılanlar, düşman olanlar ise kim olurlarsa olsunlar, yabancı veya Türk düşmanı olarak algılanmışlar ve öyle muamele görmüşlerdir. Yine Orhun Abidelerindeki ifadelerindeki ifadelerden Türk sayılıp sayılmamakta, kan bağının ve etnik kökenin değil, bu birliğe ve ittifaka katılıp katılmamanın ölçü alındığı net bir biçimde anlaşılmaktadır.
TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA SOY FAKTÖRÜ
Bazı milletlerin oluşumunda belli soyların, hanedanların, örneğin Avrupa’daki Marovenj ve Karovenj hanedanları gibi, önemli rolleri olmuştur. Peki Türklerde başka milletlerde olduğu gibi asalet, soyluluk ve belli hanedanlar var mıydı? En önemlisi bu soyların ve hanedanların Türklüğün ve Türk milletinin oluşumunda herhangi bir rolü olmuş mudur?
Eski Türklerde başka milletlerdekine pek benzemeyen bir asalet ve soyluluk anlayışı vardı. Türklerdeki asalet ve soyluluk anlayışı, başka toplumlardaki ve milletlerdeki gibi feodal veya aristokratik temelli bir soyluluk değildi. Eski Türkler, soy ve asalet, nasıl at için, it için bile önemli ve gerekliyse, insan için de önemli ve gerekli olduğuna inanırlardı. İyi, üstün, şerefli insanların soyundan gelmek Türkler için her zaman önemli olmuştur.
Türkler kendilerinin yeryüzünde yaşayan insanların en soylusu, en asili, en kutsal soydan geleni, en yüksek, en benzersiz ahlaklara, erdemlere, hünerlere, değer yargılarına sahip milleti olduklarına inanırlar, fakat bunu asla gurur, kibir vesilesi yapmazlardı. Türkler, kimsenin soyuna sopuna da dil uzatmazlar, hiçbir iyi özellikleri ve nitelik bulunmadığı halde sırf atalarıyla öğünenlerden hiç hoşlanmazlar, böylelerine haddini bildirmekten de geri durmazlardı.
Türkler temiz bir asalete ve soya sahip olmanın kendilerine tüm insanlık camiası içinde dünyanın en erdemli ve hünerli, en hür, en özgür, en bağımsız, en egemen, en üstün ve en hâkim unsuru olmak, dünyaya yön ve nizam vermek zorunluluğunu, yükümlülüğünü, görev ve sorumluluğunu yüklediğine inanırlardı. Gerçek soyluluğu, asaleti insanın damarlarında dolaşan kanından, kan bağından ve nesepten ziyade, huy, karakter, ahlak ve fazilet, hüner ve erdemlerinde, tutum ve davranışlarında ararlardı.
Türklerde Aşina, Açena, Asena, Açina veya Aşina gibi adlarla anılan, kanları kutsal sayılan soylu bir sınıf vardı. En başından beri Türkler, daha doğrusu Türklük bilinç ve şuuruna sahip olanlar, kendilerine kök, ecdad, ata, dede kabul ettikleri Açina soyunun Tanrı’nın seçtiği, kutsadığı, yücelttiği kutsal bir soy ve nesil olduğuna, kendilerinin de bu soydan geldiklerine, dolayısıyla üstünlüğün, seçilmişliğin onlara göklerden indiğine, Tanrı tarafından verildiğine inanıyorlardı. Bilinen en eski çağlardan Osmanlılara kadarki Türk toplumlarında önemli yönetim kademelerinin, hanlık, kağanlık, yabguluk, beylik, kumandanlık gibi üst yönetim görevlerinin asil ve kutlu sayılan bu soylu sınıftan olanların hakkı olduğuna, bu görev ve yetkinin onlara Tanrı tarafından verildiğine inanılıyordu. Bunların kanları kutsal kabul edilir, kanlarının yere dökülmesi felaket sebebi sayılırdı. Bu inanç, daha sonraları, han sülalesinden olup da, idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil de yay kirişi ile boğularak öldürülmesi âdetinin doğmasına neden olmuştur. Bu adet Göktürklerde, Selçuklularda ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.
Bu anlayışın doğal sonucu olarak, eski Türkler, asalet ve soyluluk bakımından “Ak kemik budunu”, “Kara kemik budunu” olmak üzere iki gruba ayrılmışlardı. Ak kemik budunu bey soylu olanları, kara kemik budunu ise normal halk kesimlerini ifade ederdi. Dağınık ve yoksul halk topluluklarının, yani ‘karakemik kara budunu’nun ancak ak kemik budununa mensup Tanrı’dan kut almış bir kağanın etrafında toplanarak, onların liderliği ve önderliği altında sağlam ve güçlü bir birlik ve güç oluşturabileceklerine, yoksa bölünüp, parçalanıp, dağılmanın, aç, çıplak, yoksul ve perişan duruma düşmenin, yok olmanın, bey olmaya layık oğulların başkalarına köle, prenses olmaya layık kızların cariye olmasının kaçınılmaz olduğuna inanılırdı. Başta Kağan olmak üzere bütün yöneticilerin yani ak kemik budununun en önemli görevleri, “kara kemik budunu”nu derleyip toparlamak, dirlik düzenlik, güvenlik içinde idare etmek, savaşta onları yönetmek, barışta da açları yedirip içirmek, çıplakları giydirmekti. Bunları yapamayan ve gerçekleştirmeyen kağanın kut’u olmadığına inanılırdı. Onun yerine hemen yine Açena soyundan daha ehil, daha liyakatli, dirayetli başka bir kağan arayışına girilirdi (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.40-41).
İyi ve güzel bir nesebe sahip olmak Türkler için hep önemli olmuştur. Bugün bile Anadolu’nun Müslüman Türkleri arasında kendilerini ‘Üç babanın bir oğlu!’ olarak niteleyenlere rastlanır. Bu üç baba insanlığın ortak babası Hazreti Adem, büyük tufandan sonra insanlık kendi zürriyetinden çoğalan Hazreti Nuh ve din, inanç, millet babamız Hazreti İbrahim’dir.
Türklerde soyluluğa, asalete bu kadar çok önem verilmesinin ve aranmasının nedenlerinin kökeninde, Allah’ın bu nesle, bu hanedana çok büyük lutuf ve yardımlarının, desteklerinin olduğu, dolayısıyla bu nesli koruyarak onlar vasıtasıyla kendilerinin de ilahi lutuflara, yardım ve desteklere ulaşabilecekleri inancı yatıyordu. Bu İslam’a da çok yabancı olmayan bir inançtı.
Kur’an’ın değişik ayetlerinde, bazı kişilere, gruplara, milletlere, bu arada Hazreti İbrahim’e, onun soyundan gelenlere ve özellikle İsrailoğulları’na (Yakup oğullarına) Yüce Allah tarafından seçilmişlik, üstünlük, önderlik, liderlik gibi büyük nimetler, lutuf ve imtiyazlar verildiğine, vaad edildiğine dikkat çekilir ve elbette yollarından da gitmek kaydıyla, Hazreti Adem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim gibi Allah’ın seçilmiş kullarının soyundan gelmenin, çok büyük bir önemi olduğuna dikkat çekilir:
Gerçek şu ki, Allah, Adem’i, Nûh’u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelen soylar halinde insanlar arasından seçip âlemlere üstün kılmıştır. Allah her şeyi hakkıyla işiten, mükemmel tarzda bilendir (Âl-i İmran Suresi, Ayet:33-34).
İşte bunlar, Allah’ın kutlu, onurlandırıcı bağışlarda bulunduğu peygamberlerden, Âdem’in soyundan, Nûh’la birlikte (gemide) taşıdığımızın soyundan, İbrahim ve İsrailin (Yakub’un) soyundan gelen ve (hepsi de) doğru yolu gösterdiğimiz ve seçtiğimiz kimselerden bazılarıdır. Ne zaman kendilerine O sınırsız rahmet sahibinin mesajları okunsa, onlar ağlayarak secdeye kapanırlardı. (Ama) kendilerinden sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı boşlayıp terk ettiler, yalnızca şehvetlerinin, dünyevî tutkuların peşine düştüler. İşte bunlar da azgınlıklarının cezasını bulacaklar, yaptıklarına karşılık tam bir düş kırıklığına uğrayacaklardır. Ancak tövbe eden, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar cennete girecekler ve asla haksızlığa uğramayacaklardır (Meryem Suresi, Ayet:58-60).
Onların babalarından, zürriyetlerinden, kardeşlerinden kimilerini de, aynı şekilde seçtik ve etraflarındaki insanlara üstün kıldık. Onları dosdoğru bir yola kılavuzladık. İşte bu yol Allah yoludur. Kullarından dilediğini bununla iyiye ve güzele iletir. Eğer onlar da şirke bulaşıp Allah’a ortak koşsalardı, onların da bütün yaptıkları boşa gider, yararsız hale gelirdi. Biz onlara kitap, hikmet (sağlam bir muhakeme ve hükmetme gücü) ve peygamberlik bahşettik. Şimdi şu insanlar da bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse biz, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir milleti getiriveririz! (En’âm Suresi, Ayet:87-89).
Fakat bundan (bu nimetimden) sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu bir benzerine dünyalarda (daha) hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım! (Maide Suresi, Ayet:115)
Andolsun ki, Biz Nuh’u ve İbrahim’i (elçi olarak) gönderdik. Peygamberliği ve Kitab’ı da onların soylarında kıldık. Onlardan kimi doğru yoldadır, içlerinden birçoğu da yoldan çıkmışlardır (Hadid Suresi, Ayet: 26).
Kur’an’da Hazreti İbrahim’in ve neslinin Allah tarafından kutlu ve mübarek kılındığına dair ayetler de vardır:
“(Biz) hem onu (İbrahim’i), hem de İshak’ı mübarek (kutlu, bereketli, feyizli) kıldık. Ama onların soyundan gelecekler arasından iyi işler yapanlar da, kendisine açıkça zulmedenler de çıkacak! (Saffat Suresi, Ayet: 113).
Dini ve tarihi kaynaklar birlikte incelendiğinde; Hazreti İbrahim’in en son evlendiği Kantura (Tevrat’ta Keturah) isimli eşinden olan çocuklarını doğuya, daha sonra Türk Milleti’nin oluşacağı bölgeye gönderdiği, bazı olağanüstü özellikler gördükleri bu çocukları bölge halkının kutsal ve Tanrı’dan kut almış saydıkları, bu çocuklara ve onların soyundan gelenlere ayrı ve özel bir statü tanıyarak kendilerine önder ve lider kabul ettikleri, bu soyunu Asena veya Açena soyu olarak tanımladıkları, Türklüğün bin yıllar süren bir gelişim sonunda Hazreti İbrahim’in Hanif dini etkileriyle ve bu soyun etrafında şekillendiği anlaşılmaktadır.
Bazı rivayetlere göre, Hazreti İbrahim, Kantura’dan olma oğullarını Ortaasya’ya göndermek istediğini onlara açıkladığında oğulları buna çok üzülmüşler, ağlayarak babalarından kendilerini o kurak ve uzak beldelere göndermemesini istemişlerdi. Hatta: “Ey sevgili babamız! Kardeşimiz İshak’ ı kendi yanında bırakıyorsun, İsmail’ i de kutlu belde Mekke’ye götürüp yerleştirdin? Bizi neden öyle uzaklar diyarlara gönderiyorsun?” diyerek sitem etmişlerdi. Hazreti İbrahim ise onlara, bunun kendi fikri ve arzusu olmadığını, kendiliğinden yapmadığını, aksine Allah tarafından kendisine böyle emredildiğini, bu yüzden kendilerini o bölgeye göndermek zorunda olduğunu söylemişti. Gittikleri yerin çok kurak, düşmanları çok bir belde olması nedeniyle sıkıştıklarında ve gerektiğinde okumaları ve Allah’tan yardım istemeleri için onlara bir dua (İsmi-i A’zam duası) da öğretmişti. Bu duayı okuduklarında, yağmura ihtiyaç duyduklarında Allah’ın izniyle yağmur yağacağını, düşmanlarla karşılaştıklarında onlara üstün geleceklerini anlatmıştı.
Hazreti İbrahim’in çocukları bölgeye gelip, yerleşir yerleşmez, bölge halkı bu çocuklardaki farklılıkları ve olağanüstülükleri hemen fark etti. O zamanlar bölgede çok uzun süreden beri büyük bir kuraklık hüküm sürüyordu. Bu kuraklıktan muzdarip olan halk çaresizlik içinde kıvranırlarken, çocukların babalarından öğrendikleri duayı okumalarıyla bereketli yağmurlar yağmaya başladı. Arkasından bölge halkı o zamana kadar görmedikleri, tatmadıkları türlü nimetlere, esenlik, güvenlik, huzur ve barışa kavuştular. Böyle bir şeyin normal insanlar tarafından yapılamayacağını, bu çocukların Tanrı’yla ilişkili, göksel talihten nasipli, insanüstü özelliklere sahip ulu kişiler olduklarını düşünmeye ve bu çocuklara kutlu, mübarek, kutsal, yüce yaratıklar gözüyle bakmaya başladılar. Hele onlardaki babaları Hazret-i İbrahim’den kendilerine intikal etmiş olan, doğruluk, dürüstlük, istikamet, kuvvetli iman, üstün ahlak ve faziletler, sağlam karakter, olağanüstü hünerler, kabiliyetler, özellikler, yönetim becerileri yerel halkın dikkatini çekti. Onların Allah katından yardım ve destek gören, Allah’ın rahmet ve bereketine mazhar olmuş, ‘Tanrı’dan kut almış’ mübarek bir nesil olduklarına inançları gittikçe daha kuvvetlendi. Onlar sayesinde ileride çok daha büyük nimetlere, üstünlüklere, başarılara, zaferlere nail olma ümidi, beklentisi ve temennisiyle toplumdaki bütün önemli görevler, yöneticilikler çok asil ve kutlu saydıkları bu soydan gelenlere verilmeye başlandı. Bu görev ve yetkilerin onların hakkı olduğu, bu imtiyazın onlara Tanrı tarafından verildiği inanç ve kanaati halk arasında zamanla iyice yerleşti.
Hazreti İbrahim soyunun Kanturaoğulları kolunun bir kavim, ulus, budun olarak, devlet benzeri siyasi kurumlarla ve etkili bir askeri güç birliği şeklinde tarih sahnesine çıkmaları ve kendilerini göstermeye başlamaları MÖ 1500 – 1000 yılları arasına ve ondan sonraki dönemlere rastlamaktadır. Bu tarihlerden sonra hızla çevreye yayılmaya başlamışlardır. Özellikle dünyanın en eski medeniyetlerinden biri olan ve çok kalabalık bir nüfusa sahip olan Çinlilerle yüzyüze gelmek ve onlara karşı sürekli bir mücadele vermek zorunda kalmak onlara çok şeyler öğretmişti. Önce kuzey-doğuya doğru ilerleyerek Çin’in kuzeyine yerleştiler. M.Ö. 1111 yılından M.Ö. 256 yılına kadar 855 sene Çin’de saltanat süren Çu hanedanının Türk olduğu konusunda çoğu tarihçiler fikir birliği içindedirler. Bir yandan da İrani kavimlerle karışıp Saka (İskit) adı altında da batıya doğru akıyorlardı.
Eski oluşumlar ve ittifaklar genelde en güçlü kavim, kabile veya hanedanların etrafında oluşuyor, çoğunlukla da diğerlerini hükümranlığı altına alanların adıyla anılıyordu. Türk birliğini oluşturan ve Türk Milletini kuranların, çok eski çağlardan beri oluşturdukları bütün siyasi oluşumları, Tanrı tarafından seçildiklerine, kutsandıklarına, yüceltildiklerine inandıkları bir soyun, bir neslin, bir hanedanın etrafında derlenip, toparlanarak gerçekleştirdiklerini görüyoruz. Bölge halkı boylara, soylara, oymaklara, kavim ve kabilelere ayrılmıştı. Bunların hepsinin kendi reisleri de vardı. Fakat kabileler federasyonuna, hele konfederasyonuna hükmedebilmek, böyle bir birliğin başı olabilmek için Aşina soyundan gelmiş olmak, ayrıca Gök Tanrı’dan “Kut almış olmak” gerekiyordu. Orhun Yazıtlarında da Aşina hanedanının kutsal kökenlerine ve yöneticilerin yönetimini yasal ve meşru kılan ‘kut’a, ‘göksel talih’e vurgu yapılmaktadır. Bu Hanedan ailesi dışından hiçbir fert, hakan olmayı aklından bile geçirmezdi. Zaten bu soydan, bu hanedanın dışından birisi, hiçbir Türk tarafından hakan olarak tanınmaz ve ona itaat edilmezdi. Bütün boyların, soyların, aşiretlerin, kavim ve kabilelerin, milletlerin en üst yöneticilikleri, hanlıkları, hakanlıkları, kağanlıkları,beylikleri, kumandanlıkları Ak Kemik Karabudunu olarak olarak nitelenen bu çocuklara ve onların soyundan gelenlere verilmesi töre haline geldi. İşin daha da ilginci, erken dönem Aşina Türk kağanları arasında, etimolojisi açısından Türk diline –ya da bölgedeki başka bir dile- dayanan hiçbir ad da bulunmaz (Golden 2002b: 98-99; Rabatzki 2000:2006-221). Bazı tarihçiler eski Türk hakanlarından hiç birinin adının ve hanedan ailesinin adı olan Aşina kelimesinin Türkçe olmamasını, Ortadoğu kökenli olmasını, Türklerin kendi öz alfabeleri olan Orhun Abidelerinin yazıldığı Göktürk alfabesinin de İbrani alfabesine çok benzemesini bu neslin buraya Ortadoğu’dan gelmiş olmalarının delili saymaktadırlar.
Bu konuda değişik bilim adamlarının da çok ilginç ve bu görüşleri doğrulayan tespitleri vardır. Bazı bilim adamları, Türkçe ses uyumuna da uymayan Aşina adının Türkçe olmadığı, büyük olasılıkla batı kökenli olduğu, bu kelimenin Doğu İranca ya da Toharca’dan gelmiş olabileceği görüşündedirler. Eski İranca’daki ahşaina, Hotan ve Saka dillerindeki âşşeina/âşşena kelimelerinin “mavi gök” demek olduğu, Orta Asya’da kullanılmış eski bir Hint-Avrupa dili olan Toharcadaki ‘âsna’ kelimesinin de ‘mavi’ ve ‘gök’ anlamlarına geldiği belirtilir (Klyaştornıy 1994: 445-447; Rastorguena, Edelman 200: I/284-286). İşin daha da ilginci, erken dönem Aşina Türk kağanları arasında, etimolojisi açısından Türk diline –ya da bölgedeki başka bir dile- dayanan hiçbir ad da bulunmaz (Golden 2002b: 98-99; Rabatzki 2000:2006-221).
Türkler’deki bu Açena soyunun, Han soyunun asil ve kutlu sayılmasının, onlara yöneticiliğin, önderliğin, liderliğin Tanrı tarafından verildiğine inanılmasının temelinde, buralarda yaşayan insanların kendisini hiç görmedikleri, tanımadıkları Hazreti İbrahim’e ve onun soyuna duydukları sevgi, saygı ve bağlılık yatıyordu. Açena soyu dedikleri şey, Hazreti İbrahim soyu demenin bir başka ifadesinden başka bir şey değildi. Türkleri yönetenlerde belli bir soydan gelmiş olma şartının aranmasının temelinde de bu anlayış yatıyordu. Türklerdeki bu ‘kut’ anlayışının, mensup oldukları Gök Tanrı (Yüce Tanrı) dininin İbrahimi Hanif bir din özellikleri taşımasının, Aşina kelimesinin ifade ettiği anlamların ve ilk Türk hakanlarından hiç birinin adının Türkçe olmamasının yanı sıra, Türklerin kendi öz alfabelerinin Sami alfabesinden türetilmiş olması, Orhun Kitabelerindeki ifadelerin büyük çoğunluğunun İslami inanca aykırı olmaması, hatta bazı ifadelerin birebir Kur’an ayeti denebilecek kadar Kur’ani ifadelere benzerliği gibi Türklerin Hazreti İbrahim’in soyundan gelmiş temiz ve asil bir neslin etrafında şekillenmiş İbrahimi bir millet olduğunu kesinkes ortaya koymaya yetecek daha pek çok açık, kesin, somut inkâr edilemez deliller, kanıtlar da bulunmaktadır.
Böylece Hazreti İbrahim’in Orta Asya‘ya gönderdiği çocukları, oradaki yerleşik halk arasında yerleşip çoğaldılar, onların soyundan, daha doğrusu onların önderliğinde ve liderliğinde de Türk Milleti oluştu. Yahudilerin, Arapların soyu Hazreti İbrahim’e dayandığı gibi, Türklerin soyu da Hazreti İbrahim’e dayanmaktadır. Bu hem eski Türkler hem de Araplar tarafından da böyle biliniyordu.
Ünlü Arap bilgini Cahiz, Fezailül Etrak adlı eserinde şunları söyler:
“Türklerin Araplar tarafından da kabul edilen güzel bir nesepleri, övünülmeye değer ırkları ve geçmişleri vardır. Türklerle Araplar aynı nesepten, yani Hazreti İbrahim’in neslindendirler. Ancak Türkler, sırf kendilerine özgü bazı üstün özellikleri, yalnız onlara bağışlanmış bazı şerefli hasletleriyle Araplardan da üstün özelliklere sahiptirler. Soy soplarıyla övünmeye meraklı Araplardan biri bir defasında yine aynı şekilde soyuyla, sopuyla, Araplığıyla övünürken Türklerden biri kendisini uyardı: ‘Bizimle boş yere asalet, soy sop yarışına girmeyin, sonra kaybedersiniz!’ Araplar bunun nedenini kendisinden sordular, o da haklı olarak şöyle açıkladı: ‘Bir kere sizinle biz aynı babanın çocuklarıyız. Hazreti İbrahim sizin de babanız, bizim de babamız, dolayısıyla aynı nesepten geldiğimiz için bu konuda sizin bize bir üstünlüğünüz olamaz. Sonra sizinle biz amca çocuklarıyız, sizin babanız Hazreti İsmail bizim amcamızdır. Ama işi daha uzatırsanız, siz asalette bizi geçemezsiniz. Çünkü hepsinin başımızın üstünde yeri olmakla beraber bizim anamız sizin ananızdan daha asil, daha soyludur.’ Çok haklı, yerinde ve doğru olan bu söz karşısında Araplar söyleyecek söz bulamadılar (Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahiz, Çeviren Ramazan Şeşen, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını).
Yönetim kademelerine getirilecek kişilerin hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde belirlenebilmesi, bu yönetici neslin asaletinin korunması açısından da büyük önem arzediyordu. Bütün yöneticiliklerde olduğu gibi, subayların çoğu da bu soydandı. Üst düzey görevler, generallikler de sadece Aşina soyuna, yani han ve hakan ailesi mensuplarına, çok defa sadece hakanlık prenslerine verilir ve bunlara “tegin” veya “şad” denirdi. Prenslerin başka mesleklere intisapları hoş karşılanmazdı. Fakat devlet yönetimi dışındaki diğer haklar bakımından, halkla soylular arasında fazla bir ayrılık ve aykırılık yoktu.
Eski Türkler, Gök Tanrı’nın (Yüce Tanrı) bu ‘kut’u, ‘bereket’i ‘göksel talih’i daha sonra Oğuz Han sülalesine verdiğine inanırlardı. Hanedan ailesi, Oğuz Han’ın 6 oğlu ve onların da 4’er oğlundan devam eden toplam 24 Oğuz boyuna ayrılmıştı. Tarihin çok eski çağlarından XX. Asrın Osmanlıları’na kadar bütün Türk hakanlık hanedanları bu sülaleden gelmiştir. Oğuz Han’ın ya da Oğuz Kağan’ın Büyük Hun İmparatoru Mete Han olduğunu söyleyenler bulunsa da bu pek doğru görünmemektedir. Oğuz Kağan’ın Mete Han’dan yüzlerce yıl önce yaşamış ve yeryüzünde büyük bir hükümranlık kurmuş başka biri olması çok daha muhtemeldir. Hatta onun Kur’an’da kıssası anlatılan Zülkarneyn olduğuna dair rivayetler de vardır. Osmanlılar, 24 Oğuz boyunun en üstünü sayılan Kayı boyundan, Selçuklular da Kınık boyundandı. Her boyun kendine has bir damgası vardı. Hayvanlarını, silahlarını, eşyalarını bu damga ile damgalarlardı. Sikkelere, hatta XVI. yüzyılda Kanuni Sultan Süleyman’ın toplarına bile Osmanlılar’ın mensup olduğu Kayı boyunun damgasının basıldığı görülmektedir.
Hakan denen büyük Türk İmparatoru’nun, Tanrı tarafından ve Onun iradesini yerine getirmek için Türk Milletinin başına getirildiğine, bundan dolayı kutsal olduğuna inanılırdı. Bu kutsallık hakanın mensup olduğu bütün hanedan üyeleri için de geçerliydi. Hakan, Tanrı değil ama Tanrı’ya benzer kabul edilir, yönetme hakkını Tanrı’dan aldığına inanılırdı. Bunların kanları da kutsal sayılır ve kanlarının yere dökülmesi felaket sebebi olarak görülürdü. Kağanın kanı kutsaldı ve akıtılamazdı. Bu inanç daha sonraları, tahtından indiriler kağanların veya han sülalesinden olup da, idam edilmesi gerekenlerin kılıçla değil de ipek bir kementle veya yay kirişiyle boğularak öldürülmesi âdetinin doğmasına neden olmuştur. Bu adet bütün Türk halkları arasında, Göktürklerde, Selçuklularda ve Osmanlıda da aynen devam etmiştir.
Hakanlık çok defa babadan oğula ve ekseriya büyük oğula geçerdi ama bu kesin bir kural değildi. Hanedanın her prensi tahtta hak iddia edebilir, hangisi millet tarafından seçilir veya diğerlerine üstünlük sağlayıp tahta oturabilirse, Gök Tanrı’nın onu tercih edip seçtiğine inanılır, herkes de ona itaat etmek zorunda kabul edilirdi. Bu töre ve devletin federe bir yapıda örgütlenmesi, Türk İmparatorluklarının uzun ömürlü olamamalarının, vaktinden önce parçalanıp çöküntüye uğramalarının en önemli nedenlerindendi. Çünkü belli yerlerde valilik ve yöneticilik yapan prensler de yönettikleri geniş topraklarda hükümdarca yetkiler kullanıyorlardı. Hakan güçlü ve kudretliyse ona itaat ediyorlar, fırsatını bulduklarında ona baş kaldırma yollarını arıyorlardı. Hakan yetenekli ve becerikliyse devlet yüceliyor, değilse hızlı bir dağılma süreci kaçınılmaz oluyordu. Bu sistem Osmanlılara kadar Müslüman Türk Devletlerinde de yürürlükte kalmış, ancak Osmanoğulları tarafından ortadan kaldırılabilmiştir.
Türk imparatorluğu, doğu ve batı olmak üzere iki kağanlıktan oluşuyordu. Doğu kağanları batıdaki eş kağanlardan, en azından, teorik olarak üstün sayılıyordu. Aşinalar, kendilerini bu uçsuz bucaksız diyarın tümü üzerinde egemenliği tam olarak ellerinde tutanlar olarak görüyorlardı. İlkesel olarak, Aşina ailesinin bütün üyelerinin, yönetimde söz sahibi olmalarını güvence altına alan, kardeşten kardeşe geçen ve iki yanlılık ilkelerine dayanan düzenli bir iktidar ardıllığı sistemini yerleştirme çabaları sonunda başarılı oldu (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.41-43).
Eski Türklerde ‘Hakimiyyetin göklerde olduğu’ inancı vardı. Türk kağanları göksel irtibatları olanlar arasından seçilirdi. İlk zamanlar en çok ‘ruhsal gelişmişlik’ düzeyine sahip, en yetkin kişiler en üst yönetici seçilirdi. Böylelikle en yetkin, haksızlıklara yer vermeyen bir yönetimin iktidarı gerçekleştirilmeye çalışılırdı. Fakat daha sonraları bu tür yetkinliklere sahip kişilerin azalması ile yavaş yavaş iktidarların yeterli ruhsal yetkinliğe sahip olmayanların ellerine geçmesi, iktidarın belli ailelerin ellerine geçmesi ve babadan oğla el değiştirmesi sonucunu doğdu (Türklerin Kültür Kökenleri, Ergun Candan, Sınır Ötesi Yayınları, İstanbul, 2002, s. 24-30).
Hem Tevrat ve diğer Yahudi kaynaklarında, hem de Arap ve İslam kaynaklarında Türkler’in Araplarla ve Yahudilerle aynı kökten geldikleri, soylarının Hazreti İbrahim’de birleştiği, bunların akraba ve amca çocukları oldukları yolunda pek çok rivayetler vardır. Yine dini metinler üzerinden devam edildiğinde, bunların menşei, ikinci bir kere de Hazreti Nuh Peygamberde birleşmektedir. Dini kaynakların rivayetine göre, bütün dünyayı su altında bırakan Tûfan olayından sonra, insanlık yeniden Hazreti Nuh’un ve onun üç oğlunun neslinden türeyip, yeryüzüne dağılmıştır. Hazreti Nuh’un üç oğlundan Sâm’ın neslinden Arap, Fars ve Rum kavimlerinin, Hâm’ın neslinden Hint, Habeş ve Afrika halklarının, Yâfes’in neslinden de Asyalıların ve Türkler’in türediği kabul edilir. Nuh Peygamber, dünyayı oğulları arasında taksim ederken, Türklerin ceddi olarak kabul edilen oğlu Yafes’e Ceyhun (Amuderya) Nehrinin ötesini vermiş, Yafes de ‘Türk’ adındaki oğlunu, biraz daha doğudaki Isık-Göl bölgesine yerleştirmiştir. Bu görüş, başta Kaşgarlı Mahmut ve Uluğ Bey olmak üzere, hemen hemen bütün Müslüman Türk bilim adamlarınca da benimsenmiştir. Örneğin Uluğ Bey bile eserinde kendisi hakkında Türkçe ‘Yafesoğlan’ tabirini kullanmaktadır.
Mesudi de Türkleri şöyle tanıtır: ‘Türkler Yafes’in (Hazreti Nuh’un oğlu) neslinden gelirler ve birçok cinslere ayrılırlar. Bir kısmının şehirleri ve kaleleri vardır. Bir kısmı dağlarda ve bozkırlarda keçe çadırlarda oturur. En büyük hükümdarlarına Hakan denir’. (Osman Karatay, İran İle Turan, Hayali Milletler Çağında Avrasya ve Ortadoğu, Karam Yayınları, Ankara, 2003, s.34).
Türk Milletinde Hazreti İbrahim’in soyundan gelmiş ve İbrahim Milletinden olma bilinci her zaman çok yüksek olmuştur. Bu bilinç hala da devam etmektedir. Benim çocukluğumda bazı büyüklerimiz bize o zamanlar çok garibime giden ama bir yandan da doğruluğunu veya yanlışlığını sorgulayarak öğrenme merakımı kamçılayan, ilgi ve dikkat çekici klişe sözler söylerler, sorular yöneltirlerdi. Bunun çok derin bir irfanın, kültür ve bilgi birikiminin ürünleri olduğunu ben çok sonraları fark edebildim. Onlar bu ilginç sorular ve klişe cümlelerle bize bu derin ve yüksek irfanı ve kültürü aktarmaya, aşılamaya, Hazreti Adem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim gibi din, inanç ve millet önderlerimizle aramızda derin ruhsal ve mantıksal bağlar kurabilmemizi sağlamaya çalışıyorlardı.
Örneğin büyüklerimiz bize hangi milletten olduğumuzu sorarlardı. Biz de okulda öğrendiklerimizin etkisiyle bize çok basit gelen bu soruyu hemen ‘Türk Milletindeniz!’ diye cevaplandırırdık. Fakat gelin görün ki, onlar bizim bu cevabımızı beğenmezler, pek yanlış olmasa da yetersiz olduğunu, Türklüğün ötesinde bizim çok daha geniş ve büyük bir millete de mensup olduğumuzu söylerlerdi. İlk şaşkınlığımızın hemen ardından büyük bir merakla bu sorunun daha doğru ve yeterli cevabını öğrenmeye çalışırdık. Onlar ise bizi bir hayli merakta bıraktıktan ve epeyce nazlandıktan sonra ‘Evladım, bizim asıl milletimiz Millet-i İbrahim’dir, yani biz İbrahim Milletindeniz!’ derlerdi. Sonra da ellerinden geldiğince bize bunun ne demek olduğunu anlatmaya çalışırlar, aslında Türk Milletinden olmakla İbrahim Milletinden olmanın aynı anlama geldiğini, ama Türklüğümüzün yanında bizim İbrahim Milletinden olduğumuzu da unutmamamız gerektiğini söylerlerdi. Bazı büyüklerimiz ise bize ‘Söyleyin bakalım! Biz kaç babanın evladıyız?’ diye daha fazla garibimize giden bir soru yöneltirlerdi. Bu tuzak soruya biz yine safça: ‘Kaç babanın olacak amca? Tabii ki bir babanın evladıyız!’ cevabını verir, kendi babamızın adını söylerdik. Büyükler, bu cevabımızı da beğenmezler, ‘Olmadı!’ diyerek bize burun kıvırırlardı. Yine türlü nazlanmaların ve meraklandırmaların ardından: ‘Oğlum, o senin kendi baban! Ama biz Türkler üç babanın bir oğluyuz!’ diyerek kendi açıklamalarına başlarlardı. Bu üç babadan birincisinin, bütün insanlığın ortak babası olan Hazreti Âdem Alehyisselam, ikincisinin Büyük Tufan’dan sonra insanlığın kendi zürriyetinden çoğaldığı Hazreti Nuh Aleyhisselam, üçüncüsünün de millet babamız olan Hazreti İbrahim Aleyhisselam olduğunu belirtirlerdi. Çocuk muhakememiz ve muhayyilemizle anlamakta ve idrak etmekte zorlandığımız Müslüman Türk halk kültürünün ve anlayışının bu yansımalarını bizde büyüdükçe daha iyi anlayabiliyorduk.
Türkler, eskiden beri babaerkil bir aile yapısına sahiptir. Türk ailesi baba, ana ve çocuklardan oluşurdu. Her şeyin temeli bu aileydi. Boşanma söz konusu değildi. Zina cezası en ağır suçlardandı. Baba ölürse oğullar, kardeş ölürse diğer kardeşler ölenin çocuklarını sahiplenmek, onları, bakıp, büyütüp, yetiştirmek ve eğitmek zorundaydı. Türk devletlerinin çekirdek ve mayası bu birleşen ve büyüyen tecrübeli Türk ailelerine dayanıyordu. Kınık, Kayı, Bayındır, Selçuklu, Osmanlı gibi boylar, devletler ve imparatorluklar da aileler etrafında şekillenmiş ve büyümüş oluşumlardı. Devletler, insanların inançlarına ve ailedeki töreye göre şekilleniyordu. Ailelerin bağlı kaldıkları bir töre olduğu gibi, devletin de bir töresi vardı. Türk hakanları devleti bu töre üzerine idare ederlerdi. Zaten sağlam aile geleneklerine sahip olmayan kavimlerin ne tarih yapma, ne de uzun yaşama hakları ve kabiliyetleri olamaz.
Türklerde, çocukların iyi, sağlam, temiz bir soya, sopa, asalete sahip olması kadar, hatta ondan da daha önemlisi, üstün nitelikli, hünerli, erdemli, hayırlı, devletli, dürüst, düzgün nesiller olarak yetiştirilmeleriydi. Çocukların yol oğlu olması, yani istikamet sahibi ecdadının yolundan giden bir oğul olması, bel oğlu olmasından, yani sadece onların soyundan gelmesinden çok da önemliydi. Eski Türk destanlarında, hikâyelerinde, atasözlerinde, deyişlerinde en çok kullanılan kelimelerden biri olan oğul kelimesinin çok zengin ve değişik bir kullanım alanı vardır. Değişik vesilelerle, farklı bağlamlarda er oğlu, bel oğlu, yol oğlu, eloğlu vb gibi ilginç terkiplere ve deyişlere rastlanır. Özellikle Müslüman olduktan sonra Türklerin kendi neslinden, kanından, canından bile gelse, Allah’ın yolunda olmayan, peygamberin izinden gitmeyen evladı, kendinden saymayan bir anlayışı benimsedikleri görülür. Babaların iyi, erdemli, hünerli, üstün nitelikli evlatlar yetiştirmeleri, oğulların da sadece ecdadının başarılarıyla övünen bel oğlu olmaması, ecdadının dosdoğru yolunda giden, onlardan aldığı iyi mirası daha da ilerilere götürebilen, erdemli, hünerli er oğlu er olmaları, ecdadının iyi adını kötüye çıkarmamaları, iyi adına leke sürmemeleri, aksine daha da iyi anlamlar katmaları, ecdadına ve milletine yatlaşıp yabancılaşmamaları, eloğlu olmamaları gereği üzerinde önemle durulur. Bu yolda yapılması gerekenler vurgulanır. Bu anlayışı en güzel şekilde anlatanlardan biri de Dede Korkut’tur. Dede Korkut, iyi, nesiller yetiştirmenin önemini şöyle anlatır:
İnsana, atalarının şanını şöhretini yücelten, soyuna iyi örnek olan evlattan daha büyük bir armağan olamaz.
Atasının adına leke düşüren hoyrat, hayırsız evlat; baba belinden inince… İnmese daha iyi!
Öyle hayırsız evlat, ana rahmine düşünce… Doğmasa daha iyi!
Oğul ile kız insanın iki çiçeği, gözünün akı ile karasıdır.
Oğul babanın yerine yetişenidir, iki gözünün biridir.
Devletli oğul olursa ocağının korudur.
Oğul da neylesin babadan bir şey kalmazsa!
Baba malından ne fayda, başta devlet olmazsa!
Devletsiz şerrinden Allah saklasın canlar sizi!
Kız anadan görmedikçe, öğüt almaz.
Oğul babadan görmedikçe, sofra salmaz
Anadan örnek almamış kız, babadan talim görmemiş oğul, nasıl kötü olmaz?!
Eloğlunu beslemekle oğul olmaz!
Büyüyünce bırakır gider, gördüm demez!
İyi ad kazanandan, iyi ad kalır!
Kötülerden, sıkıntı ve dert kalır!
Allah’ın da insanlara zaman zaman atalarının dedelerinin adıyla seslenmesi, iyi bir soya sahip olmanın ve onlara layık evlatlar olmanın önemine işaret sayılmalıdır:
‘Ey Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin nesli! (Babanıza layık evlatlar olun da yalnız Allah’a güvenip dayanın ve O’na çok şükredin!) Çünkü (babanız) Nûh çok şükreden bir kuldu (İsra Suresi, Ayet:3).
Dini ve tarihi metinler incelendiğinde, Hazreti İbrahim’in soyunun üç ana koldan çoğaldığı, değişik dönem ve devirlerde üç farklı millet halinde ortaya çıktıkları ve dünya siyasetine yön verdikleri görülmektedir. Bu üç ana kol, Hazreti İshak’ın, Hazreti İsmail’in ve Hazreti İbrahim’in sonradan evlendiği Keturah veya Kantura adlı eşinin soyundan dağılmıştır. Hazreti İshak’ın soyundan İsrailoğulları veya Yahudiler, Hazreti İsmail’in soyundan Arap yarımadasındeki diğer yerli kabilelerle de karışarak Araplar ve Kantura soyundan da Türkler meydana gelmiştir. Hatta Romalıların da Hazreti İbrahim’in soyundan geldiğine dair rivayetler vardır: “Kayser, Rum (Roma) hükümdarının unvanıdır. Bunlara Rum denilmesinin sebebi, neseplerinin (Rum ibni Ays ibni İshak) aleyhisselama müntehi olmasıdır. İshak’ın otuz oğlu olmuştur. Rum da bunlardan biridir. Bunun rengi sarı idi. İşte bundan dolayı nesline (Benül’asfar) ismi verildi” (Türklük Meseleleri, İsmail Hami Danişmend, İstanbul Kitabevi, İstanbul, 1976, İkinci Baskı, sayfa: 71).
Kur’an’da Hz. İbrahim’in, Allah tarafından birçok sınamalardan, denemelerden ve sınavlardan geçirildiği, onun bu sınavlardan başarıyla çıktığı, Rabbine karşı sağlam imanı, itaati, teslimiyeti, bağlılığı, güvenci, Rabbinin emirlerini tam olarak yerine getirme gayreti, azim ve kararlılığı, Allah yolunda karşılaştığı zorluklara karşı sabır ve direnci vb gibi özellikleriyle Allah’ın hoşnutluğunu kazandığı anlatılmakta, Allah onu bütün insanlara örnek göstermekte, kendisini insanlara imam, önder ve lider seçerek onurlandırdığını haber vermektedir.
Bir zaman Rabbi, İbrahim’i bir takım kelimelerle (buyruklarla) sınamış, İbrahim de bunları tam anlamıyla yerine getirmişti. (Allah) ona: “Seni insanlara imam (önder) yapacağım!” buyurdu (Bakara Suresi, Ayet: 124).
Ayette geçen ‘imam’ kelimesi, önder, lider, öncül gibi anlamlara gelir. Buradaki önderliğin, imamlığın, imamet-i kübra, yani insanlara din ve dünya işlerinde öncülük, liderlik ve riyaset, yani en büyük önderlik, liderlik anlamı taşıdığı anlaşılmaktadır. Bunun en son ve en yüce mertebesi de peygamberliktir. Allah, kulu İbrahim’i insanlara imam yapmakla, onu din ve dünya işlerinde insanların önüne geçirmiş, kendisine uyulan önder kılmış, ona riyaset, önderlik, liderlik, öncülük, görevini tevdi etmiş, her türlü uygulamada herkesi ona tabi kılmış oluyordu. Allah’ın kendisine lutfettiği bu büyük nimetin ve ihsanın sadece kendisiyle sınırlı kalmamasını arzu eden Hazreti İbrahim, Allah’tan neslinden ve soyundan da imamlar, önderler çıkarmasını niyaz etti: “(Yâ Rabbi!) Soyumdan da (önderler çıkar!)” (Bakara Suresi, Ayet: 124).”
Allah’ın, Hazreti İbrahim’in soyundan da imamlar, önderler, rehberler, peygamberler getirmesi, bu nimetleri, ihsanları, kendisiyle sınırlı kılmayıp onlara da lutfetmesi, hem kendisi, hem zürriyeti, hem de onun yoluna uyanlar için çok büyük üstünlük, fazilet, nimet ve şerefti.
Hazreti İbrahim, ‘soyumdan da önderler çıkar!’ veya ‘soyumdan bazılarına da önderlik ver!’ ifadesiyle, bu önderliği ve liderliği soyundan gelen herkes için değil, sadece buna ehil ve uygun olanlar, imanlı, ihlâslı, ahlaklı, erdemli, ehliyetli, dirayetli ve liyakatli kimseler için istemişti. Zaten soyunun hepsi için önderlik ve liderlik istemesi, makul, mantıklı, anlamlı, doğru, yerinde ve uygun bir istek olmayacağı gibi ilâhî hikmete de uygun düşmezdi. Çünkü toplumdaki bu gibi görevler hem sayıca azdır, hem de bunlar herkese verilebilecek ve herkesin hakkıyla altından kalkabileceği işlerden değildir. İnsanların hepsi önder ve lider olabilecek kapasitede, nitelikte, yeterlikte, yetenekte yaratılmamıştır. Ayrıca toplumlarda önderlik ve liderlik gibi görevler çok az ve sınırlıdır. Dolayısıyla soyundan gelenlerin hepsinin lider olmasını istemesi, hem onların sayılarının çok az olmasını, hem de bu gibi görevlere, mevki ve makamlara ulaşmak kolay olmadığından, çoğu zaman yarışma ve savaş gerektirdiğinden aralarında çetin kavgaların, ihtilafların, çekişmelerin, fitne ve fesadın yaygınlaşması gibi bir sonuç doğacaktı. Öte yandan bir toplum için en az liderler ve önderler kadar, onları izleyenlere, onlara uyanlara, onların yapıp ettiklerini yakından takip edenlere, gözetleyip denetleyenlere, kötü ve yanlış işlere ve icraatlara engel olacak, iyi, güzel ve yararlı işlere yardımcı ve destek olacak düzgün insanlara da ihtiyaç vardır. Hiç arzu etmese de kaçınılmaz olarak herkesin soyundan gelebileceği gibi onun soyundan da iyi, düzgün, adil, dürüst insanların yanı sıra sapık, kötü ve zalim kimseler de gelecekti. Bu gerçeği en iyi bilenlerden biri olan Hazreti İbrahim, kendi soyundan gelseler bile, yolundan gitmeyenleri kendinden saymayacak, zalimlerin, kâfirlerin, nankörlerin Allah’ın rızıklarından, nimetlerinden yararlanmasına bile gönlü razı olmayacak kadar tavizsiz bir peygamberdi:
“Ey Rabbim! Kim bana uyarsa, o bendendir. Kim de bana isyan ederse (benim gittiğim yoldan gitmezse) gerçekten Sen çok bağışlayan, pek esirgeyensin! (İbrahim Suresi, Ayet:36)”
Hazreti İbrahim Kabe’yi yapıp bitirdikten sonra bu beldenin halkına Allah’tan bereketli rızıklar isterken inkârcıları duasından özellikle hariç tutuyor:
“Ey Rabbim! Burayı emin bir belde yap! Halkından Allah’a ve Ahiret Günü’ne iman edenlere bereketli rızıklar bağışla!” diye yalvarıyordu (Bakara Suresi, Ayet: 126).
Lutfu, ihsanı, keremi, rahmet ve merhameti sonsuz olan Yüce Allah ise, iyiler hatırına, belki de onlardan veya nesillerinden de iyiler çıkabileceği için, kötüleri de rızıklandırmayı üstleniyordu.
“(Allah) buyurdu ki: “Hakikati inkâr edenlerin de kısa bir süre nimet, zevk ve safa içinde yaşamalarına izin veririm, ama böylelerini sonunda ateşin azabına sürerim. Orası, ne kötü duraktır!” diye cevap verdi (Bakara Suresi, Ayet: 126).”
Dolayısıyla Hazreti İbrahim’in bu nesli için liderlik ve önderlik niyazı da yalnızca adil, ehil, liyakatli, dirayetli ve iyi kimseleri kapsıyordu. Yüce Allah da onun huyunu, karakterini, esas niyetini çok iyi biliyordu. Fakat buna rağmen yine Hazreti İbrahim’in duasını kayıtsız ve şartsız değil, kötüleri, zalimleri ve inkârcıları hariç tutarak kabul ettiğini şu şekilde yeniden açıklığa kavuşturmaktadır: “Benim bu ahdim zalimleri kapsamaz! (Ben, zalimler için liderlik, önderlik sözü vermem!)” (Bakara Suresi, Ayet: 124).
Bu ayetler, insanlara önderlik, üstünlük ve liderlik için sadece kan bağının yeterli olmadığı, zalimlerin önderliğe ve liderliğe kesinlikle layık ve ehil olmadıkları, Allah’ın bu büyük nimetten ve devletten zalimleri ebediyen mahrum bırakacağı, önderliğin, liderliğin ancak adaletli kimselerin hakkı ve layıkı olduğu, hatta başlangıçta adil olup da, sonradan zulüm, haksızlık ve kötülük yoluna sapanlardan bile bu görevlerin hemen geri alınması gerektiği vurgulanmış olmaktadır. Nitekim Müslümanlar, her vitir namazında okudukları kunut duasında Allah’a, zalimlere, günahkâr sapıklara yardımcı ve destek olmayacaklarının sözünü verirler:
“Ey Allah’ım! Biz daima Sana şükreder, Seni asla inkâr ve nankörlük etmeyiz! Sana isyan edenlerden uzak durur, onlara katılmayız. Bu gibileri terk eder, mevki ve makamlarından alaşağı ederiz!”
Allah, Hz. İbrahim’in duasını kabul etmiş, imamlığı, liderliği, hidayet önderliğini onunla bitirmemiş, soyunda da devam ettirmiştir. Hazreti İbrahim’in Allah tarafından kabul edilmiş bu duası bereketiyle, ona olan ahdinin ve vadinin bir gereği olarak Allah, asırlar boyunca onun soyundan gelen İsrailoğullarına kendi içlerinden peygamberler, liderler, önderler göndererek onları nübüvvet ve insanlara önderlik, âlemlere, başka milletlere üstünlük gibi büyük nimetlerle ve devletlerle şereflendirmiştir. Fakat İsrailoğulları daha sonra bu nimetlerin şükrünü yerine getirmedikleri gibi, onca lütuf ve ihsanlarına karşı nankörlük ederek, zulme, küfre, isyana yöneldiler. İşi bu nimetlerin gerçek sahibi ve bağışlayıcısı olan Allah’ı bırakıp, altından yapılmış bir buzağıya tapmaya kadar vardırdılar. Nihayet git gide bütün hareketlerinde, tavır ve davranışlarında zulüm onların genel karakteri haline geldi. Pek çok peygamberi öldürdükleri gibi, Hazreti İsa’yı da öldürmeye kalktılar. Zalimler ise asla imam, önder ve resul (Peygamber) olamayacaklarından, artık imamet, önderlik, üstünlük ve risalet nimeti, İsrailoğulları’nın elinden çıktı. Bu nimet ve üstünlük artık yine Hazreti İbrahim’in soyundan gelen ama Yahudiler gibi zulüm damgası yememiş diğer bir kola geçti. İsrailoğulları bu yolla da olsa ayaklarına kadar gelen imamet ve risalet şerefinden pay almaya çalışmak yerine, hak ve hakikat düşmanlıklarını, zulüm ve haksızlıklarını kat kat artırma yolunu seçtiler. Böylece bir kere daha Allah’ın lanetini ve gazabını üstlerine çekerek kendi başlarını yaktılar, kendi elleriyle ve yaptıklarıyla ebediyyen devlet ve nimet yüzü görmemeyi hak ettiler. İsrailoğulları Kur’an’daki “Siz zalimlerdensiniz!” şeklindeki pek çok ayetle açıkça azarlanmakta, ayıplanmakta, İsrailoğulları’nın tarih boyunca yaptıkları kötülükler, işledikleri suçlar, isyanlar ve günahlar örnekleriyle sayılıp dökülmekte, Allah’ın gazabına, hatta lanetine uğradıkları açıkça anlatılmakta, onların “Allah’ın seçilmiş halkı” oldukları inanç ve iddiasının hiçbir geçerliliğinin bulunmadığı açıkça ortaya konmuş olmaktadır.
İsrailoğullarının Allah’ın gazabına ve lanetine uğramaları, Arapların da bu emaneti uzun süre muhafaza edememeleri, üzerlerine düşen görev ve sorumlulukları layıkıyla yerine getirememeleri üzerine Allah bu insanlara önderlik ve liderlik görevini, nimetini onlardan çekip almış, fakat yine de Hazreti İbrahim’in soyundan da önderler, liderler çıkarması duası bereketiyle bu nimeti yine onun zürriyetinden gelen başka bir millete yani Türk milletine vermiştir. Bu açıdan bakıldığında Türk Milletinin, Hazreti İbrahim’in kabul olunmuş duası olduğunu söylemek hiç de yanlış bir tanımlama olmayacaktır. Kısacası ABD’nin kurucu babaları olduğu gibi Türk Milleti’nin de bir kurucu babası vardır ve o da Hazreti İbrahim’dir.
Aslen Ortadoğu kökenli İbrahimi bir millet olan Türk Milletinin oluşumu çok uzun bir bir süreç sonunda Ortaasya’da tamamlanmıştır. Türk Milleti, Hazreti İbrahim neslinin önderliği ve liderliği etrafında binlerce yıllık çok uzun bir süreç sonunda şekillenmiş, pek çok iniş ve çıkışlara rağmen sonuçta büyüyüp, gelişmiş, topluluk, birlik, bütünlük, kavim, budun, millet haline gelmiş, oluştukları bölgede önceleri askeri bir güç birliği olarak tanınırlarken, Göktürklerle siyasi bir birlik ve devlet oluşturmuş, İslamiyeti kabul etmekle de millet olma mücadelesi tam anlamıyla başarıya ve kemale ulaşmış, Allah’ın yeryüzündeki ordusu olma şerefine nail olmuş, mazisi, şanlarla, şereflerle, mefahirle dolu büyük, şanlı, şerefli, üstün bir millet, İbrahimi millettir. Türkler en başından beri başka milletleri, hatta bütün dünyayı kendi yönetimleri ve idari sorumlulukları altında birleştirmeyi, onları adaletle ve hakkaniyetle yönetmeyi, nizâm-ı âlemi sağlamayı, bu uğrunda hayatlarını ve her şeylerini vakfetmeyi en büyük görev, sorumluluk, varlıklarının amacı ve gayesi, en büyük şeref olarak kabul ettiler, bu görevi içtenlikle benimsemişlerdir. Bu millete mensup olmak Allah’ın her kula nasip etmediği çok büyük bir lütfudur.
Bu, Allah’ın lutfudur ki, onu dilediğine verir. Zira Allah’ın keremi geniştir ve Allah ona kimin lâyık olduğunu bilir (Maide Suresi, Ayet: 54).
Yoksa onlar, Allah’ın lutfundan verdiği şeyler için insanlara hased mi ediyorlar? Oysa Biz, İbrahim soyuna Kitab’ı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir hükümranlık bahşettik. (Nisa Suresi, Ayet: 54)
Yeni anayasa hazırlanırken de şerefin, üstünlüğün, Allah’ın bu millete sonsuz kerem ve lütuflarının kadrini kıymetini iyi idrak etmek, dünyanın en şerefli isimlerinden biri olan Türk adından başka adlar, Türk Milletinden başka millet ismiyle anılma gibi gafletlerden, ahmaklıklardan uzak durulması, milletimizin ve milliyetimizin tartışma konusu yapılmaması büyük önem arz etmektedir.
TÜRKLERDEKİ KUT ANLAYIŞI
Eski Türk devletlerinde siyasi iktidarla ‘kut’ kavramı arasında çok yakın bir ilişki vardı. Bütün eski kaynaklarda, yalnızca Tanrı’dan kut almış (hayırlı, uğurlu, mübarek, devletli) kişilerin Türk Milletine hakan ve yönetici olabilecekleri, kutsuz, hayırsız, uğursuzların, devletsizlerin böyle bir haklarının olmadığı, hakaniye ailesinin atası olan Oğuz Kağan’ın da Tanrı’dan kut alarak Hakan olduğu kayıtlıdır. Türklere göre, idare etme hakkı, yetkisi hükümdarlara Tanrı tarafından verilen bir görevdi. Hükümdarların emretme, yönetme, idare etme hakkı ve yetkisi ancak bu şekilde meşruiyet kazanabilir, halkın itaat görevi, yükümlülüğü ve zorunluluğu da bu sayede doğardı. Tanrı tarafından bir ‘kut’ la, bir ‘ülüg’ (kısmet) ile donatılmamış olanlar veya bunu daha sonra kaybettiğine inanılanlar Türk Milletinin meşru hükümdarı ve yöneticisi olamazlardı. Aksi takdirde bir meşruiyetten, meşru devlet ve yönetimden değil, bir zorbalıktan ve zorba yönetimden, eşkıya düzeninden söz edilebilirdi. Eşkıya da dünyaya hükümran olamazdı.
Türk dilinin en eski kültürel ve siyasi kavramlarından biri olan kut kavramı, ünlü siyaset kitabı Kutadgu-Bilig’de (674-676, 1430, 1933, 1934, 1960, 5469, 5947. beyitler) şöyle açıklanır: ‘Kut’un tabiatı hizmet, şiarı adalettir. Fazilet ve kısmet kut’tan doğar. Beyliğe (hükümdarlığa, yöneticiliğe) yol ondan geçer. Her şey kut’un eli altındadır. Bütün istekler onun vasıtasıyla gerçekleşir. Tanrısaldır (ilahidir). Bey! Bu makama sen kendi gücün ve isteğin ile gelmedin, onu sana Tanrı verdi. Hükümdarlar, iktidarı Tanrı’dan alırlar.’ Fakat Türklerin siyasi toplulukları ve birlikleri yine de dini bir devlet değildi. Çünkü din adamları tarafından idare edilmiyorlar, Türk hükümdarları insanüstü varlık sayılmıyorlardı. Hem kendileri, hem de halk hükümdarları normal insan olarak kabul ediyorlardı.
Türklerdeki kut telakkisi sınırsız bir hâkimiyete imkân tanımıyordu. Yönetim yetkisi bazı şartlarla sınırlandırılmıştı. Hükümdarların sadece hakları değil, görevleri de vardı. Bunların başında da Orhun Yazıtlarında belirtildiği üzere, milleti doyurmak, giydirmek, derlemek, toparlamak, eğitmek, yetiştirmek, yüceltmek, yükseltmek, zenginleştirmek, güçlü kılmak, başka halklara ve milletlere imrendirmemek, yerindirmemek, huzur, barış, güven ve istikrarı tam anlamıyla sağlamak gibi görevler geliyordu. Bu gibi görevleri layıkıyla yerine getiremeyen hükümdarın, yöneticilere halktan itaat bekleme hakkı olamazdı. Böylelerinin kut’unun Tanrı tarafından geri alındığına, yönetimlerinin meşruiyetini kaybettiğine inanılır ve iktidardan düşerlerdi.
Türkler üstün siyasi kültürleri ve birikimleri sayesinde, siyasi iktidarın kaynağını Tanrı’ya bağlayarak, yani hakanı ve devlet yöneticilerini Tanrı huzurunda sorumlu tutarak, hakanın yapmak istediği önemli işlerde milletin tasvibine başvurmasını, her yapılan işin töreye, hukuka, kanunlara uygun olmasını şart koşarak, bugün bile en önemli sorunlardan biri olan milli irade, milli egemenlik, hükümdarlar, yöneticiler üstü yüksek ve meşru otorite, meşru yönetim sorununu daha o çağlarda büyük ölçüde halletmişlerdi.
Orkun yazıtlarında Türk milletinin inanç ve idealleri net bir şekilde ortaya konur. Yerin, göğün ve ikisi arasındaki başta insanoğlu olmak üzere bütün varlıkların tek bir Yaratıcı tarafından yaratıldığı, yalnız bu Yüce Yaratıcı Tanrı’nın lutfuyla il, ülke, devlet, güç, kuvvet, kudret sahibi olunabileceği, iktidara getirenin de götürenin de, öldürenin de diriltenin de, yüceltenin de alçaltanın da Tanrı olduğu belirtilir. O Tanrı’nın özellikle Türk Milletine çok büyük iyiliklerinin, lutuflarının, keremlerinin, ihsanlarının yardım ve desteklerinin olduğu, bu Milletin bunlarla var olabildiği ve varlığını sürdürebildiği Yüce Tanrı’ya çok büyük minnet ve şükran duyguları içinde açıkça ve önemle vurgulanır. En ümitsiz durumlarda bile Yüce Tanrı’nın bu Milletin başına kendi içlerinden, Tanrı’dan kut almış, Tanrı’nın yardım ve desteğine mazhar ve layık olabilmiş, ilahi ve semavi destekli bir kahraman, bir yiğit, bir önder seçip çıkardığı, bu Milletin imdadına yetiştirdiği belirtilir. Kitabelerde, Türk Milletinin başına ancak Tanrı’yla barışık, O’nu seven ve O’nun sevdiği, hoşnut ve razı olduğu, tasvip ettiği, O’nun desteğine layık olabilecek, hak edebilecek nitelikteki, Tanrı’dan kut almış (hayırlı, uğurlu, mübarek) liderlerin ve önderlerin yönetici, baş ve hakan olabileceği, buna ters, Milletin inançlarıyla ve Tanrı’sıyla kavgalı, kutsuz, hayırsız, uğursuzların millete baş olmaya haklarının olmadığı, bu gibilerin millete felaketten başka bir şey getiremeyeceği dolaylı ama milletin karabudunu tarafından gayet kolaylıkla anlaşılabilecek bir açıklıkla dile getirilir.
TÜRK KARABUDUN
Türklüğün ve Türk milletinin oluşumunda, Türk birliğinin, bütünlüğünün sağlanmasında, gerçekleştirilmesinde, varlık ve beka mücadelesinde en büyük görevleri üstlenmiş, çok büyük roller oynamış, çok etkili olmuş, bir ortak akıl, kurucu irade, bir öz ve cevher vardır ki, buna ‘karabudun’, ‘sevad-ı azam’ (büyük bütün, büyük karaltı) denir. Karabudun, Türk tarih araştırmalarında ve tarih felsefesinde üzerinde durulması, incelemesi, araştırılması, anlaşılması, bilinmesi gereken birincil derecede önemli unsurlardan biridir. Hatta bazılarına göre, Türk tarihi gerçekte bu ‘karabudun’un tarihidir. Onlara göre, bu ‘karabudun’ bilinip, anlaşılmadan Türk tarihi de, Türk Milleti de doğru dürüst anlaşılamaz, algılanamaz, hiçbir şey yerli yerine oturtulamaz, olup bitenler doğru biçimde açıklanamaz, yorumlanamaz.
Sayıları bazen az, bazen çok da olsa Türk Milletinin özünü, çekirdeğini oluşturan ve devamlığını sağlayan önemli, değerli, esas unsur karabudun olmuştur. Türk atasözlerindeki ‘Varlık birlikle yaşar!’, ‘Düzen bozulursa yıkım yıkım üstüne gelir!’ ‘Lanet bozana, rahmet düzene!’ ‘Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için!’ ‘Sensiz bir eksiğiz, seninle tamız!’ gibi daha iri, daha diri, daha büyük ve güçlü olmanın önemini vurgulayan, doğruluğu ve gerekliliği tarihsel deneyler ve yaşanmışlıklarla test edilmiş özdeyişlerin kaynağı karabudundur.
Karabudunun aklından, fikrinden ve gönlünden hiç eksik olmayan daha büyük bir güç, daha büyük bir bütün, daha büyük bir millet ve devlet oluşturma, daha iri ve daha diri olma fikri, dünyaya daha iyi bir nizam ve düzen verme isteği ve bilinci gibi büyük iman ve idealler, bunların değerini çok büyük acılar, çileler, felaketler, yoksulluklar ve yoksunluklar yaşayarak öğrenen diğer insanları da önünde, sonunda, derinden etkilemiş, sonuçta kurucu, ortak, milli irade sahiplerinin önderliğinde herkeste aynı inançlar, fikir ve düşünceler filizlenmiş, bütün gönüller aynı sevdalarla, aynı ideallerle, aynı aşk ve şevkle alevlenmeye, yanıp tutuşmaya başlamıştır. Bu birlikte yaşama, bir ve beraber olma, aynı potada eriyerek daha büyük işler başarabilecek hale gelme arzusu, isteği, aşkı ve şevki sürekli büyüyüp güçlenerek, tek başına, daha başına buyruk, daha hür, özgür olma var olma isteğinin önüne geçebilmiştir. Türk karabudunu o olağanüstü sezgisi ve şuuruyla, hem yaşadığı dönemde, hem de gelecekte varlığını, birliğini, dirliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini ancak bu yolda birlik ve beraberlik içinde yürümekle, gerektiğinde çok büyük acıları, sıkıntıları, çileleri, çaba ve gayretleri, iş ve eylemleri de göze alarak sağlayabileceğini, güvence altına alabileceğini idrak edebilmiş, bunun gereğini de her zaman yerine getirebilmiştir.
Bu inaç ve anlayış Türklerin Müslüman olmasından sonra da hiç azalmamış, aksine hemen hemen aynı anlama gelen İslamdaki Sevad-ı A’zam (Büyük karaltı, Müslümanların büyük çoğunluğuyla bir ve beraber olmak) anlayışı ve kavramıyla birleşerek daha da güçlenmiştir. Hacı Bayram-ı Veli’nin:
Sevadı azam, sevadı azam;
Belki olubtur Arşı muazzam,
Meskeni canan, meskeni canan.
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm?
Kıtası da bu anlayışın açık bir ifadesidir.
Sevad-ı A’zam (karabudun), ifrat ve tefrit arasındaki ana gövdeyi, büyük cemaati, çoğunluğu, ümmetin çoğunluğunu ifade eder. Nitekim Peygamber Efendimiz (SAV)’in de bu nitelikli topluluğa ve onlarla bir ve beraber olunması gerektiğine dair pek çok sözleri vardır. İşte bunlardan bazıları: “Hiç şüphe yoktur ki, benim ümmetim delalette (sapıklıkta) ittifak etmez. Ümmetim arasında ihtilaf (anlaşmazlık) çıktığında siz büyük çoğunluğun (sevad-ı azam) içinde olun! Size ümmetimin çoğunluğuna uymayı tavsiye ederim! Sizler fitne zamanında ümmetin çoğunluğuna ve istikamet üzere olan Sevâd-ı Azama uyunuz! Cemaatte rahmet ve ayrılıkta azap vardır. Cemaatten bir karış da olsa ayrılan cahiliye ölümü ile ölür ve ateşe girer!” (Buhari, Fiten, 2; Tirmizi, Fiten, 7; Nesai, Tahrim, 6; İbn-Mâce, Fiten, 8; ).
Sevad-ı azam (karabudun) denen grup, milletin sayı çoğunluğunu değil, özünü, ruhunu, milli hislerini ve şuurunu temsil eder. Bunların sayıları azın azı bile olsa, Haktan yana ve doğru yol üzerinde oldukları için her zaman değerli ve önemli olanlar bunlardır. Karabudunda kelle sayısının, nüfus kalabalıklığının hiçbir anlamı ve önemi yoktur. Bu gibilerin önemini, değerini, gereğini Hazreti Mevlana şöyle anlatır: ‘Sayılara takılıp kalmamak gerekir. Çünkü sayılara takılıp kalmak kafa karışıklığına ve fitneye sebep olur. Mesela bazen buna bir, şunlara yüz, yüzbin, milyon diyorlar. Hâlbuki bu yanlıştır. Değerli ve üstün görülmesi gerekeni az, diğerlerini çok görmek, doğru görme ve düşünme yolunu kaybetmektir; büyük bir fitnedir. Bu dünyada elsiz, ayaksız, akılsız ve ruhsuz bir takım insanlar, tılsım ve cıva gibi kaynaşıp dururlar. Şimdi sen sayılarına bakıp bunlara altmış, yüz, bin, milyon, buna da bir diyorsun! Gerçekte ise durum hiç de öyle değildir. Belki o senin çok saydıkların gerçekte hiçtirler de bu bir sayılan bin, yüzbin, hatta yüz binlere bedeldir. Gün gelir, o yüzler, yüzbinler hiçbir işe yaramadan kaybolur giderler de o bir kişi yüzbinlece insanın yapamadığını yapar.’
Hazreti Mevlana’nın da işaret ettiği gibi karabudun, sayı kalabalığıyla değil, doğruluğu, istikameti, kalitesi, üstün erdemleri, hünerleri özellikleri ve nitelikleriyle önemli olan ve öne çıkan bir topluluktur. Hem kendilerinin, hem de bütün dünyanın düzeninin, nizamının, iyiliğinin, dünyada huzur, barış, adalet ve güvenliğin ancak birlik ve beraberlikle sağlanabileceğine inanan ve bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayan Türk karabudun, dünya durdukça varlığını, birliğini, dirliğini sürdürebilmek için çağdan çağa, devirden devire, dönemden döneme kendini sürekli yenileyerek, geliştirmeye çalışmıştır. Sayıları bazen çok, bazen az da olsa bu karabudun, bu sevâd-ı azam Türk Milletinin içinde hiç eksik olmamıştır. Öte yandan Türk milletinin, var oluş mücadelesinin en başından beri her türlü iç ve dış tehdit ve tehlikelere rağmen kendi kültür, soy, sop çevrelerinden bile Türklüğü kabul etmeyenler, buna ve bunu savunanlara karşı çıkanlar da hep olmuştur. Fakat Türk Milletinin özünü ve çekirdeğini oluşturan, milli iradenin, kurucu iradenin gerçek sahibi, her hal ve şart altında savunucusu ve temsilcisi olan bu grup, bu kurucu irade, sayıca az da olsa, çok da olsa hep esas unsur olarak kabul edilmiştir. Nitekim Bilge Kağan’ın da Orhun Yazıtlarının pek çok yerinde belli bir inanç, bilinç ve şuur düzeyine sahip bu karabuduna özellikle seslendiğini görüyoruz. Karabudunu önemli, değerli, gerekli, büyük, üstün, güçlü kılan özellikliğin, onların sayıca kalabalık olmalarından değil, fikir, düşünce ve ideallerinin büyüklüğünden kaynaklandığı Yazıtlardan da kolayca anlaşılmaktadır.
Orhun yazıtlarını dikkatle okuyanlar, asıl kavganın Çinlilerle Türkler arasında değil, hepsi genelde aynı dil ve kültür çevresine ait Türk toplulukları, etnik grupları arasında cereyan ettiğini göreceklerdir. Tarih boyunca ‘Varlık birlikle yaşar!’ düsturundan hareke eden, büyük bir güç birliği, ittifak ve millet oluşturup bunu ilelebet yaşatma fikrinde, azim ve kararlılığında olan ‘karabudun’la, buna karşı çıkanlar, bu birliğe katılmayanlar, katılsalar bile tekrar ayrılmak isteyenler arasında sürekli bir mücadele olmuştur. Elbette her iki tarafın da kendilerine göre gerekçeleri vardı. Bazıları böyle bir ittifakı gereksiz ve kendi çıkarlarına aykırı görüyorlar, bazıları bu birliğin dışında kalmayı, ‘Türk’ adını benimsememeyi, kendi boy, soy, kavim, kabile adıyla, sanıyla daha hür, bağımsız ve kendi başına buyruk yaşamayı tercih ediyorlardı. Bir kısmı da çok daha başka nedenlerle bu ittifaka ve güç birliğine en başından beri karşı çıkıyorlar, hatta düşmanca bir tavır içine giriyorlardı. Birliğe girdikten sonra terk edip, karşı cephede yer alanlarda oluyordu. Hatta bazen herkes tarafından Türk kökenli sayıldıkları halde, Türk Milletinin, Türk Budun’un dağılması parçalanması için mücadele eden, bu yolda bazen yabancı unsurlarla bile ittifak kurarak Türklüğe karşı mücadeleye girişen, kendi özüne ve milletine karşı savaş açan kişi ve gruplar da çıkabiliyordu. Fakat Bilge Kağan’ın da açıkça ifade ettiği gibi, bunların sonu her zaman hüsran olmuş, Türk Milletini yok etmek isteyen bütün iç ve dış düşmanlar Tanrı’nın yardımıyla hep bertaraf edilmişler, yenilmekten, adlarının, sanlarının silinmesinden kurtulamamışlardır.
Profesör Barthold bu konuda çok ilginç bir tespitte bulunarak, milli iradeyi, milli egemenliği, milletin özünü ve büyük çoğunluğunu teşkil eden bu karabudunda milli hislerin ve milli şuurun yönetici ve seçkin sınıftan çok daha yüksek olduğunu şu sözlerle dile getirir:
‘Abideler gösteriyor ki, Türk diyarında Çinliler hâkim olduğu zaman, bütün uygar ülkelerde olduğu gibi, Türk aristokrasisi, yönetici sınıf kendi imtiyazlarının muhafazası için yabancı bir milletin esaretine daha çabuk alışabilmişler, yabancılarla daha kolay ünsiyet edebilmişler, yakınlık kurabilmişler, milli adet ve töreleri, gelenek ve görenekleri bırakarak bunlara sırt çevirebilmişler, sadakatsizlik gösterebilmişler, hıyanet edebilmişlerdir. Fakat milletin halk kısmı (avam sınıfı, karabudun) yabancı esarete çabuk alışamamış, milli ananelerine sadık kalmıştır. Beylerin Çin adet ve ahlakını, gelenek ve göreneklerini kabul etmesi, halkın onlara karşı düşmanlığını artırmıştır. Han sülalesinden gelen İlteriş Kağan ve arkadaşları da bu durumdan yararlanarak halkı Çin hâkimiyetine karşı ayaklandırmayı ve Türk devletinin bağımsızlığını yeniden ihya edebilmişlerdir (Barthold, V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927, s. 7).
Devletler, sistemler, nizamlar, devirler, dönemler değişse de Türk Milletinin varlığının devamı bu karabudun sayesinde gerçekleşmiş, başta töreler, kanunlar, nizamlar olmak üzere her şeyde bu karabudunun onayı aranmıştır. Türk Milletinin millet olması da, Müslüman olması da başlarındaki yöneticilerin veya dış baskıların sonucu olarak değil, bu karabudunun, sevadı azamın, milli ve kurucu iradenin tercihiyle, çaba ve gayretleriyle gerçekleşmiştir. Yeni anayasanın hazırlanması sırasında da bu karabudunun aranıp bulunması, onların birleştirici, bütünleştirici, fikir ve düşüncelerinden, özlemlerinden, ideallerinden yararlanılması yerinde olacaktır.
TÜRK MİLLETİNİN OLUŞUMUNDA DİN FAKTÖRÜ
Dinlerin hatta mezheplerin bile milletlerin oluşumunda az veya çok bir rolünün olduğu söylenebilir ve hangi milletlerin oluşumunda ne kadar rolü olduğu pek çok somut örnekle örneklendirilebilir. Fakat millet oluşturmakta, ümmet oluşturmakta, farklı etnik kimlikleri ve milliyetleri eritmeden, yok etmeden bunlardan çok güçlü milletler ve ümmetler meydana getirme yeteneği konusunda hiçbir din İslamiyetle yarışamaz. İslamın bu birleştirici, bütünleştirici gücü ve özelliği Kur’an’da da açıkça vurgulanmakta, bütün inananların tek bir millet olduğu (İbrahim Milleti) hatırlatılarak, bu birlik ve beraberlik, tek millet ve tek ümmet şuurundan asla ayrılmamaları, bu konuda hiç gevşeklik göstermemeleri, hep birden, toptan ve sımsıkı Allah’ın ipine, dinine, milletine sarılmaları, asla ayrılıp parçalanmamaları, bölünmemeleri, niza, çekişme, tartışma ve çatışma içine girmemeleri önemle ve ısrarla öğütlenmektedir.
Şüphe yok ki bu sizin ümmetiniz tek bir ümmettir (Aynı fikirler, inançlar değerler etrafında birleşmiş, artık arada hiç bir ayrılık, gayrılık, farklılık kalmamış tek bir millettir, topluluktur). Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnızca Bana kulluk edin! (Enbiya Suresi, Ayet: 92).
Hepiniz toptan sımsıkı Allah’ın ipine sarılın! Parçalanıp, ayrılmayın! Allah’ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz (birbirinizin) düşmanlar(ı) idiniz de O, kalplerinizi (İslam’a ısındırıp) birleştirmişti. İşte Onun (bu) nimeti sayesinde (din) kardeşleri olmuştunuz ve yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken, oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böylece apaçık bildiriyor. Tâ ki doğru yola eresiniz (Âl-i İmran Suresi, Ayet: 103).
Ey imân edenler! Hep birden (Allah’a itaat ve O’na kul olmanın derin anlam ve hikmetini anlayarak, birbirinizle çekişmeyi, çatışmayı bırakıp) sulh ve selâmete (barışa, güvenliğe, İslam’a) girin! Şeytanın (ve benzerlerinin) izinden gitmeyin! Çünkü o, size apaçık bir düşmandır (Bakara Suresi, Ayet: 208).
Allah, Müslümanları her türlü, yıkıcı, bölücü, parçalayıcı yönelimlerden, ayrılıklardan gayrılıklardan şiddetle sakındırmakta, gereksiz çekişme ve çatışmaların sonunun nereye varacağı konusunda da açıkça uyarmaktadır:
‘Allah’a ve Rasulüne itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider! Bir de sabredin! Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir (Enfal Suresi, Ayet: 46). İlginçtir ki bu ayette geçen “rîh” (rüzgar) kelimesi, mecazen güç, kuvvet, yardım ve devlet gibi anlamlara gelmektedir. Türk kelimesinin de aynı anlamlara gelmesi çok ilginç ve dikkat çekici bir durumdur
İslamiyet, Müslümanlardan tek bir millet ve tek bir ümmet olmalarını isterken, onların başka aidiyetlerini yok saymaz. Aksine onları da kabul eder, tanır, korur ama bunların asla gurur, kibir, başkalarına üstünlük taslama ve sağlama aracı olamayacağını da temel bir kaide olarak ortaya koyar:
Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışıp kaynaşasınız diye sizi kavim ve kabilelere (milletlere ve boylara) ayırdık. Hiç kuşkusuz, Allah katında en değerli olanınızı (en seçkininiz), sakınılması gereken şeylerden en çok sakınanınız, (görev ve sorumluluklarının en çok bilincinde olanınız)dır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır (Hucurat Suresi, Ayet:13).
Eğer bugün yeryüzünde bir Arap Milletinden, bir Türk Milletinden veya İslam toplumunu oluşturan diğer uluslardan, etnik gruplardan bahsedebiliyorsak, bunların var olmalarında ve varlıklarını sürdürmelerinde İslamın çok önemli rolü vardır. Fakat İslam’la özdeş hale gelmiş, aynı anlamları kazanmış Türklüğün ve Türk Milletinin oluşumundaki, gelişip güçlenmesindeki İslam faktörü başka hiçbir din ve millet için bu kadar önemli ve belirleyici olmamıştır.
İnsanlık tarihinin gelişme yolundaki en büyük ve en önemli hamlelerinden biri olan İslam Medeniyeti, Araplar, İranlılar ve Türklerin ortak eseri kabul edilir. Fakat Türklük ile Müslümanlık, Türk adı ile İslam adı arasında, inceleyenleri hayretlere düşürecek çok ilginç, çok yakın ilişkiler ve bağlantılar vardır. Öyle ki birbiriyle bu kadar ilintili ve bağlantılı başka iki isim veya kavram gösterebilmek imkânsız sayılabilecek kadar zordur.
Bu ilişkilerin en dikkat çekici olanlarının başında İslam ve Türk adlarınının tarihte ilk defa neredeyse aynı dönemde denebilecek kadar birbirlerine çok yakın bir dönemde duyulmaya ve etkili olmaya başlamasıdır. İslam inancına göre bütün peygamberler insanlara aynı dini tebliğ etmişler, hepsi insanları aynı inaç esaslarına inanmaya ve aynı Allah’a kulluk etmeye çağırmışlardır ama İslam adının bütün dünyada Hazreti Peygamberin 610 yılında peygamberlik göreviyle görevlendirilmesinden sonra yaygınlık kazandığı da bir gerçektir. Öte yandan Türklerin de dünyanın en eski milletlerinden biri olmasına rağmen Türk adı da tarihte ilk defa altıncı yüzyılın ikinci yarısından sonra Göktürklerle beraber önce siyasi bir terim olarak bu devleti, onu kuran ve bu devlete bağlı milleti ifade etmek için kullanılmış, sonradan da bütün Türk milletinin adı olmuştur. Dolayısıyla Türlüğün de Müslümanlığın da kendi adlarıyla sanlarıyla dünya sahnesine çıkmaları, bu isimleri almaları tarihin hemen hemen aynı dönemlerine rastlar. İlk önce farklı coğrafyalarda varlıklarını hissettiren bu iki güç, kendi adlarıyla ortaya çıkışlarının üzerinden 3-4 asır geçtikten sonra, üstelik her ikisinde de önemli zaaf belirtileri görülmeye başlandığı bir dönemde tam anlamıyla bir araya gelebilmişler, birleşebilmişler ve kaynaşabilmişlerdir.
Türk Milletinin Müslüman olması, bir milletin din değiştirmesi, bir dini bırakıp başka bir dine girmesi gibi basit bir olay değildir. O kadar ki bazıları, Türk Milletinin oluşum sürecindeki en önemli olayın Türklerin Müslüman olması olduğu görüşündedirler. Gerçekten de, o zamana kadar girmiş oldukları başka dinlerden yüz çevirerek, neredeyse bütün bir millet halinde Türklerin gönüllerinin İslama açılması, topluca Müslüman olmaları, hem gerçekleşmesi, hem de doğurduğu sonuçlar bakımından olağanüstü nitelikler taşıyan, Türk, İslam ve dünya tarihinin en önemli ve üzerinde en çok durulması gereken olaylarından biridir.
İslamiyet Türkleri birleştirip, kaynaştıran, tek bir millet haline getiren, Türk Milletini oluşturan, Türk varlığını ve birliğini sağlayan ve garanti altına alan en önemli unsur olmuştur.
Olağanüstü nitelikte çok büyük olayların ardından gerçekleşen, pek çok tarihi olayın başlangıcı ve başlatıcısı olan bu büyük olayı, bazı bilim adamları Türk ve dünya tarihinin en büyük ve en önemli olaylarından biri sayarlar. Nitekim Avusturya’lı bilim adamı von Karabacek de, dünya tarihinde dışarıdan bakıldığında bu kadar basit ve normal bir olay gibi görünüp de, bu kadar büyük ve önemli sonuçlar doğuran, bu kadar büyük tesirler icra eden başka bir olay ve tezahürün yok denecek kadar az olduğu değerlendirmesinde bulunur.
İslam dini ile Türklerin birbirlerine karşı faydaları karşılıklı olmuştur. Müslümanlık Türklere manevi birlik, beraberlik bahşettiği gibi, Türkler de bin yıldan beri Sünni Müslümanlığın usanmak bilmez savunucusu olmuşlardır. Türklerin Müslüman olduğu an, İslam dini, dünyası, hele Sünnilik için çok kritik bir andı. İslam dünyası bitmek tükenmek bilmeyen iç karışıklıklardan, kargaşalardan, en büyük otorite kabul edilen Hilafetin zaafından bıkıp usanmıştı. Türklerin getireceği asayiş, nizam, sistem ve müsamahaya herkesin can atacağı son derece belliydi. Bu eğilimin çoğunluğu büyük teşkilatçı ve derin siyasi görüş sahibi olan Türk hükümdarlarınca görülmemesi ve sezilmemesi mümkün değildi. Bu sıralarda Şiiler, İslam dünyasında, Irak’ta, Horasan’da her yerde Sünni Müslümanlığın ve Halife’nin otoritesini geniş ölçüde yıpratmışlardı. Şii mezheplerin bugünkü dar sınırlarına itilmesi, Sünni mezheplerin, özellikle Hanefi mezhebinin kesin zaferi, Türklerin sayesinde olmuştur (Öztuna, Yılmaz, Büyük Türkiye Tarihi, s. 138-141).
Türklerin İslamiyete çok büyük hizmetlerinin olduğu bir gerçektir. Öte yandan Türk Milletinin, Türklüğün ve Türk insan tipinin oluşumunda, kıvamını bulmasında, olgunlaşmasında da İslamın çok büyük payı ve önemi vardır. Türklük İslam mayasıyla mayalandıktan sonra ancak gerçek hüviyetini, kimliğini, kişiliğini, şahsiyetini, kemalini bulabilmiş, olgunlaşmış ve kıvamına ermiştir. Türkler Müslüman olmak suretiyle Türklüklerini de kemale erdirmişler, adeta tamamlamışlardır (Türk Tarihinden Yapraklar, Yılmaz Öztuna, MEB, Milli Klasikler, İstanbul 1999, sayfa 48).
Rus tarihçisi Barthold da Türklerdeki fetih ve cihangirlik fikrinin İslam tarafından da desteklenmesiyle, onlar için tarih boyunca ve özellikle de güçsüz duruma düştükleri zamanlarda çok büyük bir manevi destek olduğunu şu sözlerle ifade eder: ‘Türk kavimlerinin özellikle X. asırda başlayan fetihleri, onlarda milli bir gurur uyandırdı. Bu gurur, XX. Asırda bile Türklerin işine yaramıştır (Barthold, V., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler, İstanbul, 1927, s. 7).
Türkler İslamiyetle beraber yeni, gerçek ve güçlü bir kimlik ve kişilik kazanmışlardır. Türk milleti, gerçek anlamda oluşumunu Müslüman olmakla tamamlamış, İslamiyeti kabul etmek, Türk milletine eşsiz bir dinamizm kazandırdığı gibi, başka milletleri ve toplumları da onlara yönelterek birbirleri içinde eriyip yok olmadan bir ve beraber olmalarını, karışıp kaynaşmalarını sağlamış, onlara ve onlarla beraber olanlara cihan hâkimiyetinin yollarını açmıştır. Türk Milleti gerçek anlamda İslamla var olmuş, Türklük ve Müslümanlık etle tırnaktan da öte, bedenle ruh gibi birbirinin vazgeçilmezi haline gelmişlerdir. Türkler Müslüman olduktan sonra, Türklükle Müslümanlık birbirinin eş anlamlısı, ayrılmaz parçası, olmazsa olmazı oldular. Birbirleriyle kan ve can, beden ve ruh gibi uzlaşıp, kaynaşan Türklük ve Müslümanlık, her ikisi de aynı anlamı ifade eden, birbirinin eş anlamlısı iki kavram haline geldiler. İslamla özdeşleştikten sonra Türklüğün kan bağıyla, soy, sop, akrabalık, kabile ilişkisiyle fazla bir ilişkisi kalmamıştı. Tarih boyunca nice anası babası Türk olanların Türklükle alakası kalmayabildiği gibi, Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabilmişlerdir. Başka hiçbir din ile millet arasında böyle bir ilişki olmamıştır. Öyle ki artık rahatlıkla birbirinin yerine kullanılabiliyorlardı. Örneğin, Avrupalıların gözünde Türk ve Müslüman olmak aynı şeydi. Balkanlarda bir gayrimüslim, İslam dinine girince, kökeni Arnavut, Sırp, Hırvat, Rum, Makedon ne olursa olsun ona artık: ‘Türk oldu!’ denirdi. Müslüman olan kişinin artık bir daha eski etnik kökenine bakılmaz, kazanılan yeni kimlik ve hidayet nimeti: “Elhamdülillah Türküz, Allah bizi Türk yarattı, bize Türklüğü nasip etti, Bizi Türklükten ayırmasın!” diye şükürle ifade edilirdi. Sıbyan mekteplerinde, İslamın şartları, “Türklüğün şartı beş!” diye öğretilirdi. Kısacası Türklük ile Müslümanlık aynı şey görülür, aynı şey kabul edilirdi. İslamla şereflendikten sonra Türklük, bir etnik kimlik, bir kavim, kabile, ulus adı olmaktan öte, Müslümanların siyasi, sosyal, iktisadi, hukuki velhasıl her bakımdan birlik ve beraberliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini temsil ve ifade eden bir kavram haline gelmiştir.
Türkler asırlar boyuna islamın bayraktarlığını ve korumalığını yaptıkları gibi İslamiyet de Türklüğü koruyan, muhafaza eden bir zırh haline gelmiştir. Türklerin bu dine yaptıkları büyük hizmetlere mukabil, bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri içine alacak gücü, kuvveti, kudreti göstermiş ve Türkler içine düştükleri ayrılık gayrılıklardan ve dağınıklıklardan ancak Müslüman olduktan sonra ve İslam sayesinde kuvvetli birlikler teşkil ederek çıkabilmişlerdir.
Türklerin Müslüman oldukları dönemde İslam dünyası da Türk dünyası da çok çeşitli ayrılıkların, farklılıkların, bölünmelerin, iç çekişmelerin, kin ve düşmanlıkların girdabına sürüklenmişti. Her ikisi de dağılma ve yok olma tehlikesi altındaydılar. Eğer bir araya gelmemiş olsalardı, belki her ikisi de yeryüzünden silinmiş olacaktı.
İslamiyet Türkleri hem motive edip harekete geçiren büyük bir güç, ideal ve gaye olmuş, hem de onların manevi dünyalarının zenginleşmesinde, estetik duygularının, bedii zevklerinin, güzel sanatlar, edebiyat, bilim, kültür ve sanat alanlarındaki kabiliyetlerinin gelişmesinde çok önemli roller oynamış, böylece medeniyet yolunda geçmiş tarihleriyle kıyaslanamayacak büyük bir sıçrama yapabilmelerine imkan, zemin ve ortam hazırlamıştır. Türkler, bütün dünyayı hayran bırakan büyük eserler vücuda getirebilme, büyük bir medeniyet kurabilme ve bugün yaşayabildikleri yerleri kendi vatanları haline getirebilme gücünü ve bunun için muhtaç oldukları her şeyi ancak İslam’la bulabilmişlerdir.
Türklerin İslamla ve İslam sayesinde düşten de güzel ve üstün bir geçmişleri olmuştur. Kendisini var eden büyük iman ve idealle varlığını kıyamete kadar sürdürebilme azim ve kararlılığında olan bu millet, geçmişinden aldığı güç ve destek, başarılarından ve başarısızlıklarında çıkarabileceği derslerle gelecekte de çok daha büyük işler yapabilecek, hayaller üstü başarılar kazanabilecek bir millet olduğunu dosta ve düşmana ispatlayabilecek millettir. Bu ümit ve temenni de bu imandan, bu inançtan, yani İslam’dan kaynaklanmaktadır. Bunlar bazılarına hayali, rast gele söylenmiş, boş sözler gibi gelebilir. Fakat gerçek hiç de öyle değildir. Bunu daha iyi anlayabilmek için de konuya tarihin ve olayların ışığında bakmak, Türklük ve Müslümanlık ilişkilerini ileri bir tarih şuuru ışığında değerlendirmek gerekir.
Son derece büyük bir dinamizm ve canlılıkla tarih sahnesine çıkan İslam Medeniyeti, inanılmaz bir hızla eski dünyanın en önemli topraklarını ve medeniyet merkezlerini hâkimiyeti altına almıştı. Hazreti Muhammed’in vefatının (632) üzerinden daha yarım asır geçmeden Müslümanlar, Sasani İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden silmişler, Bizans İmparatorluğu’nun topraklarının büyük bölümünü ele geçirerek Kafkasya’nın ötesine ve İstanbul kapılarına dayanmışlardı. Bütün Kuzey Afrika’yı fethedip 711 yılında İspanya’ya geçen Müslümanlar, Pirene Dağlarını da aşarak Fransa içlerine kadar ilerlemişler, bu ilerleyiş ancak 732 yılındaki Puvatya Savaşıyla durdurulabilmişti.
Müslümanların en önemli gayelerinden biri İstanbul’u da alıp bir cihan hâkimiyeti kurmaktı. Bunun için büyük bir donanma kurdular. Kıbrıs fethedildi. Bizans donanması 655’te Doğu Akdeniz kıyılarında yok edilerek İslam ordusu 668 yılında, yani Hazreti Peygamberin ölümünden sadece 36 yıl sonra, ilk defa olarak İstanbul’u kuşattı. 669 yılı baharına kadar süren bu ilk kuşatmaya, Hz. Peygamberin Medine’ye hicretinde evinde misafir kaldığı ve sancaktarlığını da yapan Halid ibni Zeyd (Ebu Eyyub el-Ensari) de katılmış, bazı sahabelerle beraber İstanbul önlerinde şehit düşmüştü. İstanbul, 781 yılına kadar Müslümanlarca dört defa muhasara edildi. Fakat bir türlü alınamadı. İstanbul’un fethi, ancak Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet tarafından 1453 yılında gerçekleştirilebildi.
VII. yüzyıldan itibaren İslam Medeniyeti tartışmasız olarak dünyanın en ileri medeniyeti durumuna geldi. O zamanlar Bizans’la temsil edilen Hıristiyan Medeniyeti ile Çin ve Hint medeniyetleri İslam Medeniyeti ile mukayese edilebilecek durumda değillerdi. Roma Medeniyetinin adı bile unutulmuştu. Orta ve Batı Avrupa fakirlik, yoksulluk ve iptidai bir gerilik içindeydi. Fakat İslam’ın, Müslüman Arapların önderliğindeki parlak dönemleri de fazla uzun sürmedi. Her kemalin bir zevali olduğu gibi, Türklerin toptan Müslüman oldukları X. yüzyılın başlarında da İslâm dünyası çok büyük siyasi ve fikri karışıklıklar, istikrarsızlıklar içerisinde kıvranıyor, büyük sorunlar, sıkıntılar, felaketler içinde kâbus dolu günler, geceler yaşıyordu. Müslümanlar sayısız parçalara bölünmüş, herkes kendi başı derdine düşmüş, geleceğe ümitle bakabilme imkânı kalmamıştı. İlk Müslümanlardaki halis ve gerçek iman, idealizm, aşk, şevk ve vecd çoktan kaybolmuş, bunların yerini aşırı zenginliğin yol açtığı şımarıklık, lüks ve israf düşkünlüğü almıştı. İslamın ruhunu ve dinamizmini çoktan kaybetmiş Müslümanlarında, bu kaos ortamından çıkabilme, en azından olumlu bir rol oynayabilme yeteneği ve niyeti bile görünmüyordu. Kur’an’ın ilk muhatabı olan Araplar, peygamber terbiyesinden geçmiş sahabe neslinin ardından, İslam toplumunda yavaş yavaş İslamın reddettiği, üstü küllenmiş eski cahiliye dönemlerinin kabilecilik, ırkçılık, etnik milleyetçilik anlayışları yeniden hortlamaya, fert, toplum, devlet ve millet hayatında İslami değerler yerine kabile, aşiret, aile temeline dayalı anlayışlar ve örgütlenmeler revaç bulmaya başladı. Bunun sonucunda da çok geçmeden İslam ümmeti ve toplumu bir daha toparlanamayacak şekilde ayrışmaya, dağılmaya, bölünmeye, iç çekişmelerin ve çatışmalarin çatışmların içine yuvarlanmaya, türlü felaketlere, yıkımlara uğramaya başladı.
Hazreti Peygamber’in (SAV) vefatının üzerinden daha yarım asır bile geçmeden, Araplar Allah yolunda cihadı ikinci plana atmışlar, dünya hırsına, mal, mülk, mevki, makam, saltanat sevdasına ve tamahına kapılmışlar, geçici zevkler ve hevesler uğruna birbirlerine düşmüşler, İslama ve İslamın değerlerine gerektiği gibi sahip çıkmaz olmuşlar, çok basit sebepler yüzünden hiç tereddüt edilmeden sayısız Müslümanın kanı sular seller gibi akıtılmaya, nice canlar boş yere heder edilmeye başlanmıştı. Hazreti Peygamber ve onun Raşit halifeleri, seçkin sahabeleri döneminin en en bariz vasfı, fert ve toplum hayatında İslamın özüne, ruhuna, emir ve yasaklarına son derece uygun davranılması iken, bu Asrı Saadetten uzaklaştıkça, özellikle de Müslümanların idaresini zorla eline geçirip Hilafeti saltanata dönüştüren Emevi Hanedanlığı döneminde, artık İslam ve İslamın esasları, emir ve yasakları hiç umursanmamaya başlamış, İslama tamamen zıt ve ters uygulamalar, İslam öncesi ırkçı, kabileci şuubiyye politikaları almış yürümüştü.
Kur’an-ı Kerim’i yakından incelediğimizde Allah’ın dünyayı da insanları da boş yere yaratmadığını, başıboş bırakmadığını, insanlar için bir din, bir yol belirlediğini, bu dini ve bu dini benimseyenleri başka dinler, yollar, fikirler, sistemler, inançlar ve onların savunucularına karşı destekleyip üstün kılacağını, bu dine mensubiyet iddia edenlerin buna layık olmaları gerektiğini öğreniyoruz:
Peygamberini hidayet ve hak din üzere gönderen O’dur. Müşrikler istemeseler de onu (hak din olan İslam’ı) bütün dinlere üstün kılacaktır (Saff Suresi, Ayet: 9).
Andolsun ki, peygamber kullarıma söz vermişizdir; onlar mutlaka zafere ulaşacaklardır. Bizim ordumuz şüphesiz üstün gelecektir (Saffat Suresi, Ayet: 171-173).
Allah mü’minleri, (şu) üzerinde bulunduğunuz halde bırakacak değildir, temizi pisten ayıracaktır. Ve Allah sizi gaybe vakıf kılacak değildir. Fakat Allah, elçilerinden dilediğini seçer (onu gaybe vakıf kılar). O halde Allah’a ve elçilerine inanın; eğer inanır ve (günahlardan) korunursanız sizin için büyük mükafat vardır (Âl-i İmran Suresi, Ayet:179).
Allah, sizlerden iman edip, iyi davranışlarda bulunanlara, kendilerinden öncekileri nasıl sahip ve hâkim kıldıysa, onları da yeryüzüne sahip ve hâkim kılacağını (onları güç ve iktidar sahibi yapacağını), onlar için beğenip seçtiği dini (İslamı), onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (geçirdikleri) bu korku döneminden sonra, onları güvenliğe çıkaracağını vaat etmiştir. Çünkü onlar bana kulluk ederler, hiçbir şeyi bana ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkarlardır (Nur Suresi, Ayet: 55).
Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a (Allah’ın dinine) yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz (Muhammed Suresi, Ayet: 7).’
Allah size yardım ederse, hiç kimse sizinle baş edemez; ama ya O sizi terk ederse, kim size yardım edebilir? O halde müminler Allah’a güvensinler! (Ali İmran Suresi, Ayet: 160).
Allah, onların gönüllerine sevgi verip birleştirendir. Sen, yer yüzünde olan (her) şeyi toptan harcamış olsaydın bile yine de onların gönüllerini (böyle) birleştiremezdin. Fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galibdir, tam hüküm ve hikmet sahibidir (Enfal Suresi, Ayet: 63).
Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye de kapılmayın! Eğer (gerçekten) inanmışsanız, üstün gelecek olan sizlersiniz (Al-i İmran Suresi, Ayet: 139).
Allah zaman içinde bazı insanları ve toplumları seçip onların gönüllerini kendi dinine ve yoluna açarak hem dinini yenileyip güçlendirmiş, hem o bu görevi layıkıyla yerine getirenlere büyük nimetler ve üstünlükler vermiştir. Allah’ın en seçkin din önderlerinin başında, herkese onun milletinden olmayı öğütlediği, kendisine neslinden de insanlara önderler ve liderler getirmeyi vaad ettiği Hazreti İbrahim gelir. Allah Hazreti İbrahim’in duası bereketiyle neslinden gelen İsrailoğullarına bir zamanlar çok büyük nimetler, imkanlar, hükümranlıklar vermiş, onları bütün alemlere üstün kılmış, fakat nankörlükleri ve kendilerine işledikleri kötü ve çirkin işler yüzünden onları hem nimetlerinden mahrum etmiş, hem de lanetine ve gazabına uğratmıştır. İsrailoğullarından sonra Hazreti İbrahim’in soyundan gelen diğer bir kol olan Araplara Allah, ne kendilerinin, ne de yeryüzünde hiçbir Allah kulunun inanamayacağı büyük nimetler ve üstünler vermiştir. Böylece Allah onlara vaadini gerçekleştirmiş, dinini, o dinin önderi Hazreti Peygamberi, onun seçkin ashabını ve onların yolunda gidenleri her türlü imkânsızlıklara rağmen çok kısa sürede inanılmaz başarılara ulaştırmış, yeryüzüne hâkim kılmıştı. Fakat Hazreti Peygamberin vefatından sonra ve onun saadet devrinden uzaklaştıkça Araplar da İslam’a ve Allah’ın rızasına ters uygulamalarıyla bu büyük emanete liyakatlerini, güzel ve yararlı özelliklerini niteliklerini kaybetmişler, bunun üzerine Allah onlardan da insanlara önderlik ve liderlik nimetini çekip almıştır. Halbuki Allah Arapça olarak yani kendi dillerinde indirdiği Kur’an’da onlardan bu nimetlerin kadrini kıymetini çok iyi bilmeleri istiyor, onları yeniden eski azgınlıklarına ve sapıklıklarına dönmemeleri, aksi takdirde başlarına çok büyük felaketler geleceği, bu nimetlerin İsrailoğullarından alındığı gibi kendilerinden çekilip alınacağı konusunda açık ve kesin bir şekilde uyarıyordu:
Ey insanlar! Eğer O dilerse, sizi giderir yok eder de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna da kadirdir. Kim dünya mükafatını isterse (bilsin ki) dünyanın da ahiretin de bütün mükafatı Allah’ın katındadır. Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hakim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun. (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin, veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 133–136).
Bundan (bu nimetimden) sonra her kim nankörlük edip kâfir olursa, onu bir benzerine dünyalarda (daha) hiç kimseyi çarptırmadığım bir azaba çarptırırım! (Maide Suresi, Ayet:115).
Allah’ın gökleri ve yeri hak ile yarattığını görmedin mi? O dilerse sizi ortadan kaldırıp yepyeni bir halk getirir (İbrahim Suresi, Ayet: 19).
Şimdi şu insanlar da bütün bunları tanımayıp inkâr ederlerse biz, onların yerine bunları inkâr etmeyecek bir milleti getiriveririz! (En’âm Suresi, Ayet:87-89).
Allah, kimi hor ve hakir kılarsa, artık onu değerli kılacak bir kimse yoktur. Şüphesiz ki Allah dilediğini yapar (Hac Suresi, Ayet: 18).
Sonra arkalarından öyle kötü bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar, şehvetlerine (nefislerinin arzularına) uydular. İşte bunlar da ileride sapıklıklarının cezasını çekeceklerdir (Meryem Suresi, Ayet: 59).
Gök ve yer onların ardından ağlamadı; onlara mühlet de verilmedi (Duhan Suresi, Ayet: 29).
Ayetlerden de açıkça anlaşılabileceği gibi, hiç kimsenin kendisini Allah için, Allah’ın dini ve davası için vazgeçilmez görmemeye hakkı ve yetkisi yoktu. Böyle bir tutum ve davranış içine girmek eskiden beri işlenen en büyük hatalardandı. Ama aynı hataları şimdi Araplar da işliyorlar, doğal olarak Allah’ın herkes için geçerli olan kanun ve kuralları onlar için de işlemeye başlıyordu.
Hazreti Peygamber’den sonra gelen Müslümanlar da, İslam’a ters uygulamalar içine girdikçe, İslamın aslından, özünden ve ruhundan uzaklaştıkça kendi içlerinden ve dışlarından üstesinden gelemedikleri türlü sorunlarla yüzyüze gelmeye başladılar. İlk zamanlar İslam’ın gücü ve önlenemez hızlı yayılışı karşısında açıktan tavır ve cephe alamayan, gerçekten İslamı kabul etmedikleri halde Müslüman olmuş görünen bazı eski din ve medeniyet kalıntıları, mevcut durumdan cesaretlenerek ve yararlanarak İslam’a, Müslümanlara, İslam inancına, toplumuna, devletine ve halkına karşı yürüttükleri çok sinsi, gizli, örgütlü ve sistemli mücadelelerini daha da hızlandırmışlardı. Emevilerin aşırı ırkçı politikalarından sonra, Abbasi hükümdarlarının Devletin en üst görevlerine getirmekte sakınca görmedikleri bazı eski inanç ve medeniyet mensupları, eski dinlerinin ritüellerini ve inanç unsurlarını İslam’a dâhil etme ve bunu Devlet gücüyle yapma gayretleri içerisine bile girebiliyorlardı. Örneğin, Abbasiler döneminde, halifeden sonra en üst yöneticilik durumundaki vezirliği elinde bulunduran eski Budist Bermekiler, eski din ve inançlarından kopmadıklarını mescidlerde buhur yakmakla ortaya koyabiliyorlar ve işi Halife Harun Reşid’e Kâbe’nin ortasına, büyük bir kaide üzerinde, içinde ebedi olarak öd ağacı yakılacak süslü bir buhurdanlık koymasını önermeye kadar vardırabiliyorlardı.
Müslümanların kendi aralarındaki iç çekişmeler, rekabetler ve zaaflarla beraber bu unsurların giriştikleri mücadeleler sonunda toplumda iç huzursuzluklar, kamplaşmalar, düşmanlıklar, karışıklıklar, kin ve nefret, İslami kayıtsızlıklar, özensizlikler almış yürümüştü. İslam’ı özünden saptırmaya yönelik gayretler, anarşi, terör, suikast olayları, Emevi ve Abbasilerin izledikleri yanlış devlet politikaları ve daha pek çok iç ve dış sebepler yüzünden İslam Âlemi iyice zaafa uğramış, tamamen içine kapanmış, gücü kuvveti kalmamış, çok tehlikeli ve hayati bir döneme girilmişti. Yunan, Hint, İran din ve felsefelerinin de etkisiyle ortaya çıkan, İslam dinini özünden saptırmaya yönelik bir sürü sapık mezhep, görüş, tarikat ve inanışlar yüzünden de akıllar, fikirler, gönüller, inanç ve düşünceler bulanmıştı. İslam’ın özüne aykırı aşırı fikirler, batıl inanç ve düşünceler İslam dünyasında iyice yaygınlık kazanmıştı. Batınilik, Hurufilik, aşırı Mutezililik, kaynağını Hint ve Yunan felsefelerinden alan, İslamın temel inanç ve düşünce sistemiyle bağdaşmayan mezhep, tarikat, görüş ve anlayışlar toplumda inanç bakımından da ayrılıklara, bölünmelere, kamplaşmalara ve düşmanlıklara sebep oluyordu. Başlangıçta hür düşüncenin savunucusu olarak ortaya çıkan ve bazı Abbasi halifelerince himaye gören Mu’tezile mezhebi, bir müddet sonra tam aksi bir tutuma bürünmüş, kendi düşüncelerini paylaşmayanlara karşı “mihne” diye adlandırılan engizisyon benzeri uygulamalara girişmişti. Bir yandan her şeyi akılla çözmeye çalışan aşırı Mutezileciler, diğer yandan Batıniler, Hurufiler, Haşhaşiler gibi aklı bir tarafa atanlar, öte yandan Budizm, Hinduizm, Manizm, Zerdüştlük gibi eski din ve inanç unsurlarını İslama katmak isteyenler, sayısız kollara bölünmüş Şiiler ve ehlisünnet mezhepleri arasında kapanmaz uçurumlar oluşmuş, toplumda birlik beraberlik kalmamıştı.
Anadolu’nun büyük bölümü ve Bizans İmparatorluğunun üçte ikisi asırlar boyunca Müslümanların elinde kaldıktan sonra burada da her şey tersine dönmüş, Bizanslılar Anadolu’nun tamamından Müslümanları çıkardıkları gibi Akdeniz’in doğusuna ve Suriye içlerine kadar da inmişlerdi.
Türklerle Müslümanlar arasındaki ilk ilişkiler Hazreti Ömer devrine kadar uzanır. Bu dönemde Müslümanlar Sasani İmparatorluğunu yıkarak Türklerle sınır komşusu olmuşlardı. Daha sonra Horasan’ı da alan Müslümanlar, Emevîler devrinde Amuderya’yı geçerek Mâveraünnehr’in hemen tamamını Türkler’den aldılar. Semerkand, Buhara gibi büyük merkezler, İslâm devletine katıldı. Bu dönem, Göktürk İmparatorluğunun yıkıldığı ve Türklerin Çin esareti altına düştüğü yıllardı. İlk zamanlar Müslümanlık, buralarda yaşayan Türkler arasında da hızla yayılmaya başladı. Ancak Emevilerin işbaşına geçmesiyle kendilerinden olmayanlara karşı uyguladıkları ırkçı ve baskıcı “şuubiyye politikaları” yüzünden münasebetler pek olumlu yönde gelişemedi. İki taraf arasında sık sık çatışmalar yaşanmaya başladı. Peygamber nesline bile acımayan, onları bile insafsızca katleden Emeviler Türklere karşı da çok acımasızca davrandılar, halkın gönlüne kin ve nefret tohumları ekecek çok büyük katliamlar yaptılar. Bu durum Türklerin Arapların, daha doğrusu Emevilerin dini olarak gördükleri İslamdan soğumalarına ve uzaklaşmalarına neden oldu. İlişkilerin tekrar düzelebilmesi, Türklerin İslamiyetin zalim, baskıcı Emevilerin dini değil de Allah’ın dini olduğunu anlayabilmeli, gönüllerinin İslama ısınabilmesi için de aradan asırlar geçmesi gerekti.
Aslında Türk-İslam ilişkilerini daha da ilerilere Hazreti Peygambere kadar götürmek de mümkündür. Hazreti Peygamber’in ashabına, ileride Müslümanların idaresinin Türklere geçeceğine, bu yüzden Türklerle iyi geçinmeleri, onlarla savaşmaktan şiddetle kaçınmalarına dair çok sıkı tembihlerinin olduğu, bu tembihlere Peygamber terbiyesiyle yetişmiş ashabı kiramın çok dikkatle uyduğuna ve uyguladığına dair pek çok rivayetler vardır. Hazreti Ömer de bu konuda çok titiz, dikkatli ve hassas davranıyor, İslam ordularının Türklerle savaşmaktan şiddetle men ediyordu. Cahiz de Fezâil’ül Etrak adlı eserinde; Hazreti Ömer’in bazılarına çok garip ve aşırı gelen bu konudaki dikkat ve hassasiyetini gösteren şöyle bir olay naklediyor: Said b. Salm el-Hunâî bir keresinde babasından naklen şunları anlattı. Fakih Ebu’l-Hattab Yezid b. Katade b. Dâime bize Ömer b. El-Hattab’ın şu sözlerini nakletti: ‘Türklere düşmanlığın zararı pek çoktur, ama düşmanlık yoluyla onlardan elde edilebilecek fayda ve ganimet ise yok denecek azdır!’ Bunun üzerine orada bulunan Âliye’li (Medine ile Tihame arasında kalan dağlık bir mıntıka) bir adam da söz aldı ve yine Hazreti Ömer’den Türklerle ilgili şu hatırasını nakletti: Hazreti Ömer, Müslümanların savaş meydanlarındaki cesaretini kırabileceği, korkusuz ve cesur yüreklere korku salabileceği endişesiyle şair Ebû Zübeyd et-Tâî’yi aslanı tavsif etmekten men etmiş, ondan kalplere korku, endişe ve cesaretsizlik sokabilecek böyle şiirler söylememesini istemişti. Fakat yine aynı Hazreti Ömer, bir defasında Türkleri bize öyle övdü, onları o kadar dehşetli bir şekilde anlattı, tavsif etti ki, Ebu Zübeyd’in aslanı tavsif etmesi bunların yanında çok daha önemsiz ve basit kalmıştı (Cahiz, Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Çeviren: Ramazan Şeşen, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını). Hazreti Ömer’in Türklerle savaşmama konusundaki bu dikkatinin ve hassasiyetinin, Hazreti Peygamber’den Türkler hakkında duyduğu ve öğrendiği şeylerden kaynaklandığında şüphe yoktur.
İslamiyetin ilk ortaya çıktığı ve dünyanın her tarafına yayılmaya başladığı dönemler, Türklerin de eski, basit, kendilerine has dinleri yerine yeni ve evrensel bir din arayışına girdikleri dönemlerdi. Fakat bu iki güç ne yazık ki her ikisinin de en saf, en temiz, en heyecanlı, en dinamik, en güçlü ve en kudretli oldukları dönemde bir araya gelemediler. İlk zamanlar Türklerle Müslümanlar arasında Sasani İmparatorluğu bir engel ve perde oluşturuyordu. Türklerin İran Sasani İmparatorluğuyla yaptıkları savaşlarda onları bir hayli hırpalamalarının ve yıpratmalarının da etkisiyle Müslümanlar daha Hazreti Ömer devrinde, Sasani İmparatorluğunu tarih sahnesinden silerek bu engeli ortadan kaldırdılar ve Türklerle Müslümanlar sınırdaş oldular. Fakat bu dönem, Türklerin güçlü bir siyasi birliklerinin kalmadığı, Göktürk İmparatorluğunun Çin esaretine düştüğü, Türkler için çok büyük acıların ve felaketlerin yaşandığı bir dönemdi. Her şeye rağmen, bu ilk karşılaşma dönemiyle birlikte Türklerden de İslama önemli ölçüde bir yöneliş başlamıştı. Fakat Emevilerin iktidara gelmesi, Hilafetin saltanata dönüşmesi, Emevilerin kendilerinden olmayan Müslümanlara karşı bile iyi gözle bakmamaları, fetih yoluyla ele geçirdikleri yerlerin Müslüman halkını ‘mevali’ diye niteleyip onlara köle, esir gözüyle bakmaları, onlardan haraç ve cizye almaya devam etmeleri, yönetimleri altındaki Müslümanlara türlü zulüm ve haksızlıklarda bulunmaları, olumsuz tavırlar takınmaları, İslamdan uzaklaştırıcı tutum ve davranışlar sergilemeleri, Türklerin İslama girme heves ve arzularını büyük ölçüde öldürdü, hatta tersine çevirdi. İslamiyeti, bu zalim Emevilerin dini olarak gören cahil halk da, kendiliklerinden İslam’ı araştırıp, öğrenen, beğenen ve kabul etmek isteyen aydın ve yönetici kesime de iyi gözle bakmıyorlar, hatta Müslüman olmaya niyetlenen bazı Türk Hanları ve Beyleri görevlerinden indirilme tehditleri karşısında bu niyetlerinden vaz geçmek zorunda kalıyorlardı. Türklerin İslam’dan soğumalarında, İslam yerine başka dinlere yönelmelerinde, İslamiyete ortaya çıkışından iki üç asır sonra girmelerinde Emevilerin yanlış, İslama aykırı, zararlı politikalarının çok önemli bir rolü olmuştur.
Emevilerin İslama ters, ırkçı, kabileci politikaları, Arap olmayan Müslümanlara karşı âdil ve eşit davranmamaları, Müslümanlığı kabul etmiş olan Türkler arasında da çok büyük hoşnutsuzluklara ve huzursuzluklara yol açtı. Müslüman Türkler, bu sefer de Emevilere karşı, onların siyasi muhalifi olan Abbasileri desteklediler. Müslümanların yönetiminin ve iktidarın Emevilerden Abbasilere geçmesinde de önemli roller oynadılar. Horasan bölgesinin komutanı Türk asıllı Ebû Müslim, Emevilere karşı isyan başlattı. Emevi idaresine son verilerek, iktidar Emevilerden alınıp Abbasilere verildi. Hz. Peygamber`in amcası Hz. Abbas`ın soyundan gelen Ebu`l Abbas Abdullah halife ilan edilerek, Abbasi Devleti kuruldu (750). Türkler, Abbasi Devleti’ni daha çok benimsediler, yeni yönetime daha sıcak baktılar.
Bu arada 745 yılında Göktürk İmparatorluğu yıkılmış, Türklerin siyasi birlikleri dağılma noktasına gelmişti. İslam âlemi ise iktidarın Emevilerden Abbasilere geçiş dönemi sıkıntılarıyla boğuşuyordu. Bölgedeki bu karışıklıklardan yararlanmak isteyen Çin, hâkimiyet alanını genişletmek için batıya doğru ilerlemeye ve Türk topraklarını işgale kalkıştı. Abbasi Devleti’nin kuruluşunun üzerinden daha bir yıl geçmemişti ki, büyük bir Çin ordusu Orta Asya`ya hâkim olabilmek için batıya doğru ilerlemeye başladı. Çin kuvvetleriyle tek başlarına baş edemeyeceklerini anlayan Türkler, ortak düşmanlarına karşı Abbasîlerden yardım istediler. Türklerden ve Müslümanlardan oluşan müttefik kuvvetler, 751 yılı Temmuz’unda Talas Irmağı kenarında 100 000 kişilik Çin ordusuyla karşı karşıya geldiler. O zamana kadar genelde hep karşı cephelerde yer alan Araplarla Türkler, ilk defa bu savaşta ortak düşmanlarına karşı aynı cephede yer alıyorlardı. Beş gün süren bu kanlı savaşta Çinliler ağır bir yenilgiye uğratıldı.
Talas Meydan Muharebesinin zaferle neticelenmesi; Türk, Çin, İslam ve dünya tarihi ve medeniyeti açısından çok önemli sonuçlar doğurdu, tesirler bıraktı. Bu zaferle, Orta Asya’nın Çin egemenliğine girmesi ihtimali ortadan kaldırılmış oldu. Çinliler, Talas yenilgisinden sonra 20. yüzyıla kadar, bir daha Tanrı (Tiyenşan) Dağları’nın batısına geçemediler. Türkler de, yüzlerini artık batıya çevirdiler. Timur’un yarım kalan seferi hariç (1405), Çin’e karşı ciddi bir harekata kalkışmadılar. Türklerin zamanla Ötüken Vadisini de terk etmelerinden sonra, bu bölgeye Moğollar yerleşmeye başladılar.
Talas Savaşı, İslam âleminde de çok büyük yankılar uyandırdı. Abbasi Devleti bu zaferle gücünü ispat ederek, bütün Müslümanların gözünde sempati ve meşruiyet kazandı.
Türkler Müslüman olmadan önce, yabancıların ve bu arada Arapların gözünde olumlu bir imajları yoktu. Çünkü Türkleri yakından tanımıyorlar, bu yüzden onlara karşı pek çok ön yargı ve olumsuz kanaat besliyorlardı. Talas Savaşı’ndan sonra başlayan tanışma, kaynaşma ve iç içelik döneminde iki taraf da birbirlerini daha yakından tanıdılar. Bu önyargılar, kin ve düşmanlıklar yerini sempatiye, dostluğa, yakınlığa ve olumlu kanaatlere bıraktı.
Talas Savaşı, Türk-Müslüman münasebetlerinde bir dönüm noktası oldu. Bu savaştan sonra, Türklerle, Arapların birbirlerine karşı kinleri azaldı, uzun yıllardan beri devam eden çetin savaşlar yerini barışa bıraktı. Artık, Türkler ile Müslüman Araplar arasında çetin savaşlar olmuyor, bunun yerini ticarî münasebetler, dostane ilişkiler alıyordu. İslamlık, askeri ittifakların, ticari ilişkilerin ve sufilerin İslamı Türkler arasında yayma çabalarının da etkisiyle önce tek tek Türkleri, sonra da daha büyük grupları ve toplulukları kendine çekmeye başladı. Değişik dinlere mensup Türkler, Müslümanlarla tanışıp, İslam dînini yakından tanıma imkânına kavuştular. İslam dîninin üstün esasları, mütekâmil hâli, başka din ve inanışlara sahip Türklerin İslamiyet’i benimsemelerine sebep oldu.
Talas Savaşıyla başlayan yakınlaşmanın ardından Türklerin millet olarak İslamlaşması 150-200 yıl kadar daha bir zaman aldı. Bu süre içinde Türkler İslamiyeti her yönüyle tanıdılar, incelediler, tanıdıkça da daha çok sevdiler. Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle X. yüzyılda hız kazandı. Henüz 900’lü yılların başında İtil (Volga) çevresinde bulunan Bulgar Türkleri arasında Müslümanların sayıları iyice çoğalmıştı. Halkının büyük çoğunluğunun dini haline gelen Müslümanlığa kendisi de ilgi duyan İtil Bulgarları hükümdarı Almış Han, 920 ‘de Abbasi halifesine müracaat ederek, kendilerine İslamı öğretecek din âlimleri ve camiler yapacak mimarlar göndermesini rica etti. Böylece Volga Bulgarları İslamlığı ilk kabul eden Türk topluluklarından biri oldular. Modern Volga Tatar araştırmacıları, bu bölge halkının daha VII. yüzyıldan itibaren, ‘Büyük Bulgarya’ devrinde İslamiyeti tanıdıklarına ve büyük kitleler halinde islamiyeti benimsediklerine dair bilgiler vermektedirler. Aynı tarihlerde önce Karluk, Yağma ve Çiğil boyları, ardından da Oğuzlar arasında İslâmiyet hızla yayılıyordu. Türkler büyük boylar, soylar, kavim ve kabileler halinde akın akın, fevc fevc, toplu halde İslam’a girmeye başladılar.
Binli yılların başlarında geniş İslam coğrafyasında siyasi birliğin artık adı bile kalmamıştı. Bir dönem İslam dünyasında aynı anda ayrı halifelik birden oluştu. Bunlar İspanya Yarımadasındaki Endülüs Emevi Hilafeti, Kahire’deki Fatımi Hilafeti ve Bağdat’taki Abbasi Hilafeti’ydi. Fakat bunlar da günden güne zayıflayan, bozulan, dağılan siyasi birliklerdi. Nitekim Bağdat’taki Abbasi Halifeliği o kadar büyük bir acz ve zaaf içine düşmüştü ki, Abbasi Halifeleri 945 yılından itibaren kendi başkentlerinde ve kendi saraylarında Şii Büveyhoğullarının bir asırdan fazla sürecek esaretleri ve tahakkümleri altına girdiler. Hilafet merkezinde ve civarında halkın neredeyse tamamına yakını Sünni olmasına rağmen, hilafet merkezinin zaaflarından ve iç ihtilaflardan yararlanan Büveyhoğulları İran’da bir Şii Devleti kurmuşlar ve Bağdat’taki Abbasi halifesini de tahakkümleri altına almışlardı. Bir asırdan fazla süren bu tahakkümden sonra Büveyhiler, Kahire’deki Şii Fatımi Devleti imamını Halife olarak ilan etmeye karar verdiler ve bunun hazırlıklarına başladılar. Bunu öğrenen Halife El Kaim, 10 Aralık 1055 tarihinde Bağdat’ta kendi adından sonra hutbede, Selçuk’lu Sultanı Tuğrul Bey’in adını okutarak, onu Bağdat’a çağırdı. 10 gün sonra Bağdat’a gelen Tuğrul Bey, hilafet merkezindeki Şii sultasına son verdi. Şii Büveyhoğulları Devletini yıkarak, bölgede yeniden Sünnililiği hâkim kıldı. Fatımi imamına da harp açarak, her yerde Abbasi Halifesi ile kendi adına hutbeler okuttu. Bağdat’a Türk Vali tayin etti. Halifenin bütün İslam âleminin ruhani lideri olduğunu, dünyevi hâkimiyetin ise Selçuklular’a geçtiğini bütün dünyaya ilan etti.
Zaten hiçbir güçleri ve iktidarları kalmamış olan Abbasiler, bu tarihten sonra İslam dünyasındaki siyasi güç ve iktidarı tamamıyla Selçuklu Türklerine bıraktılar. Böylece daha sonra Osmanlılarla devam edecek olan İslam Âlemindeki Türk hâkimiyeti başlamış oldu. Bin yıla yakın bir süre Türkler, İslâmiyet’in hem bayraktarlığını, hem de korumalığını yaptılar.
İspanya’daki Emevi halifeliği ise 1031 yılında tamamen ortadan kalktı. İber yarımadasındaki Müslümanlar, her yerde, her biri öbüründen daha kötü, daha niteliksiz, daha yetersiz, daha zalim ve gaddar, kendi iktidarlarından, kendi zevk ve sefalarından başka bir şey düşünmeyen, kendileri küçük ama ihtirasları ve kullandıkları unvanlar çok büyük, gösteriş, işret ve rüşvet düşkünü yöneticilerin iktidar mücadeleleri yüzünden, tavâif-i mülûk denen parça buçuk sayısız devletçiklere bölünmüştü. Öte yandan bunlar arasında hiç eksik olmayan savaşlar yüzünden halkın can, mal, ırz, namus güvenliği kalmamış, artık ödenemeyecek boyutlara ulaşmış haksız vergiler ve ekonomik krizler yetmiyormuş gibi, sık sık yaşanan savaşların sebep olduğu yakıp yıkma, yağma ve talan olayları halkı canından bezdirmişti.
Batıdan gelen Haçlı Seferleri’ne, doğudan gelen Moğol akınlarına karşı Türkler tarafından set oluşturuldu. İslâm dünyası bu sayede dağılmaktan kurtuldu. Selçuklular ve onların mirası üzerine kurulan Osmanlılar döneminde Türkler, bütün İslam âleminin ve Müslümanların hamisi oldular. İmparatorluklarının sınırları içerisinde bulunsun ya da bulunmasın, İslâm ülkelerine ve Müslümanlara yapılan saldırıları kendilerine yapılmış bir saldırı olarak kabul ettiler. Güçlünün değil zayıfın, zalimin değil mazlumun yanında yer almayı temel ilke edindiler. Hangi dinden ve inançtan olursa olsun, kendilerinden yardım isteyen mazlumların, zayıfların imdadına koşmaktan geri durmadılar. Türkler, İslam dinini geniş bir hoşgörü çerçevesi içinde ele aldılar ve bu çerçevede yaşadılar. Bu hoşgörüyü hem kendi dinlerinden olanlara hem de başka dinden olanlara alabildiğine gösterdiler.
Türkler, yapı olarak aşırı fikirlerden, anarşi ve kargaşadan, boş çekişmelerden, taassuptan hoşlanmazlardı. Bu yüzden, bu farklı düşünce ve anlayışlardan hiç birine itibar etmeyerek İslam’ın özüne yöneldiler. İslam’a, Müslümanların birlik ve beraberliğine zarar veren aşırı, aykırı fikir ve düşüncelerle, fitne ve fesat odaklarıyla mücadeleye giriştiler.
Gazneli Mahmud’un Hindistan’a kadar yaptığı seferler neticesinde İslâmiyet bu ülkeye de ulaştırıldı. Böylece yakın dönemlerde kurulan Pakistan ve Bangladeş’in temelleri atılmış oldu. Osmanlı döneminde ise Türkler, Balkanlara yerleşip, İslam’ı dünya üzerindeki pek çok millete tanıttılar. Arnavutlar, Bosna-Hersekliler (Boşnaklar) bu dönemde Müslüman oldular.
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’da hüküm süren Memlüklerin yönetimine son vermesi ve Halifeliğin Osmanlılara geçmesiyle İslâm Dünyasının manevi önderliğini de Türkler üstlendiler. Batıya doğru sürekli ilerleyen Türkler, gittikleri bölgelerin tarihinin değişmesinde etkili oldular. Her gittikleri yerde dönemlerinin en güzel mimari ve sanat eserlerini meydana getirdiler.
Türklerin İslâmiyet’e hizmetleri sadece siyasî ve askerî alanla sınırlı kalmamıştır. İslamiyetle tanıştıkları yedinci yüzyıl ortalarından bütün bir millet halinde toptan İslama girişlerin büyük ölçüde tamamlandığı onbirinci yüzyıla kadar da belli yerlerde kitleler halinde İslamiyeti kabul eden Türkler arasından, İslama taze güç katan, farklı alanlarda üstün hizmetlerde bulunan pek çok asker, ilim adamı vs yetişti. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Fahreddin Razi, İmam-ı Buhari, İmam-ı Azam, Farabi, Birunî, El-Harezmî, Şehristânî, İmam-ı Gazalî, Abdurrezzak et-Türkî, Abdullah el-Baranî, Ömer Hayam vb gibi ilim ve fikir adamları Türk kökenli tanınmış simalardan sadece birkaçıdır. Özellikle Abbasi Devleti içinde askeri, siyasi ve idari alanlarda sivrilmiş pek çok Müslüman Türk vardı. Türkler topluca İslam’ı kabul ettikten sonra, eski dinamizm ve canlılığını yitirmiş olan İslam Medeniyetine, çok büyük bir canlılık, dinamizm ve yeni unsurlar kattılar, onu daha evrensel hale getirdiler. Devlet idaresi ve askerî yapılanmada bütün İslâm dünyasını etkileyen Türkler, İslâm Medeniyetinin gelişmesinde de inkâr edilemez hizmetlerde bulundular. Bilim, sanat ve edebiyat alanında İslâm rönesansı, Türklerin katkıları ve sağladıkları huzur ve emniyet sayesinde gerçekleşti.
Allah, kıyamete kadar geçerli olacak dinini ve davasını sahipsiz bırakmamayı, onu diğer bütün dinler, inançlar, fikirler, düşünceler, idealler üzerine muzaffer kılmayı, bu dinin kıymetini ve değerini bilmeyenlerin yerine üstün niteliklere ve özelliklere sahip yeni ve başka milletler, ordular getirmeyi de üzerine almıştır:
Yarattıklarımızdan, Hakka sarılıp ona rehberlik eden ve onunla adaleti gerçekleştiren bir millet daima bulunur. Ayetlerimizi yalanlayanları ise hiç bilmeyecekleri yerden (farkına varamayacakları şekilde, ne olup bittiğini anlayamadan) yavaş yavaş helâke (çöküşe, felakete) götüreceğiz. Ben onlara mühlet versem (bir süre onları kendi hallerine bıraksam) bile, vakti gelince Benim onlara hazırladığım ince tertibim (kahrım, cezalandırmam) pek yamandır (A’raf Suresi, Ayet: 181-183).
Eğer Allah’ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı elbette yeryüzü altüst olurdu. Lakin Allah bütün insanlığa karşı lutuf ve kerem sahibidir (Bakara Suresi, Ayet:251).
Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Mutlak güç, iktidar, hüküm ve hikmet sahibi olan yalnız Allah’tır (Fetih Suresi, Ayet: 7).
Rabbinin ordularını kendinden başkası bilmez (Müddessir Suresi, Ayet: 31).
Nitekim Allah’ın büyük emanetine layık olamayan Yahudilerden (İsrailoğulları) sonra Araplardan da buna layık olmaktan uzaklaştıklarında insanlara liderlik, önderlik, üstünlük nimetinin çekilip alınacağı, Allah’ın onların yerine bazı bariz vasıfları sayılan başka bir kavmin getirileceği Kur’an’da açık ve net bir biçimde ortaya konmaktadır. Araplardan sonra İslam’ı temsil ve sahiplenme şerefine, bunun sonucu önderliğe, üstünlüğe ve daha pek çok nimetlere sahip olacak milletin adı ve hangi millet olduğu açıkça belirtilmemekte, fakat bu milletin bazı önemli özellikleri ve karakteristik vasıfları Kur’an’ın bazı ayetlerinde herkesin gayet kolay anlayabileceği şekilde son derece açık ve net, bazı ayetlerinde de ancak erbabının anlayabileceği dolaylı anlatımlarla ortaya konmaktadır. Bu milletin karakteristik özelliklerinin en net ve açık bir biçimde ortaya konduğu ayetlerden biri şudur:
‘Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah zaman içinde (onların yerine) O’nun sevdiği ve O’nu seven başka bir kavim getirecektir. Onlar, Müminlere karşı alçak gönüllü (şefkatli ve merhametli), kâfirlere karşı da güçlü, onurlu ve zorludurlar. Allah yolunda üstün bir gayretle cihad ederler. Bu yolda kendilerini kınayan hiç bir kınayıcının kınamasından korkmazlar (Hiç kimsenin kınamasına aldırmazlar, başkalarının onlara dil uzatmalarından korkup çekinmezler). Bu Allah’ın bir lütfu, inayetidir ki, onu kime dilerse ona bağışlar. Allah lütfu, ihsanı sınırsız, sonsuz olan ve her şeyi en iyi bilendir (Maide suresi, Ayet:54).’
Ayeti kerimedeki ‘Allah’ın başka bir kavim getireceği’ ifadesinden, bu milletin İslamla şereflenmesinde Arapların veya başka Müslümanların çok fazla bir rollerinin olmayacağını, onların silahla, kılıçla, savaşla, zorla değil, Allah’ın gönüllerini İslama açmasıyla kendiliklerinden Müslüman olacaklarına işaret vardır. Gerçekte de Türklerin İslamla şereflenmeleri açısından durum aynen böyle olmuş, örneğin Emevi Araplar, izledikleri yanlış politikalarla Türklerin İslamiyete girmelerine değil, İslamdan soğumalarına ve Müslüman olmalarının asırlarca gecikmesine sebep olmuşlardır.
Konunun daha net ve doğru bir biçimde anlaşılabilmesi için sadece sadece Türklerin İslamla tanıştığı dönemlerdeki Müslümanların ve Müslüman ülkelerinin durumuna bakmak yeterli olmaz. Bu dönemde Türklerin nasıl bir halde olduklarına da bakmak gerekir. Yoksa bazı zihinlerde sanki sadece İslam ve Müslümanlar Türklere muhtaçmış, Türkler olmasa Allah dinini yüceltecek başka bir millet ve kavim çıkaramazmış gibi bir fikir uyanabilir ki, bu çok yanlış bir düşüncedir. Allah, her zaman dinini yüceltecek ve bu din sayesinde yücelteceği bir kavim ve millet çıkarmaya kadirdir. Acaba Allah Türklerin gönlünü İslama açmamış ve onları İslamla şereflendirmemiş olsaydı durumları ne olurdu? Elbette onlar kendilerine Allah’tan başka yar ve yardımcı bulamazlardı. Onun için her Türk’ün Allah’ın üzerlerindeki büyük nimetleri bilmeleri, şükrünü, görev ve sorumluluğunu en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmaları büyük önem arz etmektedir.
İslamla tanıştıkları dönemlere baktığımızda Türklerin, kendilerini bir arada tutabilecek unsurlardan iyice mahrum olduklarını görürüz. Artık ne güçlü bir siyasi birlikleri, ne de doğru dürüst din, kültür ve dil birlikleri kalmıştı. Arka arkaya kurulan ve yıkılan devletlerden, imparatorluklardan sonra IX. ve X. yüzyılda Türkler hem siyasi birliklerini, hem Asya’nın en büyük imparatorluğu ve cihanşümul devlet olma vasıflarını, hem de onları bir ve beraber tutabilecek din, inanç, kültür hatta dil birlikleri de kaybetmişlerdi. En büyükleri Uygur ve Karahanlı Kağanlıkları olan, dünya ve bölge siyasetinde fazla bir ağırlıkları olmayan irili ufaklı pek çok devletlere bölünmüşler, eski dinlerini de bırakarak milli karakterleriyle bağdaşmayan değişik dinlere girmişlerdi. Güç ve kuvvetleri dağılmış, birlik ve beraberlikleri, dirlik ve düzenlikleri kalmamıştı. Birbirleriyle eskisinden daha kavgalı hale gelmişler, karşıt cephelere ve gruplara ayrılmışlardı.
Öteden beri Türklerde her boy ve kabilenin başka bir lehçesi, başka bir ağız ve şivesi vardı. Birbirleriyle kolay anlaşamasalar, sürekli kavga ve çekişme içinde olsalar da Türkler başka milletlerle daha kolay anlaşıp, kaynaşıveriyorlar, onlara karışabiliyorlar, bu dağınıklık içinde konuştukları lehce ve şiveler de birbirinden uzaklaşarak başkalaşıyor, bambaşka diller haline dönüşüyordu. Türkçeyi tamamen unutup başka dilleri konuşmaya başlayan, başka milletler içinde asimile olan Türkler de az değildi.
Dünyanın en eski ve en cihangir milletlerinden biri olan Türkler, kendilerinin Tanrı tarafından dünyaya nizam ve düzen vermek üzere seçilmiş, efendi bir kavim olarak yaratıldıklarına inanıyorlar, hükümdarları için de sıklıkla Acun Beyi, Dünya Hâkimi, Cihan Padişahı, Karaların ve Denizlerin Hakanı, Dünya Hükümdarı gibi sıfatlar kullanıyorlardı. Ama Müslüman olmadan önce Türklerin yaşadıkları bölge, etrafı yüksek dağlarla ve Çin Seddi gibi suni engellerle çevrili, bozkırlardan ve çöllerden oluşan bir kara parçasıydı. Halbuki dünyaya nizam verebilecek bir cihan devleti olabilmenin yolu, açık denizlere ulaşmaktan, denizden denize büyük devlet kurmaktan geçiyordu. Bu yüzden cihan devleti olabilmeleri için, Türklerin öncelikle içine sıkıştıkları bu kapalı havzadan çıkmaları ve dünyaya açılmaları gerekiyordu. Eski büyük Türk Hakanları da bu gerçeğin farkındaydılar. Türklerin efsanevi lideri Oğuz Kağan da binlerce yıl önce Türk Milletindeki cihangirlik fikrini, düşüncesini, idealini şu sözlerle dile getiriyordu:
“Bu denizler, bu ırmaklar bize yetmez! Gök kubbe bize çadır ve güneşi bayrak olmalıdır! (Yani ülkemizi o kadar genişletmeliyiz!)”
Peki ama bu öyle kolay bir şey miydi? Bunun için gerekli olan donanım neydi?
Kuşkusuz Türkler, o zaman da dünyanın en savaşçı ve en fetihçi milletlerinden biriydi. Ama bir coğrafya parçasını vatan yapabilmek, fethetmekten çok daha zordu. Bir yeri fethedenler, eğer orayı vatan haline getiremezlerse, orasının onlara er geç onlara mezar olması kaçınılmazdır. Nitekim Türkler de İslam’dan önce fethettikleri yerleri vatan haline getiremiyorlar, çok geçmeden buraları onlara mezar oluyor, Bilge Kağan’ın dediği gibi gittikleri yerlerde boş yere kanları sular seller gibi akıyor, kemikleri dağlar gibi yığılıyor, ezilip üzülerek, azalıp tükenerek yok olup gidiyorlardı. Eğer İslam unsuru olmasaydı, bugün üzerinde yaşadığımız Anadolu dâhil, Türkler tarafından silahla fethedilmiş hiçbir yerin vatan edinilebilmesi mümkün değildi.
Cihangir ve yönetici bir millet olan Türkler, dinin insan, toplum ve millet için ne kadar önemli, elzem bir kurum ve ihtiyaç olduğunun, hak din özelliğini iyice kaybetmiş eski basit Gök Tanrı dininin onların dini ihtiyaçlarını karşılamakta yetersiz kaldığını çok iyi anlayabiliyorlardı. Bu anlayış toplumun bütün kesimlerine yayılmış, herkesi daha iyi ve daha evrensel bir din arayışına yöneltmişti. Herkes kendisine ve millete yeni bir din arıyordu ama herkesin din seçimindeki ölçütleri, kıstasları, kriterleri aynı değildi. Bu yüzden halkla yöneticileri aynı din tercihinde birleştirmek ve halka din beğendirebilmek mümkün olamıyordu.
Bazılarının öne sürdüğü gibi Türklerin en eski dini Şamanizm değil, Gök Tanrı diniydi. Aslında Şamanizm bir din bile değildir. Şamanları ve kamları din adamı değil, büyücü, şifacı, ozan gibi kabul etmek daha doğrudur. Gök Tanrı dini çok basit bir dindi. Bu dinin bir kitabı ve peygamberi yoktu. Türkler, bütün varlıkların Yaratıcısı, tam hüküm ve iktidar sahibi tek bir Tanrı’ya inanırlar, bu tanrının yalnız Türklerin Tanrısı olduğu kabul edilirdi. İbni Fadlan’ın naklettiğine göre, Oğuzlardan biri haksızlığa uğradığı veya başına hoşlanmadığı bir iş geldiği zaman, başını göğe kaldırarak ‘Bir Tanrı!’ derdi. Türkler put yapmazlar, puta tapmazlardı. 13. asrın Uygurları bile asırlar önce Budizm’i ve Manihaizmi benimsemiş olmalarına rağmen, Tanrı’nın insan veya başka bir şekilde tasvir edilemeyeceğine, hiçbir şekilde tecessüm ettirilemeyeceğine inanırlardı. Asli Türk itikadında anthropomorfizm (putçuluk) yoktu. Cennete (uçmağ) ve cehenneme (tamu), ahırete ve ruhun ölmezliğine inanılırdı. Türkler domuz beslemezler, domuz eti yemezler, aileye ve iffete önem verirlerdi. Irza tecavüzün tek cezası idamdı. Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanmak için Türkler kurban keserler, kurban olarak da hayvanlarının erkeklerini yani ‘koyundan koçu, attan aygırı, deveden buğrayı’ tercih ederlerdi.
Dünyaya çok açık bir millet olan Türkler başka milletlerle ve dinlerle tanıştıkça kendi dinleri onlara çok basit, dini ve manevi ihtiyaçlarını karşılamaktan uzak gelmeye başladı. Özellike yönetici kesim, yeni din arayışında çok aktifti ve bu konuda inisiyatifi elden bırakmak istemiyordu. Cumhuriyet döneminin ünlü Ankara Valilelerinden birinin: ‘Kardeşim, bu millete komünizm lazımsa onu da biz getiririz, size ne oluyor? Oturun oturduğunuz yerde!’ demesi gibi o zamanki yönetici seçkin sınıf da, millete lazım olan yeni dinin kendileri tarafından seçilmesi gerektiği kanaatindeydiler. Tabi bu dinin kendi çıkar ve menfaatlerine uygun, kendi imtiyazlı konumlarını sağlamlaştıracak bir din olmasını istiyorlardı. Yönetici sınıf sanki: ‘Din, din deyip durmayın! Madem size yeni bir din lazım, madem din sosyal bir ihtiyaç, öyleyse alın size din!’ der gibilerden kısa ve yüzeysel bir araştırma ve incelemenin ardından işlerine gelen ve kendi çıkarlarına kullanabilecekleri evrensel dinlerden birini seçip halka dayatıyorlar, seçilen din halk tarafından tutulup beğenilmeyince bu sefer de hemen yenisiyle değiştiriyorlardı. Yöneticiler tarafından önceleri Şamanizm, Budizm, Manihaizm, Taoizm gibi komşu milletlerin dinleri, daha sonra Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi beynelmilel dinler tercih edildi. Türkler ilk önce yakın komşuları Moğollardan etkilenerek Şamanizmi denediler. Fakat bu kendi dinlerinden daha basit, din denemeyecek kadar ilkel inanışlar ve davranışlar bütününden başka bir şey değildi. Bu dinin yetersizliği, din ihtiyacını karşılamayacağı anlaşılınca bu sefer daha başka bir din arayışına girildi. Uygurlar döneminde önce Mani dini (762), bunun ardından da Budizm ve Nestoryan Hıristiyanlık benimsendi (Türk Edebiyatı Tarihi, Türkler: Kökenleri ve Yayılma Alanları, Peter B. Golden, C.I, s.44-46).
Müslüman oluncaya kadar Türkler o zaman için yeryüzünde bilinen dinlerin neredeyse hepsine girip çıkmışlar, genelde yöneticiler tarafından seçilen ve halka dayatılan bu dinlerin hiç biri, milletin nitelikli çoğunluğu, karabudunu tarafından kabul görmemiş, Türklerin kalplerinde yer edememiş, akıllarına yatmamış, içlerine, gönüllerine sinmemiş, ruhları da bu dinlere ısınmamıştı. Fıtratlarına, yaşam ve düşünce tarzlarına uymayan bu dinlerden hiç birisine Türkler samimi olarak inanamamışlar, bağlanamamışlar, candan ve gönülden benimsememişler, bu dinler milletin büyük çoğunluğunun dini haline gelememiş, sadece seçkinlerin dini olarak kalmıştı. Millet bu dinleri beğenmediğini, benimsemediğini, bunlara inanmadığını, gereklerini yerine getirmeyerek, bu dinlerin inanç ve ibadetlerini açıkça ve alabildiğine eleştirerek, hatta alaya alarak göstermekten geri kalmıyordu. Örneğin, Budizm gibi doğu dinlerine ‘mızmız dinler’ adını takmışlardı. Girdikleri dinlerden bazılarının tapınılması istenen Tanrı heykelleri vardı. Hiçbir zaman put yapmamış, puta tapmamış bir millet olan Türklerden bunlara tapmaları istenen bazı Türkler eski tek Tanrılı inançlarının da etkisiyle: ‘Yahu Tanrı’nın heykeli mi olurmuş?’ diyerek bunu reddediyorlar, böyle bir şeyi çok saçama ve aptalca bulduklarını açıkça dile getiriyorlardı.
Aslında yalnız halkın değil, bu dinleri halka dayatan seçkinlerin, yönetici sınıfın da bu dinlere gerçekten inandığı, bunları içtenlikle benimsediği söylenemezdi. İşlerine öyle geldiği için bu dinleri kabul etmiş gibi görünüyorlar, merasimsel belli dini ritüeller hakanın yönetiminde gerçekleştiriliyor ama gerçekte onlar da bu dinlere pek inanmıyorlardı. O kadar ki, Uygurlarda devletin resmi dini olan Budizmin başrahibi durumundaki Hakan, Budist ayinini yönettikten hemen sonra kalkıp avanesiyle beraber kuzu çevirmeye gidebiliyordu. Hâlbuki Budizm’de et yemek yasaktı. Hayvancılıkla geçinen ekonomisinin ve beslenmesinin temeli et ve et ürünleri olan bir toplumda Budizm gibi bir dinin genel kabul görebilmesi ve uygulanabilmesi mümkün değildi.
Fıtratlarına ters de gelse sosyal ve gerekli bir müessese olarak gördükleri için çeşitli dinlere giriyorlar, elbise değiştirir gibi din değiştiriyorlar, kolayca bir dini bırakıp öbürüne geçebiliyorlar, içten benimsemedikleri bu dinlerin ibadetlerini ve ritüellerini de doğru dürüst yerine getirmiyorlardı. Türkler arasında din değiştirmeler o kadar yaygın ve olağan bir hale gelmişti ki, o zamanlar Türkler için: ‘Yahu, bu Türkler sürekli din değiştiriyorlar, ama hiçbirine de iman etmiyorlar!’ deniyordu. Gerçi eğer Türkler bu dinlere tam anlamıyla, kalpten, candan ve gönülden inanmış, bağlanmış, bunları benimsemiş olsalardı daha mı iyi olurdu? Diye bir soru sorulacak olursa buna da olumlu cevap verebilmek mümkün değildir. Çünkü Türklerin İslamdan başka bir dinle var olamadıkları, Türklüklerini, kimliklerini, kişiliklerini muhafaza edemedikleri tarihi bir gerçektir. Tarih boyunca ancak Bulgarlar, Macarlar gibi Türklüklerini bırakanların başka bir dinin dindarı olabildikleri, Türklerin İslamdan başka bir dinle Türk kalamadıkları görülmektedir. Her nedense tarih boyunca İslamiyetten başka dinlere giren Türkler, hem Türklüklerini kaybetmişler, hem de Türklerin ve Türklüğün en yaman düşmanları haline gelmişlerdir. İslamdan başka dinler onları hem kimlik ve kişiliklerinden, hem birbirlerinden, hem de Türklüklerinden uzaklaştırmıştır. Çin’e, Balkanlara, Avrupa’ya, Önasya’ya giden, buralarda birçok dinlere girip çıkan Türkler, boyuna erimişlerdir. Çin’de eriyenlerden başka Bizans hizmetine giren ve bu devlette büyük yerlere erişen asilzadeler ve Türk soyunun bölükleri tamamen kaybolmuşlardır. Hıristiyanlığı seçen Tuna Bulgarları, Hıristiyan olmalarının üzerinden daha bir asır bile geçmeden Slavlaşarak hem Türkçeyi hem de Türklüklerini tamamen unutmuşlar, Türk düşmanlığında Slavları da geçmişlerdi. Doğu Avrupa’ya yerleşerek devletler kuran başka Türk boyları da, Hıristiyanlaştıktan sonra Slavlaşıp Türklüklerini kaybettiler.
İslamiyetten önce yöneticiler ve halk kendi çıkar ve menfaatleri doğrultusunda çok farklı dinlere yönelmişler, toplumda çok farklı dinler ve inançlar türemişti. Kısa zamanda çok sayıda din değiştirilmesi, arka arkaya pek çok dinlere girilip çıkılması, değişik nedenlerle herkesin farklı dinlere yönelmesi, yöneticilerin, halkın, boyların, soyların, budunların, kavim ve kabilelerin başka başka dinlerinin olması, milletin din birliğini gittikçe daha da bozmaktan başka bir sonuç doğurmadı. Büyük siyasi birliklerin ve oluşumların dağılmasından, birbirine rakip ve düşman bir sürü küçük birliktelikler oluşmasının ardından Türkler arasında artık din birliği de kalmamıştı. Onca ayrılığın üstüne bir de dini ayrılıkların eklenmesiyle, millet içinde yeni düşmanlıklar ve çözülmeler baş gösterdi. Din ayrılığı ve yabancı dinlere yöneliş hem Türk milletinin birlik ve beraberliğini bozuyor, hemde kimlik ve kişiliğini yok edici bir rol oynuyordu. Türk milleti belki de tarih sahnesinden silinme tehlikesiyle karşı karşıyaydı. Türklerin çok geç olmadan bütün Türkleri kuşatacak, bir araya getirecek yeni bir dine şiddetle ihtiyaçları vardı. Bu arayış asırlarca sürdü. Pek çok dinlere girip çıktıktan sonra Türkler din işinde ancak Müslümanlıkla bir karar ve istikrar sağlayabilmişlerdir. İlk defa Müslümanlık, bazı istisnalar hariç bütün Türkleri içine alacak kuvveti göstermiş ve Türkler içine düştükleri dağınıklıklardan, ayrılık, gayrılıklardan ancak İslam sayesinde ve Müslüman olduktan sonra kuvvetli birlikler teşkil ederek çıkabilmişlerdir. Kendilerinin bu dine yaptığı büyük hizmetlere karşı bu din de onların tarih sahnesinden silinmesini, eriyip yok olmasını engellemiştir. Eğer Müslüman olmasalardı, büyük bir ihtimalle başka milletler içinde eriyip gideceklerdi.
Türklerin yeni din arayışı ile ilgili çaba ve gayretlere, bunun izlerine Çin kaynaklarında bile rastlıyoruz. Göktürk İmparatoru Bilge Kağan da ülkenin her tarafında Budist ve Taoist tapınaklar inşa ettirerek, bu din ve felsefeyi Türkler arasında yayma fikrine kapılmıştı. Fakat toplanan büyük kurultayda Bilge Kağan, oturduğu kenti surlarla çevirme, ülkede Budha ve Lao-tseu için tapınaklar yaptırma fikrini ortaya attığında başta Veziri Tonyukuk olmak üzere milletin çoğunluğu kendisine karşı çıktı. Tonyukuk şunları söyledi: Türkler, Çinlilere karşı kaleler içinde savaşamaz. Sayıları Çinlilerin ancak yüzde birini bululan savaşabilecek durumdaki insanlarımız sulak ve otlak arazi arar, ava çıkar, savaş talimleri yaparlar, yerleşik konutları yoktur. Kendilerini güçlü hissettikleri zaman ileriye yönelir, zayıf hissedince de kaçıp saklanırlar. Böyle olunca da Çinlilere karşı kalabalık birliklere gerek kalmaz. Eğer surlarla çevrili bir kente yerleşir, bir de onlara yenilirseniz, esir olmaktan kendinizi kurtaramazsınız. Budha ve Lao-tseu’ya gelince: Onlar insanlara yumuşak ve alçak gönüllü olmayı öğretirler. Bu ise harp sanatçılarının işi değildir.’ Tonyukuk’un bu sözleri Kurultay üyelerinin çoğunluğu tarafından ve Bilge Kağan tarafından onayladı ( Journal Asiatque, 6. Seri, cilt IV, Paris 1864, s. 459-467; VİSDELOU, Supplement a la Bibliotheque Orientale d’Herbelot, Maestricht, 1776, s. 47; Thomsen, Vilhelm, İlk Bildiri, Çözülmüş Orhon Yazıtları, Çeviren: Vedat KÖKEN, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, TDK Yayınları:595, Ankara, 1993, s. 72).
Bilge Tonyukuk’un Budizm ve Taoizm hakkındaki uyarıları çok etkili olmuş, Bilge Kağan’ın önerisi Kurultay’da reddedilmişti. Bu olay, en sevdiği öz kağanının seçtiği dini bile beğenmediği takdirde kabul etmeyen Türk milletine dışarıdan zorlamayla ve dayatmayla din kabul ettirmenin ne kadar imkansız olduğunun da açık bir delilidir.
Yukarıda da değinildiği gibi ilk zamanlar din seçiminde yönetici sınıf tercihini hep başka dinlerden yana kullanıyor, İslamiyete karşı adeta ‘İslamiyet olmasın da hangi din olursa olsun!’ gibilerden bir tavır takınıyordu. Bunun haklı olmasa da kendileri açısından anlaşılır kabul edilebilecek pek çok sebepleri vardır. Öncelikle hakanların, kağanların, beylerin, seçkin sınıfın büyük çoğunluğu seçilecek yeni dinin, kendilerine en yüksek dini otoritelik, başrahiplik gibi yeni unvanlar ve etkiler sağlayabilecek, iktidarlarını pekiştirmelerine imkân verenbilecek evrensel bir din olmasını istiyorlardı. Nitekim uygulamalara bakıldığında da genellikle yeni girilen dinlerin en büyük dini otoriteliğinin, başrahipliğinin vb devletin en üst yöneticisi durumundaki hakan tarafından üstlenildiği görülmektedir. Bu durum onlara din kurumunu ve dini makamları iktidarlarını sağlamlaştırma aracı olarak kullanabilme imkânını veriyordu. Halbuki İslamiyette ayrı bir din adamlığı sınıfı, kilise, papalık, rahiplik gibi kurumlar ve yapılanmalar yoktu. Dolayısıyla böyle bir dini, kendi kişisel iktidarlarını ve çıkarlarını korumak ve sağlamlaştırmak için bir enstrüman ve araç olarak kullanamayacaklarını düşünüyorlardı. Bir sürü böyle evrensel dinler varken, herkesi eşit sayan, hiç kimseye ayrıcalıklar tanımayan bir din olan İslamiyeti kabul etmeyi ve ülkelerinde yaygınlaştırmayi kendi kişisel çıkarlarına ve menfaatlerine aykırı görüyorlardı. Bu yüzden yönetici sınıf, başlangıçta kendilerine en yüksek dini otorite gücü ve payesi veren, ruhbanlık müessesesi gibi kurumları olan başka evrensel dinlere yönelmişler, Müslümanlığa pek sıcak bakmamışlar, serin ve soğuk davranmışlar, hatta Emeviler gibi Müslümanlık adına hareket ettiklerini söyleyenlerin kendilerine karşı izledikleri düşmanca siyaseti ve saldırıları halkı İslamdan soğutmak ve uzaklaştırmak için de sonuna kadar kullanmışlardı. İslamiyetin diğer dinlerden üstünlüğünü görebilen ve anlayabilen bazı üst yöneticiler de, Türk milletinin göçebe bir millet olmasını, İslamiyetin ise kendine has birçok zorunlu ibadetleri, emir ve yasakları bulunmasını, bunların millete zor geleceğini göz önünde bulundurarak, bu milletin bu mükellefiyetlerin altından kalkamayacağından korkarak İslamiyete pek sıcak bakmıyorlardı. Yönetici ve seçkin sınıfın önemli bir kesimi için girilecek dinin doğru bir din, hak bir din olup olmaması, akideleri, inanç ve iman esasları, ibadet şekilleri, Tanrı ve hayat tasavvuru, dünyaya ve ahırete bakışı gibi konular fazla bir önem taşımıyordu. Onlar için önemli olan yeni dinin sosyal bir ihtiyacı karşılamaya yetmesi, bu arada kendi iktidarlarını, egemenliklerini sağlama almaya, yerleştirmeye ve sürdürmeye yardımcı olacak bir din olmasıydı. Bunlar, hizmet edecekleri bir din değil, hizmetlerinde kullanabilecekleri, çıkar ve menfaat sağlayabilecekleri bir din arıyorlardı. İslamiyet ise hiç kimseye, bu arada üst yöneticilere ve seçkin sınıfa istedikleri gibi ayrıcalıklar, üstünlülükler, imtiyazlar tanıyan, ruhban ve din adamlığı sınıfı ve kilise gibi kurumlarıyla inananları üzerine kolay tahakküm kurulabilecek, istendiği gibi evirip çevrilebilecek, değiştirilebilecek, yönlendirilebilecek bir din değildi. Bu yüzden Türk hakanları veya kağanları başlangıçta İslamiyet dışındaki diğer dinlere rağbet etmişler, sıcak bakmışlar, toplumda bu dinlerin yayılmasını hâkim olmasını arzu etmişler, ellerinden geldiğince de toplumda İslamın yayılmasını engellemeye çalışmışlardır.
Türkler, asırlar boyunca değişik vesilelerle İslamiyeti daha yakından tanıdıkça, öğrendikçe daha çok sevmeye, benimsemeye, yönelmeye başladılar. Yöneticilerin milletin bu dine yönelmelerini engelleme çabaları etkisini sürekle kaybetti. İslam’la tanışan, daha doğrusu İslam’ın ne olduğunu tam olarak anlayabilen ve algılayabilen Türkler, hemen daha önce tanıdıkları ve girdikleri dinlerin hepsini terk ederek neredeyse bütün bir millet halinde ve toptan İslam’a yöneldiler. Önce bireyler halinde, yavaş yavaş başlayan İslama girme eğilimi daha sonra hızlanmaya ve kitleselleşmeye başladı. Onuncu yüzyıla gelindiğinde Türkler kendiliklerinden, kitleler halinde, üstelik daha önce girmiş oldukları evrensel dinleri de bırakarak Müslüman olmaya başladılar. Bu dünyada başka bir örneği olmayan, inanılmaz ve olağanüstü bir olaydı. Çünkü İslamiyeti seçen Türklerin büyük çoğunluğu, bu dine girmeden önce Budizm, Manihaizm, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüştlük gibi o zamanki dünyanın en çok mensubu olan ve en çok tanınan evrensel dinlerinin mensubuydular ve bu dinleri terk edip İslama giriyorlardı. Takdir edileceği üzere, din değiştirmek zaten kolay bir olay değildir. Ama dünyada en çok mensubu bulunan evrensel dinleri bırakarak, kitleler halinde İslama girmek, olayı çok daha zor, gizemli, ilginç, dikkat çekici ve inanılmaz hale getiriyordu. Gerçi Türklerin, bıraktıkları eski dinlere zaten doğru dürüst inanmadıkları, bu dinlerden çoğunun halka inemediği, sadece yöneticilerin dini olarak kaldığı da bir gerçek ise de yine de olayın hem kendisi, hem de doğurduğu sonuçlar son derece büyüktü.
Türklerin İslamiyeti kabulünde, kendi içlerinden yukarıdan aşağıya doğru da, dışarıdan da herhangi bir etki, zorlama ve baskı söz konusu olmamıştır. Böyle bir iddiada bulunmak Türk Milletine yapılabilecek en büyük iftira ve bühtanlardan biridir. Böyle bir şey mümkün de değildir. Çünkü Türklerin İslamiyetle şereflendiği dönem zaten Müslümanların askeri ve siyasi bakımdan çok büyük zaaflar içerisinde kıvrandıkları, bir yerde İslamın tamamen sahipsiz kaldığı bir dönemdi. Dolayısıyla ortada onları din değiştirmeye zorlayabilecek hiçbir dış güç ve etken bulunmuyordu. Kendi yöneticileri ise en başından itibaren onları Müslüman yapmaya değil, İslam’dan uzaklaştırmaya ve onlara başka dinleri dayatmaya çalışıyorlardı. Türkler, asırlar boyu inceledikten ve İslamiyet’in falan veya filan kişinin yahut falan veya filan milletin değil, Âlemlerin Rabbi Allah’ın dini olduğuna kesin kanaat getirdikten sonra, kendiliklerinden, çoğu kimselerin inanamayacağı ve düşünemeyeceği bir şekilde, samimi, candan ve gönülden İslamiyeti benimsediler.Bazılarının bu dinin bu millete zor geleceği, mükellefiyetlerini yerine getiremeyeceği yolundaki yersiz, yanlış, endişe ve düşüncelerini de boşa çıkararak bu dini ve bu dinin emir ve yasaklarını aşkla ve şevkle hayatlarına nakşettiler. Eğer iddia edildiği gibi Türkler zorla Müslüman olsalar, daha önce girip çıktıkları, denedikleri farklı dinleri kolayca terk ettikleri gibi herhalde şimdiye kadar İslam’ı da terk ederlerdi. Halbuki Türkler, İslamı yakından tanıyıp öğrendikten, onu kendilerine din olarak seçtikten sonra asla başka bir dine iltifat etmemişlerdir. İslamiyet’e tam bir iman ve teslimiyetle bağlanan Türkler, İslamiyetle beden ve ruh gibi birbirinin vazgeçilmezi oldular, onunla ve bütün Müslümanlarla tam anlamıyla özdeşleştiler, onun uğrunda mücadele etmeyi canlarına minnet, kendileri için en büyük şeref bildiler.
Bazı tarihçiler, Türklerin İslamiyete girişinde ve İslamın Türkler arasında yayılmasında hakanların, kağanların, hanların, beylerin yani yönetici sınıfın rollerini söylerler ve bunu çok abartırlar. Türklerin İslama girişi yöneticileri sayesinde olmuş gibi bir izlenim vermeye çalışırlar. Halbuki işin gerçeği ve doğrusu böyle değildir. Gerçekte Türkler arasında İslamlaşma yukarıdan aşağıya doğru değil, aşağıdan yukarıya doğru olmuştur. Yani Türklerde önce başlarındaki yöneticiler, kağanlar, hakanlar, hanlar veya beyler değil, sıradan insanlar İslamiyeti kabul etmiş, Müslümanlaşma halktan yönetime doğru olmuştur. Eğer illa bir zorlamadan bahsedilecekse burada yöneticilerin milleti değil, tam tersine önce milletin, daha doğrusu milletin özünü, cevherini temsil eden Türk karabudunun Müslüman olması, daha sonra da seçkinlerini ve yöneticilerini de Müslüman olmaya zorlamaları veya ikna etmeleri söz konusu olabilir. Yöneticilere rağmen ve onların rızası hilafına millet asırlardan beri diğer dinlerden yüz çevirerek akın akın İslama yönelmiş, nihayet geniş kesimler çoktan samimi bir şekilde Müslüman olmuşlardı. Gelinen noktada, Allah tarafından gönülleri İslama açılmış Türk Milletinin İslama yönelmesini, İslamla şereflenmesini artık kendi yöneticileri dahil hiçbir gücün engelleyebilmesi mümkün değildi. Yöneticilerin halkın fıtratına, ruhuna, yaşayışına uymayan dinlerde, kendi siyasi çıkarlarını düşünerek ısrar etmeleri, siyasi açıdan da gittikçe zorlaşıyor, bu durum halkla yöneticileri karşı karşıya getiriyordu. Müslüman halk yavaş yavaş başka din mensubu yöneticileri değil, yine hanedan ailesi içinden Müslüman olanları desteklemeye, onlardan yana tavır almaya yöneliyordu. Her şeye ve bütün engellemelere rağmen İslamın geniş halk katmanları arasında gelen kabul görmesi, aklı başında yöneticileri ister istemez bu eğilimi dikkate almaya ve uygun davranmaya yöneltiyordu. Halkının çoğunluğu Müslüman olmuş bir toplumda yöneticilerin hala milletin benimsediği dinden başka dinlerde ısrar etmeleri, onların meşruiyetini tartışmalı hale getiriyor, otoritelerini sarsıyor, iktidarlarını tehlikeye düşürüyor, hatta kaybettiriyordu. Bunun pek çok örneği vardı.
Bütün Türk toplumlarında yeni bir din arayışının sürüp gittiği dönemlerde, yönetimler Müslüman olmadan çok daha önce halk Müslüman olmuştu. Toplu halde İslamiyete girişler, halkın yöneticilerin bu yöndeki isteklerine ve dayatmalarına boyun eğmeleri şeklinde değil, tam tersine yönetimlerin halkın genel eğilimine ve milli iradesine uymaları şeklinde gerçekleşmiştir. Yani halk, garazsız, ivazsız, hak ve doğru buldukları için samimiyetle İslamiyete yöneldikleri halde, yönetici ve seçkin sınıf başlangıçta İslamiyeti kübulde değişik hesapların ve mülahazaların etkisiyle oldukça isteksiz davranmışlardır.
İslamiyetin, önce milletin, daha sonra yönetici sınıfın ve devletin dini haline gelmesi çok uzun bir süreç sonunda olmuş, bunda mutasavvıf, gezgin dervişlerin, Dede Korkut benzeri Müslüman Türk ozanların, İslam tebliğcilerinin asırlar süren tebliğ ve İslamı halka tanıtma ve sevdirme faaliyetleri çok etkili olmuştur. İslamiyet önce Oğuzlar ve Karluklar arasında yaygın bir hal almış, bu boylardan Müslüman olanlara genellikle Türkmen denmeye başlanmış, zamanla da Türkmen adı daha çok kırsal kesimden olan Müslüman Türkler için, Oğuz adı da şehirli Müslümanlar kullanılır olmuştur. Türklerin Müslüman olması sürecinin hiçbir aşamasında İslam’ın devlet ve yönetim tarafından Millete dayatılması, Milletin Müslüman olmaya zorlanması gibi bir durum söz konusu olmamıştır. Tam tersine İslamiyet geniş halk kitleleri arasında yayıldıkça, kendi aralarında bitip tükenmez iktidar kavgaları sürüp giden hanedan mensupları, bu güçten yararlanma ihtiyacını hissetmişler, bu güce dayanmadan iktidar olamayacaklarını, olsalar bile iktidarlarını sürdüremeyeceklerini ister istemez kabul etmek zorunda kalmışlardır. Hele milli iradeyi temsil eden karabudun Müslüman olduktan sonra, toplumsal, siyasi, ekonomik iktidarlar konusunda da Müslüman Türkler belirleyici güç haline gelmişler, yöneticiler ve yönetimler de milli iradeye uygun hareket etmek, boyun eğmek, her alanda bu güçten yararlanmak gereğini duymuşlardır.
İslamı benimsemiş geniş halk kitleleri, bir müddet sonra artık yavaş yavaş gayri Müslim yöneticilerin etrafından dağılarak, Müslüman yöneticiler etrafında toplamaya, onları iktidara taşımaya da yöneliyorlardı. Halkın genel eğilimlerine, dinine, inancına ve imanına, milli iradeye ters ve aykırı bir yol tutan yönetimlerin ve yöneticilerin elenmesi, kaybetmesi kaçınılmazdı. Nitekim Türklerde de hep milli iradeye uygun bir yol izleyen, onunla aynı gaye ve idealleri, değerleri paylaşanlar milletin desteğini alarak kısa zamanda güçlenmişler, rakiplerini bertaraf ederek, büyük başarılara ulaşabilmişlerdir. Türk halkı arasında İslamiyet yaygınlaştıkça, akıllı ve basiretli yöneticiler, seçkin sınıflar, yani egemen iradeler eğer kendileri de milletin dinine girip Müslüman olmazlarsa meşruiyetlerini ve iktidarlarını kaybedeceklerini, millete rağmen millete ters bir akide ve inançla, dinle Türk milletini idare etmenin mümkün olamayacağını, kendilerinin de ister istemez bu milli iradeye boyun eğmek, Müslüman olmak zorunda olduklarını görebiliyorlardı. Elbette bunu göremeyen, görse de kabul etmek istemeyen, sahip oldukları ayrıcalıklarından, üstünlüklerinden hiçbir şekilde vaz geçmek, milli iradeye boyun eğmek istemeyen, Müslüman olmamakta direnen, İslamla ve Müslümanlarla mücadeleye girişen yöneticiler ve seçkinler de yok değildi. Fakat onlar bu hatalarının bedelini çok ağır ödediler. Bütün ilk Müslüman Türk devletlerinde ve imparatorluklarında örneğin, Karahanlılar’da, Selçuklular’da, Gazneliler’de, Oğuzlarda, Volga Bulgarlarında vb gibi bu hep böyle olmuştur. Örneğin, İslamiyeti resmi din olarak kabul eden ilk Türk Devleti olan Karahanlılar’da Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Doğu Karahanlı tahtında oturan en son gayri Müslim Hakan Oğulcak Han’dı. Halkın büyük çoğunluğu çoktan İslamiyeti kabul etmiş olmasına rağmen Oğulcak Han, çevresiyle birlikte Budizm dininde kalmak, Türkler arasında da Budizmi yaymak ve yerleştirmek istiyordu. Onun bu yanlış politikası yüzünden millet kendisinden yüz çevirip desteğini çekti. Onun yerine Müslüman olup Abdülkerim adını alan yeğeninin etrafında kenetlendi. Abdülkerim Satuk Buğra Han, Müslüman Türk gönüllülerden oluşturduğu ordusuyla amcasına karşı amcasına karşı giriştiği taht mücadelesini ve iktidarı kazaranarak devlete ve bölgeye hâkim oldu. Müslüman olmamakta direnen, İslama ve Müslümanlara karşı olumsuz ve saldırgan bir tavır takınan Oğulcak Han, akın akın İslama yönelen milletinin desteğinden mahrum kaldığı için hem iktidarından, hem de hayatından oldu. Büyük Türk Hakanı sıfatıyla Karahanlı tahtına oturan Satuk Buğra Han, İslamiyeti resmi din olarak ilan etti ve Ortaasya’da İslamın yayılmasında çok büyük hizmetlerde bulundu. İslam’ın yayılmasının önündeki engelleri kaldırma yolunda verdiği mücadele onu, hem millet nezdinde çok sevilen, sayılan, itibarlı, efsanevi bir destan kahramanı haline getirdi; hem de çok sağlam iktidara, hızla büyüyen, genişlenen, güçlenen bir devlete sahip olmasını sağladı. Yani burada söz konusu olan önce yöneticilerin Müslüman olara bu kendi halklarına zorla benimsetmeleri değil, yöneticilerin zaten Müslüman olmuş millet çoğunluğunun dinine girerek, onlarla aynı inanç ve idealleri benimsemesi, hayaller üstü başarılara zemin hazırlayacak bir devlet millet birliğinin ve beraberliğinin sağlanmasıdır.
Bazı tarihçiler, Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın İslam’ın önündeki engelleri kaldırmak için yaptığı mücadeleleri, cihadı gayri Müslim Türkleri zorla Müslaman yapmak için girişilmiş savaşlar olarak görmeye ve göstermeye, böylece Türklerin zorla Müslüman yapıldığı yolundaki iddialarına bunu delil göstermeye çalışırlar. Halbuki Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın yaptığı savaşların hiç birisinin amacı kesinlikle halkı zorla Müslüman yapmak değildi. Zaten İslam inancında zoraki iman ve İslam makbul değildir. Aksine Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın yaptığı savaşlar, genelde halkın arzu etmediği benimsemediği dinleri halka dayatan hanların, hakanların, beylerin zulüm ve baskılarına son vermek için yapılmıştır. Bu savaşlara genelde zorba ve zalim yöneticilerin baskı ve zulümlerine karşı halkın Büyük Türk Hakanı sıfatıyla kendisinden imdat ve yardım istemeleri üzerine ve yönetimler adil ve makul çözümlere yanaşmadıkları takdirde girişiliyordu. Yani bu savaşlar özellikle masum halkı öldürmek, yok etmek, ortadan kaldırmak için değil, zulümden ve baskıdan kurtararak diriltmek, var etmek için halkın desteğini kaybetmiş zalim yönetimleri hizaya getirmek veya bertaraf etmek için yapılan savaşlardı. Bu savaşlarda kaybedenler, ölenler, bertaraf edilenler sadece zalimlerdi. Çoğu olaylarda halk bu zulüm yönetimlerinden intikamını bizzat kendisi alıyor, bunların hakkından bizzat kendisi geliyor, Abdülkerim Satuk Buğra Han’a sadece olup biteni uzaktan izlemek, çok gerekli olursa müdahale etmek düşüyordu. Bunun böyle olduğunu, kendim de bir defasında yerinde görüp anlama fırsatını bulabildim.
2008 yılında resmi bir heyetle Doğu Türkistan’a gitmiştik. Çinliler bizi, Turfan’a da götürdüler. Burada Turfan Uygurlarının tarihi başkenti olan Yargül’ü gezdirdiler. Burası iki kola ayrılmış bir nehir yatağının ortasında, etrafı yüksek yarlarla ve surlarla çevrili, çok geniş bir alana yayılmış, tarihi kalıntılarla dolu bir saray şehirdi. Burayı gezerken çok geniş bir alana yayılmış yüzlerce küçücük mezar dikkatimi çekti. Türkçe konuşan Çin’li rehberle aramızda şöyle bir konuşma geçti:
– Bunlar ne böyle? Bana sanki çocuk mezarlarıymış gibi geldi?
– Evet, haklısınız! Bunlar çocuk mezarlarıdır.
– İyi ama burada bu kadar çok çocuk mezarının ne işi var? Bunlar eski Uygurlardan mı kalma, yoksa sonraki dönemlerde buraya konmuş.
– Yok yok, sonradan değil. Turfan Uygurları döneminden kalma. Biliyorsunuz, Turfan Uygurları Budizm dinine mensuptular. Hakan da bu dinin en büyük rahibi, en yüksek din adamı konumundaydı. Budizm’de reenkarnasyon yani ruhun bir bedenden başka bir bedene geçtiği inancı vardır. Hakan, bu çocukların ruhları da kendisine geçsin, böylece daha sağlıklı ve daha uzun ömürlü olsun diye özellikle yeni doğmuş sağlıklı ve gürbüz çocukları toplatıp seçiyor, bunları kendisi için kurban ettiriyordu. Cesetlerini de özel olarak yaptırdığı bu mezarlara gömdürüyordu. Bu mezarlar işte bu şekilde kurban edilmiş çocukların mezarlarıdır.
– Peki ama burada yüzlerce mezar var! Bu çocukların anaları, babaları yok muydu? Kendi çocuklarının kurban edilmesine niçin ve nasıl razı olabiliyorlardı? Yoksa bu insanlar da çok dindar Budistler miydi?
– Yok canın, ne dindarı, ne Budisti? Turfan Uygurlarında halkın çoğu Budist değildi! Budizm de halkın değil, yönetici seçkin sınıfın diniydi. Hiç kimse yok yere, çocuğunun elinden alınıp, göz göre göre kurban edilmesine elbette razı olmaz. Ama ne yapsınlar? Yönetim gücünü, iktidarı ve askeri gücü ellerinde tutan yöneticilere karşı ilk zamanlar halkın yapabileceği hiç bir şey yoktu. Zaten halk da en sonunda fırsatını bulur bulmaz yapacağını yapmış, bunun acısını ve intikamını Budist yöneticilerden çok acı ve ağır bir şekilde çıkarmış.
– Nasıl?
– Anlatıldığına göre Karahanlı Devleti İslamiyeti kabul ettikten sonra halk, Büyük Türk Hakanı sıfatıyla tahtta oturan Satuk Buğra Han’a başvurmuşlar. Kendilerini Budist yöneticilerinin baskılarından, zulümlerinden ve işkencelerinden kendilerini kurtarması için onu yardıma ve imdada çağırmışlar. Satuk Buğra Han, ordusuyla gelip ve şehri kuşatmış. Fakat halk yönetici sınıfa çok kızgın olduğu için, Satuk Buğra Han’a:
– Hakanım! Şimdi siz artık bu işe karışmayın. Bu işi bize bırakın! Bizim bu adamlardan alınacak öcümüz var. Biz yıllarca bugünü bekledik. Eğer hıncımızı, öcümüzü bunlardan kendimiz almazsak içimiz rahat etmez, gözümüz açık gider. En iyisi siz burada bir süre bekleyin! Bundan sonra olacakları sadece seyredin! Biz, bunların hakkından geliriz! Ama eğer gelemezsek, siz o zaman harekete geçer, ne yapacaksanız yaparsınız! demişler.
– Peki, halk gerçekten bunların hakkından gelebilmiş mi?
– Gelmiş, gelmiş, hem de nasıl? Karahanlı ordusunun hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan
Uygur Hakanı ve askerleri ortadan kaldırılmış. Budist madetleri, heykelleri, yapıları yerle bir edilmiş. İşte bu gördüğünüz hale getirilmiş.
Çin’li rehberin anlattıkları gerçekten ibret vericiydi ve ilk İslamlaşma döneminde Abdülkerim Satuk Buğra Han’ın ve diğer Müslüman Türklerin yaptıkları savaşların nasıl savaşlar olduğunu, ne amaçla yapıldığını çok güzel açıklıyordu.
Benzer durum, ‘Büyük Selçuklular Devleti’’ için de geçerlidir. Devlete adını veren Oğuzların Kınık boyundan Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasında hüküm süren Oğuz Yabgu Devleti‘nin Sü başısı yani başkumandanı idi. Devlet yönetiminde Yabgu’dan (hükümdar) sonra ikinci en üst makam olan bu görev de hükümdarlık gibi irsi bir makamdı. Bu göreve gelebilmek için de han soyundan (Açina, Aşina, Asena soyu) olmak gerekiyordu. Babası Dukak Bey 903 yılında öldürülünce, Selçuk Bey, babasının yerine 17-18 yaşlarında Sü başı oldu. Genç yaşında böyle yüksek bir mevkie ulaşan Selçuk Bey’in devamlı artan bir itibarı, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çareler aramaya başladılar. Olup bitenleri öğrenen ve öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, muhtemelen 915 yılına doğru, Seyhun Nehri kenarındaki Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte bir hudut durumundaydı, halkının büyük çoğunluğu da Müslümandı. Selçuk Bey’in idaresindeki Türkler de burada kısa zamanda İslam’ı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını daha da açtı. X. Asır boyunca devam eden bu rekabet ve anlaşmazlık sayıları gittikçe artan Müslüman Oğuzların Yabgu’dan uzaklaşıp isyancı Selçuk Bey’e yanaşmaları ve onun etrafında toplanmaları sonucunu doğurdu. Müslümanların desteğiyle büyük bir güç haline gelen Selçuk Bey: “Müslümanlar, gayrimüslimlere haraç vermez!” diyerek Yabgu’nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Selçuk Bey’in, gayri Müslim Yabgu’ya haraç vermeyerek bağımsızlığını ilan etmesi, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevredeki Müslümanlar arasında tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Müslüman Türkler, onun etrafında toplandı. Müslümanlardan aldığı destekle Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türklerle yaptığı savaşlarda üstün başarılar ve gittikçe artan büyük bir şöhret kazandı. 990’da Selçuklular, Sü-başılıktan yani Oğuz devletinin başkumandanlığından Yabguluğa yani hükümdarlığa yükseldiler. Büyük Selçuklu Devletinin temellerini atan Selçuk Bey; 1000 yıllarında 100 veya 115 yaşlarında iken vefat etti.
Aynı Selçuklular, daha sonra Türk adet ve törelerinden uzaklaşarak geleneksel Orta Doğu sultanlarının gösterişli yaşamlarını benimsediler, kendi halklarının, milletlerinin ve kabilelerinin tabanlarına yabancılaştılar. Son etkin Büyük Selçuklu Sultanı olan Sancar (1118-1157) 1141’de isyancı Oğuz kabile üyelerince yenilgiye uğratılıp esir alındı ve hapiste tutuldu (1153-1156). Böylece o koca imparatorluk yine onu kuran unsurlar tarafından tarih sahnesinden silinmiş oldu. Bu da din seçiminde de, başlarındaki yönetimi ve iktidarı belirlemekte de Türk milletinin pasif değil, çok aktif bir millet olduğunun açık delilidir.
Müslüman olarak İslamla özdeşleşen, kendisini İslama hizmete adayan Türk’ün bu dine hizmetleri ölçüsünde adının, sanının, namının, nişanının, kimlik ve kişiliğinin zirvelere çıktığı, daha önce kan, soy, sop, dil, renk olarak Türklükle maddi ve manevi hiçbir bağı, ilgisi, alakası olmayan ırkların, kavimlerin, kabilelerin ve milletlerin bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsedikleri, hatta bazılarının herkesten daha fazla Türk oldukları, Müslüman olmayan Türklerin ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybettikleri, hatta herkesten daha fazla Türk düşmanı oldukları şüphe götürmez bir gerçektir.
Türklük de, Müslümanlık gibi bir etnik kimlik, bir ırk olayı değil, bir bilinç ve şuur olayıdır. Her ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen şeylerdendir. Her ikisinde de kan ve soy, sop bağı yeterli değildir. Peygamberlerin eşlerinden ve çocuklarından bile dinsizler, imansızlar çıkabildiği gibi, anası babası Türk olanlardan bile Türklükle bütün alakasına kesebileler de çıkabiliyor, öte yandan Türklüğü sonradan kazanmış nice yabancılar, herkesten daha fazla Türk olabiliyorlardı. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük denizine dalan, Türklük şuuruna eren herkes de köküne, kökenine, geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılıyordu. Denizden kopup ayrılmış bir damla nasıl artık deniz özelliğini yitiriyorsa, Türklük şuurunu yitirmiş herkes de hemen Türk özelliğini de yitiriyordu. Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden sonra meydana gelen o eşsiz ve güzel yapı içerisinde bütün çirkinler ve çirkinlikler güzelleşiyor, biçimsizler biçimleniyor, şekilsizler şekilleniyor, değersizler değerleniyordu. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise çok geçmeden her şeylerini kaybediyorlar, nihayet kendileri de kayboluyorlardı. O özellikleri kaybedenlere ‘Sen yolu unutmuşsun, yakında yürümeyi de unutursun!’ derlerdi. Türk kelimesinin sözlüklerde hepsi de çok saygın ve olumlu çok çeşitli anlamları vardır. Bu anlamlar Türklerin İslama bağlılıklarının ve hizmetlerinin yüksek olduğu dönemlerde yeni yeni olumlu ve üstün anlamlarla güçlenmiş, tersine gelişmelerin yaşandığı dönemlere adımız ve imajımız olumsuza dönmüş, nihayet ‘Turkey’e (hindi) kadar inmiştir. Bu gerçekten de ibretlik bir gelişmedir. Adımızı ve imajımızı sadece reklam ve tanıtım faaliyetleriyle değil, özde, cevherde, kalite ve karaktede kendimizi düzelterek, olumsuz yönlerimizi olumluya çevirerek, eksiklerimizi tamamlayarak, fert ve toplum bazındaki yozlaşmaların, bozulmaların önüne geçip düzelterek, kendimizi iyi yönde değiştirip yenileyerek düzeltebileceğimiz, kendimizi düzeltmeden imajımızı düzeltemeyeceğimiz ortadadır.
Türk’e has karakterlerini ve özelliklerini, dolayısıyla Türklüğünü yitirmiş olanlar, tarih boyunca kızgın çöllerde yolunu izini kaybetmiş küçük dereler, deniz olmaya yanaşmayan küçücük damlalar gibi yitip kaybolup gitmişlerdir. Türklük, İslam sayesinde engin bir deniz olmuştur. Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da nasıl engin denizleri doldurup taşıramazsa, Türklük de ne kadar dolarsa dolsun, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, asla taşıp dökülmüyordu. Coşkun akan sular seller gibi ona koşan herkes, onun bağrında kendine mutlaka güzel bir yer bulmuştur. Türklük İslam sayesinde hep artan hiç eksilmeyen, hiç azalmayan hep çoğalan, hiç küçülmeyen hep büyüyen büyük bir okyanus, engin bir derya oldu. Ona karışan, küçülmedi daha da büyüdü, eksilmedi, daha da arttı, azalmadı, daha da çoğaldı, yitip kaybolup gitmedi, aksine o büyük birlik içinde kendi varlığını da garantiye aldı. Ona katılanlar en ufak bir zarara uğramadı. Herkes olduğundan binlerce kat daha fazla oldu.
Türkler İslamla şereflendikten ve İslamın bayraktarlığını üstlendikten sonra ise Türklük, İslamın siyasi, sosyal, iktisadi, hukuki velhasıl her bakımdan birlik ve beraberliğini, gücünü, kuvvetini ve kudretini temsil ve ifade eden bir anlam kazandı. Türk Milleti İslamı öyle sevdi ve benimsedi ki, onu kıymeti ve şükrü en çok bilinmesi gereken en büyük nimet olarak gördü. Gerçekten de bu nimet sayesinde çok büyük ve erişilmez nimetlere, şeref ve üstünlüklere kavuştu. İslam’dan aldığı güçle çok büyük tehlikeleri ve badireleri atlatabildi, varlığını, birliğini, dirliğini bugüne kadar sürdürdüğü gibi, bundan sonra bu nimet sayesinde olduğundan daha fazla olabileceğine, çok daha büyük ve eşsiz nimetlere ererek varlığını sürdüreceğine olan kesin imanını hiç kaybetmedi. Zaman zaman kendi içinden de çıkabilen, İslam’ın bu millet için ne anlam ifade ettiğinin, ne kadar büyük bir nimet ve kazanım olduğunun farkına varamayanlara, onların buna aykırı söz, eylem, fikir ve görüşlerine hiçbir zaman iltifat etmedi, değer vermedi. Yine içinden çıkardığı İslamın değerini, önemini, anlamını çok iyi bilen, bunun farkında ve bilincinde olan aydınları, ilim ve fikir adamlarıyla diğerlerine karşı en güzel ve en özel cevapları vermekten geri kalmamıştır. Bunlar toplansa ayrı bir kitap olur ama ruh ve gönül dünyamızın abide şahsiyetlerinden, çığlığı sınırları aşmış Hazreti Mevlana’nın İslami bilinçten, sevgi ve bağlılıktan yoksun olanlara karşı Mesnevi’sinde dile getirdiği şu sözler ciltler dolusu kitapla anlatılamayacak şeyleri anlatmaya yeter:
“Sen bu dinin kıymetini ne bilirsin? Sen bu dini, anandan babandan bedava miras buldun da onun için başını şükretmekten çevirdin! Mirasyedi mal kadrini ne bilir? Hazreti Muhammed’in ve onun ashabının milletler üzerindeki hakkını iyi bil ve iyi tanı! Eğer onların gayret ve çalışmaları olmasaydı, sen de şimdi ataların gibi puta tapar olacaktın! Başın puta secde etmekten bunun şükrünü bilesin diye kurtuldu!”
İslamın en önemli iki kavramı, şehitlik ve gaziliği Türkler kadar yücelten, canından çok sevdiği ciğer pâresine ‘Güle güle git yavrum! Ya şehit ol, ya gazi!’ öğüdünü vererek peygamber ocağı dediği askere uğurlayan, onu peygamberinin adıyla, ama derin sevgi ve saygısından ötürü biraz değiştirerek ‘Mehmetçik’ diye isimlendiren, üstelik uğurlarken de kurbanlık koçlar gibi kınalayıp süsleyen başka bir millet yoktur.
Bu milletin halen de geçerli olan ‘İslamın gazisi olmayan bir kimse, Türk’ün kahramanı da sayılamaz!’ şeklinde bir düsturu vardır. Bu düstur gereğince, TBMM tarafından Mustafa Kemal’e gazilik gibi İslami-milli yüce ve yüksek bir unvan verilmiş, o da Milli Mücadele süresince bu unvana layık olmak için çalışmıştır. O sadece Türkiye’de değil, bütün İslam dünyasında ‘İslamın kılıcı, Müslümanların kurtarıcısı, Allah için savaşan büyük bir mücahit, önder ve teşkilatçı olarak şöhret bulmuştu. Bütün söz ve davranışlarıyla bunu ispat etmiş, TBMM’nin binlerce resmi evrak ve belgelerinde onun bu görüş ve düşünceleri ilan edilmiştir.
Müslümanlıkla ve İslama hizmetle şereflenen Türk’ün bu dine hizmeti ölçüsünde adının, sanının, namının, nişanının, kimlik ve kişiliğinin zirvelere çıktığı, daha önce kan, soy, sop, dil, renk olarak Türklükle maddi ve manevi hiçbir bağı, ilgisi, alakası olmayan ırkların, kavimlerin, kabilelerin ve milletlerin bile büyük bir memnuniyetle ve şerefle Türklüğü bir üst kimlik olarak benimsedikleri, hatta bazılarının herkesten daha fazla Türk oldukları, Müslüman olmayan Türklerin ise çok kısa bir süre içerisinde Türklüklerini de kaybettikleri, hatta herkesten daha fazla Türk düşmanı oldukları inkâr edilemez bir gerçektir.
Türklük ve Müslümanlık ikisi de kazanılabilen ve kaybedilebilen bir bilinç ve şuur olayıdır. Bir su damlasının denizin içinde artık deniz sayılması gibi, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmadan öz be öz Türk sayılmıştır. Denizden kopup ayrılmış damlanın artık denizle bir ilgisi ve deniz özelliği kalmıyorsa, Türklük şuurunu yitiren herkes de artık Türklüğünü ve Türklük özelliklerini kaybetmiştir. Türklük ve Müslümanlığın birleşmesinden oluşan o eşsiz ve güzel yapı içinde çirkinler ve çirkinlikler güzelleşmiş, biçimsizler biçimlenmiş, şekilsizler şekillenmiş, değersizler değerlenmiştir. Bu büyük birlikten kopanlar, ayrılanlar, ayrı baş çekenler ise her zaman kendilerini kaybetmişler, kızgın çöllerde yolunu izini kaybetmiş küçük dereler, deniz olmaya yanaşmayan küçücük damlalar gibi yitip kaybolmuşlardır. Türklük İslamiyetle ve İslamiyet sayesinde hiç eksilmeyen hep artan, hiç azalmayan hep çoğalan, hiç küçülmeyen hep büyüyen, hiç kirlenip pislenmeyen hep temizleyen ve temiz kalan engin bir deniz olmuştur. Dede Korkut’un “Dereler, çaylar, nehirler, seller ne kadar çok çağlayıp coşsa da denizi doldurup taşıramaz!’ dediği gibi Türklük de ne kadar çok dolarsa dolsun, nerelerden kimler ona akın edip gelirse gelsin, asla taşıp dökülmeyen, hep artan ama hiç eksilmeyen, hep çoğalan ama hiç azalmayan, hep büyüyen ama hiç küçülmeyen engin bir deniz olmuştu. Ona karışan, küçülmüyor daha da büyüyor, eksilmiyor daha da artıyor, azalmıyor, daha da çoğalıyor, yitip kaybolup gitmiyor, o büyük birlik içinde kendi varlığını da garantiye alıyordu. Ona katılmakla hiç kimsenin en ufak bir kaybı ve zararı olmuyor, herkes olduğundan binlerce kat daha fazla oluyordu. Coşkun akan sular seller gibi ona koşanlar, onun bağrında mutlaka kendilerine de güzel bir yer buluyorlardı. Bir su damlası denizin içindeyken nasıl deniz sayılıyorsa, Türklük şuuruna eren herkes de geçmişine, evveliyatına bakılmaksızın öz be öz Türk sayılıyordu. Denizden kopup ayrılan damla nasıl deniz özelliğini yitiriyorsa, Müslümanlık ve Türklük şuurunu yitiren herkes de bu özelliklerini yitiriveriyordu.
Türkler ve Türklük hiçbir zaman başka milletleri, unsurları kendi bünyesinde eriten, yok edip bitiren bir yapı olmamıştır, ama çok eskiden beri Türkler için en büyük tehlike, Türklük bilincini ve şuurunu kaybederek başka milletlerin içinde eriyip kaybolma tehlikesi olmuştur. Çünkü Türkler oldum olası başka milletlerle çok kolay karışıp kaynaşabilen bir millet olmuştur. Bu yüzden Göktürk İmparatoru Bilge Kağan’ın milletini en çok uyardığı dikkat çektiği tehlikelerin başında bu tehlike gelmektedir. Bu tehlikelerden Türk Milletini koruyan en büyük kalkan ve zırh ise İslamiyet olmuştur.
Bu özellikleri yüzünden Türklük, içlerinden bazılarının kusurları ve hataları yüzünden zaman zaman büyük feleketlere, sıkıntılara, zaaflara uğrasa, pek çok acılar, dertler, çileler yaşansa da, başa gelenlerden yeni dersler çıkarılarak eskisinden daha iyi, daha ileri, daha yüksek, Türklüğe yakışır hale gelinebilmiştir. Bazı gönül erleri, özünü ve cevherini muhafaza edebildiği müddetçe Allah’ın bu millete ileride de çok büyük lutuflarının ve ihsanlarının olacağına, İbrahim Milleti hüviyetini kazanmış Türk Milletinin dünya durdukça varlığını hep sürdüreceğine, hatta yeryüzünde son tasarrufun da yine Türklere verileceğine inanmaktadırlar. Türk adı etrafında oluşan kutlu, adil ve güçlü birlikler beraber, Türk’ün adı, sanı, şanı, şerefi, namı, nişanı, gücü, kuvveti, devleti ve kudreti de kıyamete kadar sürüp gidecektir.
Türklük ve Türk Milleti için İslam o kadar önemlidir ki, Türk milletini İslam’dan uzaklaştırmaya, onun İslam’la bağlarını koparmaya çalışmak, ruhu ait olduğu bedenden ayırmaya çalışmaktan çok daha büyük bir cinayettir. Bu yüzden de tarih boyunca Türk Milletin dinini ihya etmek, Milleti ihya etmek, dinini yıkmaya ve bozmaya çalışmak milleti yıkmaya ve bozmaya çalışmakla eş anlamlı sayılmıştır. İslamı yaymaya, milletin dinini ihyaya çalışan hizmet erleri ve alp erenler Türk milleti tarafından en büyük ve en ulvi hizmet erbabı olarak kabul edilmişlerdir.
Türklük ve Müslümanlık arasındaki ilişkilere bakıp da bir Türk’ün: ‘İmanınla var ol, aziz milletim!’ dememesi mümkün değildir.
TÜRKLERİN ÜSTÜN ÖZELLİKLERİ
Türk kelimesi ve Türklük hiç bir gerçekliği olmayan anlamsız bir ad ve içi boş bir kelime değildir. Yukarıda Türk kelimesinin anlamlarına, Türk Milletinin bazı özelliklerine, ayrıca tarih içinde Türklükle Müslümanlığın aynı anlama gelecek kadar birbiriyle ilgili ve ilişkili hale geldiğine değinmiştik.
Sözlerin en doğrusu, en güzeli olan Allah kelamı Kur’an’da, Maide Suresi’nin 54. ayetinde Allah Araplara hitaben eğer Allah’ın dininden dönerlerse, Allah’ın onların yerine başka bir millet getireceğini haber vermekte ve bu milletin bazı karakteristik özelliklerini saymaktadır. Bu özellikler şunlardır:
- Allah’ı seven bir millet!
- Allah’ın sevdiği bir millet!
- Müminlere karşı alçak gönüllü bir millet!
- Kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir millet!
- Onlar Allah yolunda savaşan cihangir bir millet!
- Hak bildiği yoldan hiç dönmeyen, bu yolda başına gelecek hiçbir şeye,
kendilerini kınayanların kınamalarına aldırmayan bir millet!
Bu ayetteki özelliklerle bağlantılı olarak bu milletin bazı başka özelliklerinden de bahsedilebilir. Örneğin, bu ayette vasıfları sayılan ve övülen milletin aynı zamanda çok güçlü, kuvvetli, kudretli, muktedir, sevecen, şefkatli, merhametli bir millet olacağı da anlaşılmaktadır. Çünkü bütün müminleri şefkat kanatları altına alabilmek, onları koruyup kollayabilmek, gözetebilmek, onlara karşı şefkat ve merhamet gösterebilmek için güçlü, kuvvetli, kudretli olmak şarttır. Onların kâfirlere karşı da zorlu ve onurlu olacaklarının belirtilmesi de bu anlamı pekiştirmektedir.
Yine bu ayetten o Allah’ın sevdiği milletin, Müslümanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeyecekleri, hangi etnik kökenden gelirlerse gelsinler bütün Müslümanları kucaklayacakları, kendilerinden sayacakları, ötelemeyecekleri, yabancılaştırmayacakları, kendi toplumlarından ve milletlerinden ayırmayacakları, İslamla ve Müslümanlarla özdeş ve hemhal olmuş bir millet olacakları da anlaşılmaktadır.
Acaba burada üstün karakteristik özellikleri sayılan millet hangi millettir? Ya da bu özellikler en çok hangi millette vardır?
Bazı müfessirler ve İslam âlimleri bu ayetin genel yorumlanması gerektiği, ayette işaret edilen kavmin belli bir kavme hasredilmesinin, bu kavmin belli bir kavim olarak anlaşılmasının ve algılanmamasının doğru bir yaklaşım olamayacağı, ayette sayılan vasıfları, özellikleri taşıyan her kavmin sahip olabildiği özellikler kadarıyla da olsa bu ayetin kapsamına girebileceği kanaatindedirler. Bunun çok yanlış bir yorum ve anlayış olduğu da söylenemez. O zaman bu ayeti daha iyi anlayabilmek için binbeşyüz yıllık İslam tarihini iyi bilmek ve bu zamana kadar gelip geçmiş İslam toplumlarını, milletlerini, devletlerini çok iyi analiz etmek gerekir ki sağlıklı bir değerlendirme yapılabilsin. Yani bu ayetin en iyi, en doğru, en sağlam yorumcusu, müfessiri tarih, zaman, gelip geçmiş toplumların hayatları ve yaptıkları işler olacaktır. Ayetin yorumuna 1500 yıllık İslam tarihi açısından baktığımızda burada işaret edilen, karakteristik özelliklerin en çok, en uzun ve en istikrarlı şekilde Türk Milletinde bulunduğunu, dolayısıyla Allah tarafından ileride geleceği belirtilen, üstün vasıfları, özellikleri, nitelikleri sayılan ve kendilerinden övgüyle söz edilen bu kavmin Türk Milletinden başka bir millet olduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Ayette geçen tariflerin, tanımlamaların karakteristik özelliklerin en çok Türk Milletinde bulunduğu Türk ve yabancı yetkin bilim adamları tarafından örnek olaylarla açıkça ortaya konmaktadır. Yaklaşık bin yıldan beri İslam’ın bayraktarlığının ve temsilciliğinin Türk Milletinin elinde bulunması, bu emaneti hala onların elinden alabilecek daha üstün bir milletin şimdiye kadar çıkamaması, çoğu asırlarda aynı dönemde hüküm süren en büyük İslam devletlerinden bazen üçünün beşinin, hatta daha fazlasının Türk devletleri olması da bu ayette övülen milletin necib Türk Milletinden başka bir millet için yorumlanmasına imkan vermemektedir. Elbette Türklerin de bu karakteristik vasıfların ve özelliklerin ne kadarına sahip olabildikleri sorgulanabilir, pek çok konuda onların da eksiklerinin ve yetersizliklerinin olduğu, daha iyisinin ve daha güzelinin olabileceği, hatta olması gerektiği, İslamın çok daha iyi, çok daha güzel ve mükemmel bir şekilde yaşanmaya ve temsil edilmeye layık olduğu da söylenebilir. Bu arada Türklerin niçin daha fazlasını ve iyisini yapamadıkları, niçin daha üstün olamadıkları, niçin daha fazlasını başaramadıkları tartışılabilir, tartışılmalıdır da! Bunlar bir yana somut gerçek şudur ki; İslamın temsilciliği, Müslümanların liderliği ve önderliği, üstelik de İslamın ve Müslümanların her bakımdan en zor ve en kritik bir döneminde Türklere geçmiş, Türkler bin yıldan beri bu dine çok büyük hizmetlerde bulunmuşlar, bu alanda onlardan sonra onları geçebilecek, onlardan daha iyi ve hayırlı başka hiçbir millet de çıkmamıştır. Allah’ın, Kur’an’ın, bazı hadisi şerifleriyle Hazreti Peygamberin, tarihin ve ilimde derinleşmiş, insaflı bilim adamların tanıklık ettiği bu gerçeği değiştirmeye hiç kimsenin gücü yetmez, hiçbir akıl sahibi de bunu inkar edemez.
Bu özelliklerin Türk Milletinde ne ölçüde bulunduğu, ne oranda ve nasıl değişikliklere uğradığı ancak bu konuda tarih içinde yapılacak ciddi bilimsel araştırmalarla tam olarak ortaya konabilir. Ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz’in 840’larda yazdığı Fezailü’l-Etrak (Türklerin Üstünlükleri) adlı eseri ciddi ve önemli bir eserdir. Cahiz’in bu eserinde bu ayette ve Kur’an’ın başka ayetlerinde sayılan Allah’ın hoşnut ve razı olduğu kişi ve grupların özellikleriyle en çok Türklerde bulunabilen özellikler arasında paralellikler kurmakta, çok uzun bir Türkleri diğer milletlerden üstün kılan karakteristik özellikler listesi vermektedir. Bunlar arasında en dikkat çekici olanlarından biri, Türklerin İslamiyeti kendileri için soy, sop, nesep, ırk, millet, her şey edindikleri, aralarındaki en güçlü bağ olarak kabul ettikleri yolundaki tespitidir. Zaten Türkler bu tür özellikleri yüzünden, yani Türklükle Müslümanlığı birbirinden ayırmamaları, Türklüğü İbrahim Milleti, bütün Müslümanların dini, iktisadi, siyasi, sosyal, hukuki kısaca her bakımdan birliğini temsil eden ortak bağ olarak görüp algılamaları, bunu uygulamalarıyla da açıkça ortaya koymaları yüzünden başka ırklardan, soylardan, milletlerden, kavim ve kabilelerden Müslümanlar da kendilerini rahatlıkla Türk milletinden, hatta ırkından sayabilmişlerdir. Örneğin İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un Arnavut kökenli birisi olmasına rağmen ondaki Türklük bilincinin hemen herkesten daha yüksek olduğunu görürüz. Nitekim İstiklal Marşını ondan başka yazabilecek kimse çıkmamıştır. Çünkü bu iş sadece şairlik değil, ondan öte çok daha başka özellikler gerektirmektedir. Onun bu marşta Türk Milletini Hakka tapan bir millet olarak vasıflandırmasının, ‘Kahraman ırkıma bir gül’, ‘Ebediyyen sana yok ırkıma yok izmihlal’ gibi sözlerle bayrak sevgisini dile getirmesinin, böylece etnik köken olarak Arnavut olmasına rağmen kendisini ırk olarak da Türk saymasının kökeninde İslamla özdeşleşmiş bir Türklük anlayışı yatmaktadır. O biliyordu ki, daha çok Türk olmadan, daha çok Türklük bilincine sahip olmadan, Arnavut olabilmek de, Türk Milletini oluşturan unsurlardan herhangi birinden olabilmek de, bunu koruyabilmek de mümkün değildi.
Türklüğün de Müslümanlığın da birbiriyle özdeş, aynı anlamlara gelen iki kavram, her ikisinin sadece boş bir isimden, laftan, sözden ve iddiadan ibaret olmadığı gerçeğinden hareketle, Müslümanlığın nasıl bir şey olduğu, bu dinin sahibi olan Allah’ın insanlardan, fert ve toplumlardan nasıl bir Müslümanlık istediği, gerçek mümin ve Müslümanda bulunması ve bulunmaması gereken özellikler konusunda Kur’an-ı Kerim’de geçen, Türk Milletinin, daha doğrusu gerçek bir Türk’ün de baskın karakterleri arasında sayılabilecek bazı ayetleri de burada zikretmek yararlı olabilir:
Andolsun! Soluya soluya, harıl harıl koşanlara (at koşturanlara)!
Nallarıyla (taşlardan) kıvılcımlar saçanlara!
Ansızın sabah çağı erkenden düşmanı basanlara!
Tozu dumana katanlara!
Düşman topluluğunun ta ortasına dalanlara! (Âdiyât Suresi, Ayet: 1- 5),
Görüldüğü gibi bu ayetlerde, Allah’ın hoşnutluğunu, sevgisini ve rızasını kazanabilmek için tam bir iman ve olgunlukla, gerçek bir cihad ruhuyla, ateş gibi bir yürüyüşle son haddine ulaşmışbir aşk, şevk, istek ve arzuyla, iyiye, güzele ve doğruya erebilme ve onun hâkim kılabilme yolunda bütün imkanlarını, gücünü, kuvvetini, kudretini, varını, yoğunu son kertesine kadar ortaya koyabilenler, üstün bir çaba ve gayret gösterenler övülüyor. Bu ayette elbette sadece doğrudan doğruya Türklerin övülmediği, bu ayetin ayette sayılan özelliklere sahip olan herkesi içine aldığı açıktır. Ama bu ayette kullanılan temsillerin insana Allah yolunda akına ve gazaya çıkmış bir zamanların akınlarını ve akıncılarını hatırlatmaması da mümkün değildir. Şairin dediği gibi:
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik!
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Kur’an’da Allah’ın sevdiği, hoşnut ve razı olduğu kullarında görmeyi arzu ettiği başka özelliklere dikkat çekilir:
Yemin olsun!
Maruf için (iyilik için) (o birbiri ardınca) gönderilenlere! (Dine ve akla uygun şeylerle ve iyiliklerle, Allah’ın ayetlerini, emirlerini yüklenmiş olarak birbiri ardınca gönderilen müminlere, meleklere, vahyin bölümlerine, kalplere inen doğuşlara, rüzgârlara!)
(Allah’ın emirlerine sımsıkı sarılarak, küfrü ve kafirleri) fırtınalar gibi şiddetle esip savuranlara, yıkıp devirenlere! (Görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için) koştukça koşanlara!
(Allah’ın dinini ve buyruklarını yeryüzünde) yaydıkça yayanlara! (Diriltilmesi gerekenleri diriltip, canlandırıp, harekete geçirenlere!)
Hakk ile batılın arasını ayırdıkça ayıranlara! (Hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, gerçekle sahteyi) tam anlamıyla ve gerektiği gibi iyice ayıranlara!
Özür veya uyarı için (Özrü, mazereti, suçu, hatayı, günahı, eksikliği ortadan kaldırmak, kötülüğü önlemek veya uyarmak için, arındırmak veya sakındırmak için öğüt telkin edenlere! Kötülüğü ortadan kaldırmaya, kötülüğe yönelenleri azâb ile tehdide çalışanlara!)
Kur’an’ı ulaştıranlara!
Ki size va’d olunan, uyarıldığınız şey muhakkak gerçekleşecektir (Mürselât Suresi, Ayet 1-7).
Andolsun!
(Oklarını, yaylarını, silahlarını) çekip çıkaranlara! (Var güçleriyle Hak
yolunda mücadele edenlere!)
Neşeyle, şevkle, yavaşça, usulca, usulünce (oklarını, yaylarını gerip
kuranlara, silah alet ve edevatını hazırlayanlara, sonra da) çekip (düşmana atanlara)! (Düğümleri, sorunları hünerle çözenlere!)
Boşlukta yahut su üstünde yüzüp gidenlere! (Karada, denizde ve havada düşmanla savaşıp cihad edenlere!)
(İman’da, İslam’da, cihadda, Allah’a kulluk ve teslimiyette birbirleriyle) yarıştıkça yarışanlara! (Bu yarışta herkesi geçip yarışı kazananlara! Yarıştan ve mücadeleden hiç yılmayan, öncü ve muvaffak olanlara!)
Her işi (iyi bir düzen içinde güzelce) çekip çevirenlere! (Tedvir ve tanzim edenlere! Tedbirde kusur etmeyip, düzenleyip yönetenlere! Allah’ın emirlerini O’nun rızasına uygun şekilde uygulayanlara!)
(Ki kıyamet gerçektir, hepiniz ölümden sonra tekrar diriltileceksiniz!
(Nâziat Suresi, Ayet: 1-5)
Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin; yalnızca Rabbinize ibadet edin; hayırlar işleyin ki kurtuluşa erebilesiniz! Olması gerektiği gibi, tam anlamıyla Allah yolunda mücadele edin, azim ve gayretle çalışıp didinin, en zorlu, en üstün çabalara girişin! Sizi (insanlar arasından, mesajının muhatabı ve taşıyıcısı olarak) seçip çıkaran O’dur. O, size din konusunda hiçbir zorluk yüklememiş, hiçbir güçlük çıkarmamıştır (Size insan yaratılışına ters, eziyetçi, çileci anlamsız, biçimsel törenler, gereksiz ritüeller, hayatı çekilmez kılan tabular, sınırlamalar, ibadetler yüklememiştir). Haydin öyleyse, babanız İbrahim’in milletine (dinine, yoluna) uyun! Allah sizi hem daha önce hem de bu Kur’an’da “Müslümanlar (Allah’a teslim olanlar)” diye adlandırdı ki, Peygamber size şahit (ve örnek) olsun, siz de diğer insanlara şahitler (ve örnekler) olasınız. Artık namazınızı dosdoğru, devamlı ve duyarlı olarak hakkıyla kılın, zekâtı verin (ki hem kendinizi hem de mallarınızı arındırasınız) ve Allah’a sımsıkı bağlanın! O sizin gerçek Mevlanızdır (Efendinizdir, Sahibinizdir). O, ne güzel, ne üstün, ne yüce Mevlâ (Sahip, Efendi) ve ne güzel, ne üstün, ne yüce Yardımcı’dır! (Hac Suresi, Ayet: 77- 78).
Siz, insanların iyiliği (hayrı, faydası için seçilip, çıkarılmış) en hayırlı ümmetsiniz (milletsiniz, kadrolarsınız, bir hayır toplumusunuz!) Marufu emreder (İyiliği, İslâmî kurallarla örtüşen örfü, töreyi, ilmî verileri, mü’minlerin tasvip ettiği, icrasında hayır olan plan ve programları, adâleti uygulayarak kamu düzenini sağlar), kötülükden vaz geçirmeye çalışırsınız (Allah’ın, İslamın, sağlıklı aklın suç saydığı, haram kıldığı, çirkin, kötü ve fena saydığı, kamu vicdanının tasvip etmediği, icrasında hayır ve iyilik olmayan kötü, çirkin, yanlış ve bozuk şeyleri, bunların savunuculuğunu, sözcülüğünü yapmayı yasaklar, bunları önleyici tedbirleri alır, kamu düzenini, barış ve güvenliği sağlarsınız). (Çünkü) Allah’a inanıyorsunuz. Ehl-i kitap (Yahudîler ve Hristiyanlar ) da inansaydı, elbet bu, kendileri için çok daha iyi, daha hayırlı olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) onların çoğu, doğru yoldan çıkmışlardır (Onların çoğu akıllı, mantıklı, Hakka, hakikate, hakkaniyete, Allah’ın dinine ve rızasına uygun düşünebilme ve davranabilme özelliğini kaybetmiş, fâsık, âsi, bozguncular güruhudur) (Al-i İmran Suresi, Ayet: 110).
Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan, (hâkim)ler ve Allah için şahitlik eden (insan)lar olun! (O hükmünüz veya şahitliğiniz) velev ki kendinizin veya ana ve babalar(ınız)ın ve yakın hısımlar(ınız)ın aleyhinde olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah, ikisine de (sizden daha) yakındır (ve hallerini sizden iyi bilicidir). Artık siz, (haktan) dönerek (keyf ü) hevanıza uymayın! Eğer dilinizi eğip büker (hakkı olduğu gibi söylemekten çekinir) veya (büsbütün ondan) yüz çevirirseniz şüphe yok ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır. Ey iman edenler, Allah’a Onun peygamberine ve gerek o peygamberine ayet ayet indirdiği kitaba, gerek daha evvel indirdiği kitaba iman (da sebat) edin! (Nisa Suresi, Ayet: 135–136).
Bunlarla Türklerin karakteristik özellikleri arasındaki ilişkiyi okuyucuya bırakıyorum. Yüce Allah’ın Türkleri asırlar boyunca büyük bir görev için hazırladığına, onların gönüllerini İslama açarak, dinini yüceltme ve temsil etme, insanlara önderlik ve liderlik etme görevini onlara verdiğine, onları insanların en hayırlısı kıldığına, sonsuz lutuflarının ve nimetlerinin kapısını onlara ardına kadar açtığına işaret eden, hatta açıkça gösteren ayetlerin sayısını artırmak mümkündür. Kur’an’da bu yönde pek çok ayetler bulunduğu gibi Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen ilginç hadis-i şerifler de vardır. Bunların ne kadar doğru olduğunu, ne kadar Türkleri veya hangi Türkleri işaret ettiğini daha iyi anlayabilmek için de zamanın, tarihin, bu alanda araştırma yapmış bilim adamlarının şahitliğine başvurmak gerekir.
Biz, burada sadece bir ölçüde Kur’an’ın şahitliği ile yetindikten sonra, Türklerin karakteristik özellikleriyle ilgili olarak yaptığı çalışmada Kur’an ve hadislerden de çok geniş ölçüde yararlanmış saygın ve yetkin bir bilim adamının bilimsel tanıklığına başvuralım. Türkleri yakından izlemiş, gözlemlemiş, onlar hakkında değişik kaynaklardan çok çeşitli veriler toplayarak değerlendirmiş olan ünlü Arap edibi ve yazarı Cahiz’in, Türkler’in genel karakterlerini, üstün özelliklerini, nasıl bir Müslümanlık anlayışına sahip olduklarını Fezailü’l-Etrak (Türklerin Üstünlükleri) adlı eserinde toplamıştır. Değişik alanlarda çok önemli eserler vermiş olan Cahiz; Devlet yönetimi ve hilafet konularına çok önem veriyordu. Devletin bütün unsurlarını darıltmamaya azami gayret göstererek yazdığı eserleri Halife Me’mun’un da dikkatini çekmiş ve beğenisini kazanmıştı. Miladi 815 yılında Bağdat’a çağırılan Cahiz, Bağdat ve Samarra’da halife ve devlet büyüklerinin muhitine girerek çok saygın bir kazanmış, geçimini eserlerini ithaf ettiği devlet büyüklerinden aldığı büyük caizelerle sağlamaya başlamıştı. Bu durum Halife Mütevekkil Alallah ile Feth b. Hakan’ın Samarra yakınlarında öldürülmelerine kadar (861) devam etti. Biraz da Fezail’ül Etrak adlı eserinden dolayı gözden düşen Cahiz, Basra’ya çekilmek zorunda kaldı. Hayatının sonuna doğru felç olan, ayrıca damla hastalığından muzdarip olan Cahiz, çok yaşlanmış olarak 95 yaşlarnda iken Basra’da vefat etti (869) (İslam Ansiklopedisi, Cahiz Maddesi, Cilt 7, s. 21-26, Türkiye Diyanet Vakfı Yayını, İstanbul 1993).
Eserin yazıldığı dönem, daha ortada hiçbir Müslüman Türk devletinin bulunmadığı, Türklerin topyekûn bir millet olarak İslamiyet’i kabul etmedikleri bir dönemdir. Fakat Cahiz, o zamana kadar olup bitenlerden, gördüklerinden, okuduklarından, araştırmalarından, incelemelerinden yola çıkarak, olağanüstü bir ileri görüşlülükle, kehanet sayılabilecek sağlam ve doğru tahminlerde, öngörülerde bulunabilmiştir. Zaman içinde bunların aynen ve birebir gerçekleştiğini görmek son derece şaşırtıcıdır. Bu da onun ne kadar ileri görüşlü, sağlam bir muhakeme kabiliyetine, öngörü yeteneğine sahip bir bilim adamı olduğunun, tarih ve tarih felsefesi konusundaki üstün yeteneğinin, yetkinliğinin ve yeterliliğinin açık delilidir. Onun daha olmadan olacakları önceden görebilen bilim adamlığıyla bizdeki olup bitmiş, kesinleşmiş tarihi gerçekleri bile anlamaktan, olduğu gibi, objektif ve nesnel bir şekilde ortaya koyup yorumlamaktan, gelecek nesillere aktarmaktan aciz tarihçilik anlayışımız arasındaki fark, bu küçücük kitapla çok açık ve net bir biçimde görülebilmektedir. Cahiz, kitabını bilimsel, objektif ve tarafsız gözlemlerine dayanarak, inceleyebildiği o zamana kadar yazılmış dini ve diğer kaynaklardan yararlanarak hazırlamıştır. Kitabında Türklerin hem fizyolojik, psikolojik, dini, ahlaki, sosyal, kültürel, toplumsal, siyasal vb gibi çeşitli özelliklerini, karakterlerini çok güzel, doğru ve detaylı bir biçimde tahlil edip ortaya koyabilmiş, hem de yaşanan gelişmelerden yola çıkarak ileriye dönük çok doğru ve isabetli tahminlerde ve öngörülerde bulunabilmiştir.
Cahiz, dinine, devletine, Arap milliyetine, Hilafete ve Abbasi Halifesine son derece bağlı, devletin yüksek menfaatlerini her şeyin üstünde tutan, ülkenin barış, huzur, esenlik ve mutluluk içinde yönetilmesini her şeyden çok önemseyen bir bilim adamıydı. Devir, Abbasi Devletinin, hilafetin, devletin ve toplumun çok büyük bozulma ve çürüme emareleri gösterdiği bir dönemdi. O, iyi, adil, doğru, dürüst ve büyük işlerin ancak iyi, doğru, dürüst ve nitelikli insanlarla başarılabileceğine inanıyor, görev ve sorumluluklarının bilincinde bir aydın ve bilim adamı olarak kendisinin de milletine ve devletine karşı asla ihmal edilemez, çok önemli görev ve sorumlulukları olduğunu düşünüyordu. Abbasi devletinin yönetim mekanizmalarında gördüğü aksaklıklar karşısında suskun ve sessiz kalmak yerine, devlet kademelerine en uygun adamların nasıl ve kimlerden seçilebileceği konusunda Halife Mutasım’a yardımcı olmak, yol göstermek amacıyla bu kitabı yazmaya başladı. Ancak kitabını yazıp bitirdiğinde önce bazı sebepler yüzünden, daha sonra da Halife Mutasım’ın 842 yılında ölümü nedeniyle ona takdim edemedi. Cahiz, daha sonra Halife Mütevekkil döneminde bu kitabını Fath b. Hakan’a takdim etti.
Cahiz, kitabının başında, bu kitabı gereksiz yere, yalan, yanlış ve boş laflarla Türkleri methetmek için, hele hele asla Türkleri överken başkalarını yermek gibi bir amaç güderek yazmadığını açıkça belirtir. Yazar, kitapta nasıl bir araştırma yöntemi izlediğine de değinir. Daha çok kendi gözlemlerine, kendi gözlemlerine, araştırmalarına, incelemelerine, ilminin ve gücünün yettiği ölçüde de sağlam delillere dayandığını, ulaşabildiği ve sağlamlığına güvendiği kitaplardan, bilgi kaynaklarından yararlandığını, derleyip toparladığı veriler ışığında bir takım objektif tespitlerde, değerlendirmelerde, genellemelerde bulunduğunu, adalet ve insafa uygun bir şekilde, iyi niyet ve samimiyetle Türklerin belli özelliklerini ortaya koymaya çalıştığını ifade eder. Halife’nin bu yazdıklarından yararlanması gerektiğini düşündüğünü, bunu ümit ve temenni ettiğini, bu yüzden bu işe giriştiğini de açıkça belirtir. Bundan sonra da tabiattaki her şey, maddeler, madenler, bitkiler vb. arasında kıymet, derece, üstünlük farklılıkları olduğu gibi, hatta kıymetli madenler arasında bile değer ve kıymet farklılıklarının bulunduğu gibi insanlar ve toplumlar arasında da bulunduğuna işaret ederek, bütün insanların da aynı özellik ve niteliklere sahip olamayacaklarına, dolayısıyla bütün Türklerin de illa kendi kitabında yazdığı bütün üstün özelliklerin ve erdemlerin hepsini birden tek başlarına ve aynı derecede kendilerinde topladıkları şeklinde bir yanılgıya düşülmemesi gerektiği uyarısında da bulunur. Böylece kendi çalışmasının sınırlılığına yine kendisi dikkat çekerek, sağlam bir bilimsel bir zihniyete sahip olduğunu, böylece eserinin bilimsel değerini ve önemini de ortaya koymuş olur.
Örneğin Cahiz’in Türkler hakkında: ‘Ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte başka milletler Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar.’ şeklinde bazı genellemeleri vardır. Ama gerçek bir bilim adamlığı doğruluğu ve dürüstlüğüyle bu genellemelerinin sınırlılığını da yine kendisi açıklar: ‘Hepsine genel olarak altın denilse de dünyadaki bütün altınlar aynı ayarda ve değerde değildir. Bütün hızlı koşan cins atlar arasında bir kıyaslama yapılacak olursa, bunların hepsi cins at sayılsa bile birbirlerine karşı üstünlüklerinin veya hoşa gitmeyecek yönlerinin olduğu görülür. Aynı şekilde her Yunanlının filozof, her Çinlinin sanatkâr, her Arabın şair olması mümkün olmadığı gibi, her Türkün de illa burada anlatılan özellik ve niteliklere tek başına sahip olduğu iddia edilemez.’
Cahiz, kitabında belli örneklerden yola çıkarak Türklerde daha çok rastlanan, en yaygın, en mükemmel, en ayırt edici, en üstün özellikler üzerinde durduğunu, genellemelerini bu örneklemlere dayanarak yaptığını ifade eder.
Kitapta Cahiz’in de yakından şahit olduğu ve kayıtsız kalamadığı Abbasi devlet yapısı içindeki çarpıklıklara, bozukluklara, çürüme, yozlaşma ve bozulmalara dikkat çekilir. O zamanki Abbasi devletinin yönetim kademelerinde sayıları gittikçe artan olumsuz ve kötü örneklerin ayıklanması, bunların yerine daha liyakatli, dirayetli, ehliyetli insanların getirilmesi için halifeyi uyarmak, onu gerekli tedbir ve çarelere başvurmaya yöneltmek amacını güttüğünü de saklamaz. Esas amacı Abbasi Devleti’ne hizmet etmek olan Cahiz, bu emsalsiz eserinde bize, o zamanki Türkler hakkında başka hiç bir kaynaktan elde edemeyeceğimiz çok ilginç ve paha biçilmez bilgiler sunmaktadır. Bu da onun bu eserinin belki kendisinin aklından bile geçirmediği bir yan ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır.
Cahiz’inkonumuz açısından son derece önemli ve değerli olan bu eseri sağlam kaynaklara, tanıklıklara dayanmakta, isabetli analizler, yorumlar, tespit ve değerlendirmeler içermektedir. Bu kitap iyi okunup anlaşılmadan, Türkleri, Türklerin Müslümanlık anlayışını, Türklerin İslam, İslam’ın Türkler için taşıdığı önemi, anlamı, değeri, karşılıklı olarak birbirlerine kazandırdıklarını vb gibi anlayıp yorumlayabilmek mümkün olamaz. Ne yazık ki Türkler hakkında bu önemde ve değerde bir eser ne başka yabancı bilim adamları, ne de Türk yazarlar tarafından şimdiye kadar kaleme alınabilmiş değildir.
Cahiz’in Türklerin üstün özellikleri hakkında anlattıklarını özetleyerek okuyucunun istifadesine sunmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Cahiz diyor ki:
“Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten, yani Müslüman olduktan sonra her yerde Hak davanın, İslam düşmanlarını kahreden, ülkeler fetheden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve Hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyet’in başlangıç döneminde ensarın durumu ne idiyse, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu o olmuştur. Bu dinin başlangıcında Allah nasıl Medine’deki Evs ve Hazrec kabilelerine mensup insanların gönlünü İslam’a açarak dinini ve peygamberini onlarla desteklemişse, daha sonraki dönemlerde de dinini Türkleri İslam’la şereflendirerek desteklemiştir. Evs ve Hazreçliler, yani Medineli Müslümanlar bu ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir.
Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, bununla tanınmışlar, bununla bilinmişler, bununla sevmişler, bununla sevilmişler, çocuklarını da bu iman, ideal ve duygularla besleyip büyütmüşlerdir. Türkler, ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğrayıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler.
Onlar siyah bayraklara, sağlam rivayetlere, Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş, sağlam hadislere sahiptirler. Hadis ilmi, onlar arasında gelişmiş, onlar sayesinde sağlam bir hüviyet kazanmıştır. Güneşin doğduğu taraftan geldikleri için uğur da onlardadır. Bundan sonra onların işi hep ileri gidecek, hiç geri gitmeyecektir. Onlar, İslamın ve Müslümanların en zor, en sıkıntılı, en karanlık dönemlerinden birinde doğudan güneş gibi doğdular. Gündüz gibi bütün ufuklara ve dünyaya yayılıyorlar. Onlar Allah’ın dinini, bu hak davayı develerin ve atların gidebildiği yerlere kadar götüreceklerdir. Bundan sonra bu işin eskisi de, yenisi de, başı da, sonu da onlardır. Büyük savaşlar, önemli fetihler, eşsiz zaferler onların işidir. Savaş meydanlarında atlarını soluya soluya, harıl harıl koşturup kişnetenler, nallarından kıvılcımlar saçanlar, sabahın seher vaktinde düşmanları basanlar, tozu dumana katanlar, düşman topluluklarının ortasına fütürsuzca dalanlar (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5) döne döne korkusuzca döğüşenler, hız ve çabukluklarıyla elbiselerinin ve kılıçlarının rüzgarı ıslıklar çalanlar en çok onlardandır. Bütün yaşananlar, olup bitenler, onlar lehinde rivayet edilen haberlerin, hadislerin ne kadar sağlam ve gerçek olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Bu konuda da fiil sözü, gerçekleşen olaylar da haberleri doğrulamıştır.
Türkler, iri cüsseli, uzun ve gür saçlı, büyük kafalı, geniş omuzlu, geniş alınlı, kalın boyunlu, uzun kollu, kalın ve mükemmel kemikli, gürbüz, en çok nesil yetiştiren, nesli en temiz, asabı en kuvvetli, bedenleri silah taşımaya en dayanıklı, zırhları en çok göz dolduran, savaş için en çok hazırlığı ve tedariki olan kuvvetli ve kudretli bir kavimdir. Süvari oldukları için savaşlarda en büyük görev onlara düşer. Onlar ordunun mihveridirler. Düşman ordusunu tomar dürer gibi dürer, saç dağıtır gibi dağıtırlar. Geri çekilir gibi yapar, tekrar hücum ederler. Pusucuların, öncülerin, artçıların, önemli görevler için küçük müfrezelerin ve büyük birliklerin en iyisi onlardan seçilir. Yeryüzünün bütün altılıları ve süvarileri bir meydanda toplansalar, bir tarafta ta Türkler bulunsa, insanların gözüne Türkler hepsinden daha korkunç görünür. Yeryüzünde Arap ordularının kalplerini Türkler kadar titreten olmamıştır. Onların alayları ve süvarileri başkalarının taşıyamayacağı büyüklükte bayraklara, sancaklara, dehşetli davullara sahiptir. Bu burma bıyıklı, keçe külahlıların, ellerinde kafir kıran topuzları ve teberleri, bellerinde hançerleri, hamile kadınlara çocuk düşürtecek kadar gür ve korkunç sesleri, kuvvetli naraları vardır. Eğri kılıçlar kuşanırlar, at üstünde çok güzel dururlar ve cins atlar üzerinde çok yakışıklı ve gösterişli görünürler.
Hiç kimse onlarla baş edemez, onlara karşı duramaz. Yutulacak lokma değillerdir. Her güçlüğün üstesinden gelmesini bilirler. Elleri kolları bağlı olarak bir kuyuya atılsalar bile, mutlaka bir çaresini bulur kurtulurlar. Hele savaş meydanlarında hiç kimse onlarla baş edemez, onları gafil avlayamaz.
Türklerin bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur. Azimli, kararlı, gayretli ve çalışkandırlar. Tembellikten, ahestelikten, işten kaytarmaktan, kendi işlerini başkalarına gördürmekten hoşlanmazlar. Ancak iş bilmeyenlerin işten kaçtığına inanırlar. Kışın tencerenin kaynayabilmesi için yaz sıcağında beyinlerin kaynaması gerektiğini, kendi işlerini başkalarına gördürmeye alışmanın yılgınlığa, bezginliğe, acizliğe, çaresizliğe yol açacağını düşünürler. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayak bağı, kanaatkârlığı azimsizlik, savaşı terk etmeyi zillete sebep kabul ederler. Bir yerde eğlenip kalmak, beklemek, az işle meşgul olmak onlara çok ağır gelir. Ortaklaşa ve işbirliği içinde iş görmekte karınca kolonileri kadar mahirdirler. Kalabalık nüfus, tam teçhizatla savaşa her zaman hazır olmak, yiğitlik ve cesaret onlardadır.
Türkler, Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Boş ümitlere ve hayallere kapılmaz, boş işlerle uğraşmazlar. İki şeyden yalnız birini elde edebileceklerse en karlısını, en faydalısını, en fazlasını elde etmeye çalışırlar. Eğer ikisini de elde etmeleri mümkünse hiç birini feda etmezler. İyi bilmedikleri bir şeyin ardına düşüp, boş yere iddialaşmazlar. Bildiklerini tam bilirler, bilmediklerini bilir gibi davranmazlar. İşlerini tam ve sağlam yaparlar. Her işlerini bizzat kendileri yaparlar. İçleri dışları aynıdır. Aralarında anlaşmazlık azdır. Sonuç alınması imkânsız şeylere girişmezler. Vücutlarını dinlendirme gereği olmasa uyumazlar.
Başka milletler ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar. Türklerin, ruhi kuvvetleri bedeni kuvvetlerinden daha da fazladır. Allah belli üstünlükleri ve kabiliyetleri Türklere çok daha fazla vermiştir. Türkler, akıl, anlayış, izan, yüksek görüş, vakar, vefa, emanet ve iffet sahibi kimselerdir. Onların, çeşitli fikirlerin bozmadığı, zararlı fikirlerin nüfuz etmediği, bidatlerin tesir etmediği temiz kalpleri, kahraman yürekleri vardır. Türkler, çeşitli tevil ve yorumlarla, zararlı fikirlerle, boş böbürlenmelerle, böyle şeyleri konu edinen şiirle meşgul olan kimseler değildir. Onlar ateşli ve hararetli, anlayışlı kimselerdir. Hatıraları çok, bakışları keskindir. Vefalı, insaflı, anlayışlı, zeki kimselerdir. Halka en çok benzeyen, onların tabiatlarına en yakın olan, onlar tarafından en çok itimat edilen, konuşulması en çok arzu edilen, insanlara en çok merhamet eden ve yakınlık gösterenlerdir. Onlar gibi insanlara iyi ve hoş davranan, ikram ve taltifte bulunanlar görülmemiştir.
Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık hareketler, yerme, riya, dostlara karşı kibir, arkadaşlara karşı fenalık bilmezler. Hile ile başkalarının malını helal saymazlar. Başkalarının ırzına namusuna tecavüz etmez, haramlardan ve yasaklardan kaçınırlar. Türkler, yaptıkları iyilikleri hiç bir karşılık, ödül ve teşekkür beklemeden yaparlar. İnce ruhlulukla kanaati, hizmette sabır ve gayreti, uzak diyarlarda ve hudutlarda askerlik yapmaya tahammülü kendilerinde toplamışlardır.
Vatan sevgisi ve vatanlarına bağlılık, hiçbir kimsede Türklerde olduğu kadar yoğun, fazla, güçlü, köklü ve şiddetli olamaz. Türklerin memleketlerine, topraklarına, sularına, vatanlarına ait özellikler, başka milletlerle kıyaslanamayacak derecede onların vücutlarının terkibine, kanlarına, canlarına, huylarına, karakterlerine sinmiş ve onları birbirine bağlamış ve benzetmiştir. Kimse onlar kadar vatanlarının suyuna çekme özelliğine sahip değildir.
Türkler gerekmedikçe savaşmak istemezler. Önceden eksiklerini tamamlamadan, işlerini sağlama almadan körü körüne savaşa girişmezler, düşmanlarının eksiklerini görüp anlamadan hücuma kalkışmazlar. Esas amaçları düşmanın şerrini, zararını, kötülüğünü def etmek, onların hilelerine engel olmak, durumlarını sağlama bağlamaktır. Barıştan ümit kesip savaştan başka çıkar yol olmadığına karar verirlerse, vatanlarını, karargâhlarını, canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak, düşmanın zararını bertaraf etmek için yapılması gereken her şeyi yaparlar. Düşmanlarına hile yapmak, onları gafil avlamak isterlerse, karşı tarafın akıllarından bile geçmeyecek derecede ilginç ve etkili hile ve oyunları vardır (Hilal şeklinde geri çekilir gibi yapıp, düşmanı kıskaca almak, Kurt kapanı, Turan taktiği vb gibi Türklere özgü savaş hileleri).
Savaş sanatlarıyla çok içli dışlı olmak ve bu alanda herkesçe kabul edilen üstün özelliklere sahip olmak, Türklere sabır, cömertlik, mükemmeliyetçilik, kuvvetli azim, sağlam irade, doğru düşünüp yerinde ve zamanında hareket edebilme yeteneği, yüksek fikir, derin görüş, parlak anlayış gibi pek çok ilave özellikler de kazandırmıştır. Çünkü savaş sanatı erbabının, aynı zaman çok akıllı, bilgili, , tecrübeli, tedbirli, azimli, kararlı, sabırlı, kültürlü, anlayışlı ve ihtiyatlı olmaları, attan, silahtan, iyi anlamaları, insanları, ülkeleri, milletleri çok iyi deneyip, sınamış, tanımış olmaları, onları idare etmeyi ve sır saklamayı çok iyi bilmeleri, gafil olmamaları, hileleri, tuzakları ve başarılı olmanın bütün şartlarını çok iyi bilip sezinlemeleri, iyiyi kötüyü, yararlıyı ve zararlıyı en iyi şekilde ayırt edebilmeleri de şarttır.
Türkler, devletin çekirdeği, halife ve sultanların destekçisi olmaya, öne geçirilmeye, şerefli mevkilere getirilmeye en layık kimselerdir. İşlerini en güzel ve en özel tarzda yapabilme, devlete de en zarif usulde hizmet edebilme meziyet ve becerisine sahiptirler.
Türkler, kadir kıymet bilmeyenlerin, kendilerinden yararlanmak istemeyenlerin, haklarını tanıyıp vermeyenlerin, değerlerinin ve önemlerinin farkında olmayanların yanlarında kalmayı, işe yaramayacakları, faydalı olamayacakları yerlerde bulunmayı doğru bulmazlar. Haksızlığı, kenara köşeye atılmayı, beceriksizler, iş bilmezler arasına katılmayı onurlarına yediremezler. Sönüklüğü, sinikliği, pasifliği kendilerine yakıştırmaz, itilip kakılmayı, haksızlığa uğramayı hazmedemezler. Fakat adam kıymeti bilen, kötü alışkanlıkları olmayan, nefsanî arzularının, heva ve heveslerinin peşinde koşmayan, insanlar arasında ırkçılık, bölgecilik gibi anlamsız ve gereksiz ayırımlar, kayırmacılıklar yapmayan, hikmet, hak, hukuk, insaf, adalet, tedbir sahibi, doğru idari prensip ve kuralları olan ve bunlara uygun hareket eden hükümdarlara rastlarlarsa, vatanlarına duydukları büyük özlemlere rağmen onlara canla başla hizmet etmeye koyulurlar. Çünkü bu gibilere hizmet etmeyi din ve dünyanın selametine, âlemin nizamına hizmet etmek olarak görürler. Onlar hadlerini ve hudutlarını çok iyi bilen, kendilerini büyük ideallere hizmete adayan, ruhları bununla huzur ve mutluluk bulup yatışan, hak ve hakikat âşığı kimselerdir. Hakka ve hakikate hizmet etmeyi kişisel dostluklardan ve şahsi dostlarından daha ileri tutarlar. Bu yolda hizmet için kişisel arzu ve alışkanlıklarını bir tarafa atarlar, hür ve başıboş yaşamayı yerleşik hayata tercih ederler.
Yeryüzünde genel olarak her millet, her toplum, her nesil belli bir sanatta, meslekte, alanda uzmanlaşırlar, beceri ve maharet kazanırlar. Başka meslek ve sanatlardan uzak durarak, kendilerini tam anlamıyla ve bütün varlıklarıyla bu işe verirler. Başka işlere bölünüp parçalanmadan rahat ve salim kafayla uzmanlaştıkları kendi meslek ve sanatları üzerinde yoğunlaşırlar. Örneğin şimdiye kadar hiçbir millet Çinlilerin sanatta, Yunanlıların felsefe ve hikmette, Arapların şiirde, Farslıların siyasette, Türklerin savaş sanatlarında gösterdikleri başarıları gösterememişlerdir. Fakat Allah, Türklere bütün meslek ve sanatlarda çok büyük beceriler ve yetenekler bahşetmiştir. Eğer iyi işlenip değerlendirilebilseler Türkler, yeryüzünde, edebiyat, hikmet, hesap, hendese (geometri), mühendislik, musiki, kimya, fıkıh, hadis, tarih, coğrafya…vb gibi ne kadar ilim ve sanat varsa, hangisiyle uğraşsalar bunların hepsinin otoritelerine ve alimlerine üstün gelebilecek kadar yeteneklidirler.
Bir kılıç, son kullanıcısının eline ulaşıncaya kadar, hiç biri diğerinin yaptığı işi yapıp beceremeyecek çok sayıda sanatkârın elinden geçer. Ama bir Türk, bu işlerin hepsini en güzel şekilde becerebilir ve tek başına bir kılıcı yapabilir. Her Türk kılıç, kalkan, ok, yay, mızrak, keçe, zırh, üzengi gibi bütün harp silahlarını ve ihtiyaç malzemelerini de genellikle bizzat kendisi yapar. Hiç kimseden yardım istemeden, hiçbir dostunun ahbabının fikrini sormadan, hiçbir ustanın ve sanatkârın yanında çıraklık yapmadan, usta ve sanatçıların yalan dolanları, oyalamaları, ücret ödeme sıkıntılarıyla kafasını boş yere meşgul etmeden, başından sonuna kadar tek başına bunların hepsini yapabilir. At bakımı ve terbiyesinde de baytarlardan daha usta, en değme seyislerden daha başarılıdır. O yeri geldiğinde, hem çoban, hem seyis, hem canbaz, hem baytar, hem süvaridir. Kısacası bir Türk tek başına bile bir millettir.
Eğer şimdiye kadar, Türklerin memleketlerinde de çok sayıda peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri ve ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez (Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahiz, Çeviren Ramazan Şeşen, sayfa: 44-84, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını).
Burada yapılmaya çalışılan, bir zamanlar ortalama bir Türk’ün özelliklerini, karakterlerini, niteliklerini kısmen de olsa ortaya koymaya çalışmaktır. Gerçek anlamda Türk olmak işte böyle bir şeydir. Yani Müslümanlık da, tarih içinde onunla eş anlamlı hale gelmiş, özdeş olmuş Türklük de, her şeyden önce bir inanç, şuur, bilinç ve kabul meselesidir. Türk ve Müslüman olabilmek için, Türk ve Müslüman gibi düşünmek, hissetmek, inanmak ve yaşamak hem şart, hem de yeterlidir. Türklük ve Müslümanlık çok değerli bir ad, çok şerefli bir mensubiyettir. Fakat öte yandan boş bir iddiadan ibaret olmadığı gibi, kolay da değildir. Her mensubiyet iddiası gibi Türklüğe ve Müslümanlığa mensubiyet iddiası da, pek çok görevler, sorumluluklar ve mesuliyetler gerektirir. Böyle iddiası olanların, bunu gerçek bir Türk’e ve Müslüman’a, şanlı ecdadımıza yakışır üstün özelliklerle, büyük başarılarla, uygun ve güzel işlerle, fiillerle, amellerle, tutum ve davranışlarla ispat etmeleri gerekir. Bu özelliklere sahip olmayanların, bu mesuliyetleri, görev ve sorumlulukları yerine getirmeyenlerin iddiaları yalandır. Böyleleri bu milletin töresince, kim olurlarsa olsunlar, bu millet layık ve yakışır bir evlat olamazlar, hatta evlattan bile sayılmazlar. Nitekim böyleleri Dede Korkut diliyle: ‘Atasının adına leke süren, ona layık olmayan hayırsız evlat yok olsun daha iyi!’ diye lanetlenmektedirler. Asırlardan beri bizim en büyük talihsizliklerimizin, hatalarımızın, kusurlarımızın, belki de ihanetlerimizin temelinde İslam’a ve Türklüğe gerçek anlamda layık olamamamız, bu özelliklerden mahrum oluşumuz, Türk’e ve Müslüman’a layık büyük ve güzel işler yapamaz hale gelmemiz, böyle evlatlar yetiştiremememiz yatmaktadır. Bunun bedellerini asırlardan beri çok ödedik, hala da ödemeye devam ediyoruz. Başımıza gelen bela ve musibetlerin de en büyük sebebi budur. Hiç olmazsa bundan sonra bu hatalarımızdan bir an önce kurtulmamız, eksiklerimizi tamamlamamız, şerefli Türk adını ve Müslüman adını, sıfatını hak edecek, hem bunların, hem de kendimizin değerini, kıymetini yüceltecek, imajını düzeltecek üstün ve değerli işler yapabilecek, başarılar elde edebilecek hale gelmemiz şarttır. Bu bizim Türklüğe, Müslümanlığa, kendimize, geçmişimize ve geleceğimize karşı en başta gelen görev ve sorumluluklarımızdandır. Aksi takdirde bunların hepsine ihanetten farkı olmayan bu halimizle üzerimizdeki büyük vebalin altından kalkamayız, tarihi görev ve sorumluluklarımızı da yerine getirmemiş oluruz.
Ecdadımız onları Türk yapan, bu ve benzeri özellikleri sayesinde bütün dünyayı yönetebilir, dünyaya yön, nizam ve düzen verebilir hale gelmişlerdi. Çeşitli nedenlerle bu özelliklerimizi kaybettikçe, gücümüzü, kuvvetimizi, kudretimizi ve iktidarımızı da kaybettik, bize yakışan ve bizden beklenen rolü oynayamaz hale geldik. Bazen dünyanın sorunlarını çözmek, dünyayı yönetebilmek, dünyaya düzen verebilmek bir yana, kendi sorunlarımızı bile çözemez, kendi sorunlarımızla bile baş edemez, kendilerimizi bile yönetemez durumlara düştük. Fakat gelecekten ümit kesmemiz için de hiçbir sebep yoktur. Türk Milleti defalarca kazandığı başarıları, daha öne yapabildiklerinden daha iyisini, daha mükemmelini, daha da fazlasını yapabilecek, daha üstün ve büyük başarılar elde edebilecek bir kumaşa, kabiliyete ve potansiyele sahiptir. Arnold Toynbee’nin de dediği gibi Türk Medeniyeti ölmüş, yıkılmış, bitmiş, yok olmuş bir medeniyet değil, dondurulmuş bir medeniyettir. Yeri ve zamanı geldiğinde küllerinden yeniden doğabilme kabiliyetine sahiptir. Önemli olan kayıplarımızın, yenilgilerimizin, başımıza gelen felaketlerin sebeplerini iyi teşhis edip görebilmek, bunların sebeplerini hep başkalarında, başka yerlerde, dış etkenlerde değil, kendimizde aramamızdır. Esas sorunun başkalarında değil, kendimizde olduğunu anlayabilmeliyiz. Örneğin bazılarımız, durmadan Osmanlı’nın yıkılışını sadece Arapların, gayrimüslim azınlıkların ihanetine bağlayarak, kusuru hep başkalarında arıyorlar. Halbuki esas sebebi, kendi hata, kusur ve eksikliklerimizde aramak en sağlıklı yaklaşımdır. Gerçekte Osmanlı Devleti şu veya bu tebaasının kendisine ihaneti, bütün yabancı güçlerin ona karşı birleşmeleri yüzünden değil, artık bizim o koskokoca imparatorluğu idare edebilecek halde olmamamız, o özellikleri, kabiliyet ve nitelikleri çoktan kaybetmiş olmamız yüzünden yıkılmıştır. Gerisi teferruattır. Bugün de bizim için önemli olan kendimize çekidüzen vermemiz, bizi tarih, insanlık ve Allah nazarında yüceltecek, yükseltecek üstün özellikler, nitelikler kazanmaya çalışmamızdır. Yani lafta değil, fiiliyatta, sözde değil özde, gerçek anlamda, Türk gibi Türk, Müslüman gibi Müslüman olmaktır. Dede Korkut boşuna ‘Erleriniz er gibi er olsun!’ demiyor.
TÜRK TÖRESİNDE DEVLET ve DEVLET ADAMLIĞI
Türk Milletinin örfünde, âdetinde, töresinde devletin çok önemli bir yeri vardır. Devletin gerekliliği ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe!’ gibi atasözleriyle çok güzel ifade edilmiştir. Türk Milleti devletsizliğin, devletsiz kalmanın ne büyük bir felaket olduğunu yaşadığı acı tecrübelerle sık sık yaşayıp görmek zorunda kalmıştır. Nitekim 630 yılında Göktürk Devletinin yıkılmasıyla Türk Milletinin devletsiz kalması, bunun nedenleri, 50 yıllık esaret dönemi ve milletin karabudununun (büyük bütün) devletsizliğin acılarını ve sıkıntılarını nasıl dile getirdiği Bilge Kağan tarafından Orkun Abidelerinde çok çarpıcı bir şekilde dile getirilmiştir.
Eski Türklerdeki devlet-millet, yöneten-yönetilen, hakan-halk, hükümdar-teba ilişkileri başka devletlerdeki ve milletlerdekilere pek benzemezdi. Başka devletlerde ve milletlerde hükümdar halkın kendisine hizmet etmesi, hatta tapması gereken bir efendisi veya tanrısı durumundayken, Türklerde hakan halkına hizmet etmesi gereken, iktidarı ancak bu şekilde meşruluk kazanabilen yöneticisi durumundaydı. Türk hakanı kendisini tanrılaştıramazdı. Hakana yönetme gücünün ve iktidarının halkına hizmet etmesi, halkını yüceltmesi, yükseltmesi, mutlu etmesi, dünyayı da huzur, barış ve güvenle doldurması, dünyaya iyi bir nizam ve düzen vermesi için bizzat Tanrı tarafından kut bahşedilerek verildiğine inanılıyordu. Böyle davranmayan, böyle olamayan birisi Türk milletine hakan olamaz, eğer herhangi bir şekilde başa geçmişse hakanlığı meşruluğunu ve haklılığını yitirirdi.
Hakan da dahil, hiçbir devlet adamı, halkına üstünlük, efendilik, tanrılık taslayamaz, halkını kullaştıramaz, köleleştiremez, uşaklaştıramazdı. Halkına hizmet etmek, onu özgürleştirmek, onun yoksulunu bay, fakirini zengin, açını tok, çıplağını giyimli hale getirmek, onu eğitmek, geliştirmek, yüceltmek, yükseltmek hakanın, yönetme gücü ve iktidarı kendilerine emanet edilmiş bütün yöneticilerin en başta gelen görevlerindendi. Yöneticilerin başarısı, beyliği, hükümdarlığı ancak bu görevleri layıkıyla yerine getirmeleriyle belli olur, ancak böyle meşruiyet kazanırdı. Dolayısıyla Türk milletine kağan olmak, hakan olmak, yönetici olmak başka milletlerle kıyaslanamayacak kadar zor bir işti. Türklerde millet, hükümdar, sultan, devlet ve töre için değil, tam aksine hükümdar da, devlet de, töre de millet için, yani halkın, hatta bütün dünyanın iyiliği, mutluluğu için vardı. Çok eski devirlerden kalma yazılı ve sözlü metinlerde buna işaret eden sayısız örnekler vardır.
Kutadgu-Bilig’de, milletin devletten, devleti yönetenlerden ve hükümdardan başlıca istekleri ve beklentileri, ekonomik istikrar, adil kanunlar, asayiş ve güvenlik şeklinde sınıflandırılır ve hükümdarlara, yöneticilere şöyle seslenilir: ‘Ey hükümdar! Sen halkın bu haklarını öde ki, sonra kendi haklarını isteyebilesin! (Beyit: 2983, 5578). Bey iyi kanun yapmalı, Kanuna önce kendisi riayet etmeli ki halk da itaat etsin (Beyit: 1458, 2111). Halka aç mısın, tok musun? diye sor! Elini açık tut! Bir hükümdar halkından fakir adını kaldıramazsa nasıl hükümdar olur? (Kutadgu-Bilig, Bab 38, 54-55).
Eski Türk devletlerinde sofrasını, kapısını halka açık tutmak iyi hükümdarlığın sembolik göstergelerindendi. Hatta Dede Korkut destanlarından birinde (İç Oğuza Dış Oğuz’un Asi Olup Beyrek’in Öldüğü Destan) İç Oğuzun ve Dış Oğuz’un Beylerbeyi Salur Kazan’ın, yılda bir defa evini halkına yağmalattığı anlatılır. Bu yağma sırasında kendisi her şeyini, bütün malını ve mülkünü evde bırakarak, yalnızca karısını ve çocuklarını alıp dışarı çıkar. Halk da, hiçbir engelle karşılaşmadan, neye ihtiyacı varsa onu alarak evi istediği gibi yağma eder. Buradaki temel düşünce, halktan ihtiyacını gelip arz edemeyenlerin hiçbir kısıtlamaya, ayıplamaya maruz kalmadan, her neye ihtiyaçları varsa, onu hiç çekinmeden, sıkılmadan gelip yöneticinin evinden alabilmelerini, ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini sağlamaktır. Ayrıca böylece devlet yöneticilerin mal, mülk biriktirmelerinin, halk açken kendileri zevk ve sefa içinde saltanat sürmelerinin de önüne geçilmektedir. Bu uygulama Osmanlı Devleti döneminde, devlet görevlerinden azledilen veya görev sırasında ölen devlet görevlilerinin çoluk çocuklarının ihtiyaçlarından fazla mallarının müsadere edilerek, devlet hazinesine gelir kaydedilmesi şeklinde devam etmiştir. Çünkü devlet hizmetinde çalışanlar, eğer aşırı bir şekilde zenginleşmişlerse, bunun devlet ve millet sırtından kazanıldığına, dolayısıyla devlete ve millete geri iade edilmesi gerektiğine inanılıyordu. Bizde Batılılaşmanın en önemli sonuçlarından biri de müsaderenin kaldırılması, ardından da devlet memuriyetinde bulunanların rüşvet, irtikâp, görevi suiistimal gibi haksız yol ve yöntemlerle devletin ve milletin sırtından haksız kazançlar elde edebilmelerinin ve servetler biriktirebilmelerinin yollarının sonuna kadar açılması olmuştur.
Her millet için liderlerin, önderlerin gereği ve önemi inkâr edilemez. Çünkü başsız (lidersiz) ayakların yolu bitmez. Türk Milletine lider ve yönetici olacakların görevleri, sadece devlet işlerini düzene sokup iyi yönetmek değil, aynı zamanda insanlarını eğitebilmek, geliştirebilmek, yüceltebilmek olmalıdır. İktidar sahipleri sadece güç kullanma hakkını kullanan güçlü kimseler olarak kalmamalı, aynı zamanda halkını ve milletini de geliştirip güçlendirebilmeli, asıl liderin millet olduğunun idraki içinde olmalı ve bunu davranışlarıyla da göstermelidir. Gerçek lider, milletin ve memleketin kendisi için ne yapacağını değil, kendisinin memleketi ve memleketi için ne yapabileceğini araştırıp soran kişidir. Liderler bir orkestra şefi gibi olmalı, kendileri bizzat icra etmeseler, çalmasalar, söylemeseler de bütün orkestra üyelerinin görevlerini en iyi, en uyumlu, en mükemmel şekilde yerine getirmelerini, çalıp söylemelerini, işlerin en mükemmel şekilde yürütülmesini sağlayabilmelidirler.
Türk töresinde millete efendilik yoktur, hizmetkârlık vardır. Hiç kimse milletten daha büyük ve değerli değildir. Türk töresinde yöneticilik, devlet adamlığı bir keyif çatma yeri, bir meslek değil, gücü yeten herkesin asla kaçınamayacağı, bedelsiz, karşılıksız bir görev ve bir hizmettir. Türk milletinin sevgisini, saygısını ve güvenini kazanmanın yolu görev ve sorumluluk bilincine sahip olmaktan ve onu en iyi şekilde yerine getirmekten geçer. Sorumluluk, insanın yaptıklarının ve yapması gerektiği halde yapmadıklarının hesabını verebilecek durumda olması demektir. Bu nedenle sorumsuz insan yoktur, sorumluluklarının bilincinde olmayan insan vardır. Türk Töresindedevlet adamlığı, geçim aracı yapılamaz, kamu görevi ve gücü alet edilerek çıkar ve menfaat sağlanamaz. Türk töresinde devletin ve milletin sırtından geçinmek, çıkar sağlamak kadar iğrenç, çirkin ve ayıp bir şey yoktur. Dede Korkut, böylelerini şu ezgilerle kınıyor ve kamu vicdanında mahkûm ediyor:
İnsanoğlu türlü türlü
Kimi iyi, kimi kötü
Bazıları çok yalancı
Bazıları çok doğrucu
Bazıları hanlık eder
Nicesini kuma karar
Bazıları bey oldular
En sonunda vay oldular
Bazıları ‘Ben, ben!’ dedi
Ulus sırtından geçindi
İnsan eder büyük hizmet
Başından savar bin bir dert
Kimdir dersen iyi yiğit
Bilge olur iyi yiğit
Türk töresinde devletin, ilin, ülkenin gerçek sahibi devlet ve devleti yönetenler değil, millettir. Millet devlet için değil, devlet millet için vardır. Devleti yönetenler milletin efendisi değil, hizmetkârıdır. Devletin ve devletlûların milleti kullaştırmaya, kendilerine kul, köle etmeye kalkışmaları Türk Töresine terstir. Türk Töresinde millet devlet için veya devletlûlara hizmet değil, devlet ve devlet adamları millete hizmet için vardırlar. Yöneticilerden beklenen kendi çıkar ve menfaatlerini değil milletin çıkarlarını görüp gözetmek, milletini candan ve gönülden sevmektir. Milleti sevmek de lafla sözle değil, millete hizmetle olur. Türk Milli iradesi, kamusal alanda ahlakı, erdemi ve hüneri temel alan bir yapılanmayı öngörür. Buna göre törede, bütün kanunlarda, hukuki düzenlemelerde ve uygulamalarda ahlak, erdem ve hüner belirleyici olmalıdır.
Türk Milletinde, çok eskiden beri en büyük meşruiyet ölçüsü iktidarların ili, ülkeyi, devleti ve milleti adaletle ve milletin çıkarlarını gözeterek yönetip yönetilmedikleri olmuştur. İktidar sahiplerinin karar ve uygulamaları, milletin onayına mazhar olabildikten, millet tarafından benimsendikten, içselleştirildikten sonra iktidara geliş yol ve yöntemleri çok fazla sorun yapılmamıştır. Egemen iradeler, kendi siyasi tercih ve önceliklerini devletin menfaatlerinden üstün tutmadıkları, adaletten ayrılmadıkları müddetçe iktidara nasıl gelmiş olurlarsa olsunlar genelde meşru kabul edilmişlerdir. Fakat iktidar sahipleri, üst yöneticiler, bürokrasi veya bürokratlar, kendilerini devletin gerçek sahibi ve milletin efendisi gibi görmeye ve göstermeye başladıkları, millete yabancılaşıp ayrı bir sınıf oluşturdurları takdirde, yönetime gelme tarzları çok meşru bile olsa, sırf Türk töresine aykırı bu uygulamaları nedeniyle bile meşruiyetlerini kaybederler. Egemen iradelerin millete ve milletin çıkarlarına karşı ve ters olan uygulamaları Türk Milletinin olağanüstü sezgisiyle hemen fark edilerek mahkûm edilir, böylelerinin başına milletin sillesi er veya geç iner. Unutulmamalıdır ki:
“Milletin sillesinin sedası yoktur.
Bir de vurdu mu, devası yoktur.”
Milletin hesabı her zaman mutlaka tutmayabilir, fakat ahı mutlaka tutar. Millet adını tam olarak koyamadığı oldubittilere karşı her zaman fiili bir tepki gösteremeyebilir. Güçle, zorbalıkla karşılaşan Türk halkı, bu zorbalara ve zorbalığa karşı doğrudan cephe açmak yerine genelde çevresinden dolanmayı, uzun vadeli bir hesaplaşmayı tercih eder. Zamana sığınır ve zorba gücün aşınmasını bekler. Millet, aynı fikir, inanç ve idealleri benimsemediği yönetimlerden desteğini çektiğini açıkça meydan okuyarak veya karşı koyarak göstermez. Onlara karşı gerçek tavır ve tutumunu, tepkisini onlara soğuk bakarak, onlardan uzak durarak, onlara karşı suskun, pasif ve ilgisiz bir tavır ve tutum takınarak, gerçek duygu ve düşüncelerini gizleyerek dolaylı yollardan gösterir. O zorba güce karşı kendi dışında ve üstünde başka rakip çıkmasını, bunlar arasındaki mücadele üzerinden dolaylı bir direnişi daha emniyetli görür. Zaten kendi hayat mücadelesi ve asli ihtiyaçlarını karşılama çabası içinde kıvranan milleten, örgütlü büyük güçlere karşı ideolojik bir mücadeleye girişmeyi göze almasını beklemek gerçekçi bir yaklaşım değildir. Çünkü kitle irfanıyla ve tecrübesiyle bilir ki, rekabet ve yarış eşit şartlarda yürümeyecektir. Egemen iradenin gücünün neye yetip neye yetmediğini olağanüstü sezgi ve derin bir içgüdüyle sezer ve anlar. Her şeyi anlamasına, hissetmesine rağmen kitle, derin bir içgüdüyle susar. Susması onay değildir. Protestodur, başkaldırıdır ve isyandır. İtirazını, isyanını konuşarak, yazarak ifade edemese, düşünce silsilesi içinde ortaya seremese de başka siyasi muhalefet yollarına örneğin, adi suçlara yönelerek ortaya koyar.
Eski Türklerde hakan ve devleti yönetenler asla sorumsuz değil, Tanrı’ya ve milletine karşı sorumluydu. Bu sorumlulukları en iyi şekilde yerine getirmek, gerektiğinde milletine de yaptıklarının veya yapamadıklarının hesabını vermek zorundaydı. Bundan yaklaşık 1300 yıl önce dikilmiş Orhun Yazıtlarında Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk’un diktirdikleri kitabelerde, devlet ve millet, hakan ve halk arasındaki karşılıklı hakların, görev ve sorumlulukların ne olduğuna dair törenin, devletin ve devlet adamlarının milletine hesap vermesinin, başarı ve başarısızlıkların nedenleriyle beraber açık bir şekilde ortaya konmasının, kişisel ve milli özeleştirinin en güzel örneklerini görürüz.
Devleti ve milleti yönetme görevinin toplumun en iyi, en ehliyetli, en liyakatli, en dirayetli, en ferasetli, en faziletli, en dürüst insanlarına verilmesi gerektiğine sık sık değinen ve bu görüşünü ‘Mührü şeytana verme, mülkü harap edersin!’ sözleriyle özetleyen Hazreti Mevlana’nın devlet adamlarında bulunması gereken özellikler, yöneticilerin görev ve sorumlulukları konusunda çok ilginç görüşleri vardır. Örneğin Hazreti Mevlana devlet adamlarının milleti derleyip, toparlama, bir arada tutma görevleri ile ilgili olarak şunları söyler:
‘Her buyruk ve sorumluluk sahibi, yönetimi altındakilerden mesuldür. Hem de nasıl mesul? Hani, çobanlığı döneminde bir gün, Hazreti Musa’nın güttüğü sürüden bir koyun kaçmış, sürüyü bırakarak gözden kaybolmuştu. Musa, koyunun kaybolduğunu fark edince, hemen peşine düşüp aramaya başladı. Koyunun izini sürerek, dere, tepe, dağ, taş, düz, ova her yeri gezdi, dolaştı. Yürümekten ayaklarının altı şişip, kabardı, su topladı, fakat o asla kayıp koyununu aramaktan vazgeçmedi. Ayakları iyice şişip ayakkabısına sığmaz olunca, onları da çıkarıp yalınayak kayıp koyununu aramaya devam etti. Her attığı adımda, acısı daha çok artıyor, ama onun gönlü koyununu kendi haline bırakmaya razı olmuyordu.
Ancak akşama doğru, koyuncağız kaçmaktan yorulup kalınca ve artık kaçamaz hale gelince, Hazreti Musa da koyuna yetişebildi. Hazreti Musa, koyununu bulduğuna çok sevindi. Ona hiç kızmadı, dövmedi, sövmedi, sinirlenmedi, öfkelenmedi. Aksine hemen koşup sevgi ve merhametle koyunun boynuna sarıldı. Koyunun sırtını, başını okşamaya, ana ile kuzu misali onu sevmeye koyuldu. Kendi çektiği acıları, zahmet ve sıkıntıları hiç aklına getirmiyor, yalnızca koyuna acıyor, onun için gözlerinden yaşlar döküyor, sanki söz anlarmış gibi onunla sohbet ediyordu. Koyuna:
– Ey benim, sevgili, canım koyunum! Neden sürünü bırakıp da kaçtın? Kaçmakla eline ne geçti? Ya ben seni bulamadan, sana yetişemeden, bir kurda çatsaydın, halin ne olurdu? Hadi tamam, diyelim ki bana acımıyorsun, iyi ama kendine niye acımıyor, böyle zulmediyorsun? Yazık değil mi sana? diye nasihat ediyor, onu sakinleştirmeye, teselli etmeye çalışıyor, kendi çektiği acılar için ona hiç öfke belirtisi göstermiyordu.
İşte onun bu davranışı Allah’ın da hoşuna gittiği için, Peygamberlik, yani âlemin çobanlığı demek olan elçilik görevini, Musa’ya vermişti.
İşte her buyruk sahibinin de insanlara çobanlık ederken, böyle iyi çobanları örnek alması, yönetimi altındakilere böyle anlayışlı, hoşgörülü davranması, onlara böyle sahip çıkması, kollayıp gözetmesi, onları bildikleri veya bilemedikleri her türlü tehlikeden korumak için böyle canla başla çalışması, halim, selim, yumuşak huylu olması, akıl ve tedbirle iş görmesi lazımdır.
Yönetimi altındakilere Hazreti Musa gibi merhametli, sevgi dolu, hoşgörülü, akıllı ve tedbirli sahibi olamayacak olanlar bu işlere hiç yaklaşmasalar, yaklaştırılmasalar daha iyi olur. Yoksa bunun acısını hem onlar hem de bütün toplum çeker.’
TÜRK TÖRESİNİN ANA İLKELERİ
Türk Töresinin nasıl bir şey olduğunu ve temel ilkelerini Orhun Abidelerinde ana hatlarıyla net bir şekilde görebiliyoruz. Türk kelimesinin ve Türk Milletinin adının geçtiği ilk Türkçe metinler, yazılı Türk edebiyatının, Türk yazı dilinin ilk, fakat olağanüstü işlek örneği, Türk hitabet sanatının ilk şaheseri, vatan sevgisinin, millet olma, devlet kurma bilincinin ve milliyet fikrinin en güzel bir şekilde işlendiği en eski tarihi belgeler, en eski Türk tarihi ve Türk uygarlık tarihi açısından başka hiçbir eserle kıyaslanamayacak derecede önemli ve paha biçilmez eserler olarak kabul edilmeleri bakımından Orhun Yazıtları çok önemli ve öncelikli bir kaynaktır. Bu yazıtlar, Türk tarihinin en eski, en sağlam, en güvenilir tarihi belgeleri, maddî ve manevi bakımdan Türk tarihinin en değerli anıtlarıdır. Devlet adamının milletine hesap vermesinin, milletiyle hesaplaşmasının, ona doğru yolu, doğru tutum ve davranışları göstermesinin, milletine ve ülkesine duyduğu sınırsız aşk ve sevgisini ifadesinin, milletini ebediyen yaşatabilme arzusunun benzersiz ve somut birer örneğidir.
Bilge Kağan’ın, büyük dehasını, bilgi ve kültür birikimini, yiğitliğini ve yurtseverliğini yansıtan bu kitabelerde, “Türk milletinin, Türk devletinin adının, sanının yok olmaması” için önceki nesiller tarafından yapılanlar ve gelecek nesiller tarafından yapılması gerekenler çok kolay anlaşılır bir açıklıkla ve sevgi dolu bir vasiyetname diliyle ortaya konmuştur.
Kitabelerde, Türk tarihinin belli dönemleri en yalın, en uyarıcı ve en gerçekçi bir şekilde anlatılır. Türk milletinin genel karakterlerine, yüksek kültür ve medeniyetine, erdem ve kusurlarına, yenilgilere neden olan yanılgılarına, adet, gelenek görenek ve törelerine, olayların sebep sonuç ilişkilerine ve bunlardan çıkarılması gereken derslere de kadar pek çok konuya yerli yerinde ve olması gerektiği kadarıyla değinilir.
Orhun abidelerinde hayran olunacak, hayret edilecek kadar mükemmel ve gelişmiş bir dil kullanılmıştır. Cümleler kısa, kesik, fakat olağanüstü yoğunlukta anlamlar yüklüdür. Her söz ve ifade, güzelliğin, şiirselliğin yanında kulağa çok hoş gelen müzikal bir tını da taşımaktadır. Yaklaşık 1300 yıl önce yazılmış kitabelerdeki fikirlerin, görüşlerin, düşüncelerin, değerlendirmelerin, yorumların mükemmelliği, bugünlere ve yarınlara bile ışık tutabilecek olgunlukta ve evrensellikte olmaları, bunların asırların birimiyle oluştuğunu göstermektedir. VIII. Yüzyıl gibi tarihin oldukça eski bir döneminde birden bire ve bu kadar güçlü, ileri ve gelişmiş bir ifade gücüyle karşımıza çıkan bu kitabeler, aynı zamanda Türk dilinin ve edebiyatının daha o zamanlarda ulaşabildiği ileri aşama ve seviyeyi göstermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Bu gelişimin daha yüzlerce, hatta binlerce yıllık bir gelişimin sonucu olduğu kolaylıkla anlaşılmaktadır.
Bilge Kağan, Türk dilinin binlerce yıllık gelişimini, yaklaşık 1300 öncesinden belgelendirme ve tarihin derinliklerine köklendirme akıllılığını ve basiretini gösterebilmiştir. Böyle uzun metinlerde bile Türkçenin daha o zamanlar gösterebildiği keskinlik, kesinlik, akıcılık, kolay söyleniş ve ses düzeni bugün için bile çok muhteşemdir. Başka hiçbir dilin 1300 yıl sonra yaşayacak insanına Türkçe kadar şeyler söyleyebilmesi imkânsız denebilecek kadar zordur.
Türkmen Devlet Üniversitesinden H. Baylıyev’in araştırmasına göre; Orhun Anıtlarındaki ilk 224 sözcüğün günümüz Türk dillerinden Türkmence’de % 89’unun, Azerbaycanca ve Kırgızca’da % 71’inin, , Özbekçe’de % 68’inin, Uygurca ve Nogayca’da % 76’sının, Tatarca’da % 66’sının, Kazakça ve Türkiye Türkçesinde ise % 65’inin hala yaşamaya devam ettiği ortaya konmuştur. (Prof. M. N. Hıdırov, Türkmen Dilinin Tarihinde Materialler, 1962’den naklen söz eden H. Ahmed Schmiede, Türk Edebiyatı Dergisi, Sayı 54, sayfa 10).
1300 yıl önceki o ihtişama erişebilmek için de, Türkçenin geriye doğru herhalde en az bir bin yıllık daha bir gelişmeyi yaşamış olması gerekir. Nefis ve çok zengin bir yapıya sahip dilimiz, Türkçemiz, muhakkak ki kolay gelişmemiş, bu yolda pek çok merhalelerden geçmiş, kendi yasalarının dışındaki hiçbir zorlamayı da kabul etmemiştir. Bu kitabeler, aynı zamanda büyük dilleri, büyük milletlerin ve büyük kültürlerin üretebileceğinin de en somut delillerinden biridir.
Bilge Kağan, yazdırdığı Kitabede milletine hiç boş vaatlerde bulunmaz, asla yalan söylemez. Hayali ve afakî şeyler yerine yönetimde olduğu süre içerisinde yapabildiklerini, başarabildiklerini açık yüreklilikle anlatarak ve ‘Bilenler söylesin, var mı bu sözümde bir yalan?’ diye milletini de şahit tutarak dile getirir. Türk tarihinin acı tatlı olaylarını, Türk kültürünü, adet ve törelerini, Türk yaşam biçimini, değerler sistemini, toplumsal olayları, tarihi zafer ve yenilgileri, yapılan doğru ve yanlışları, kazanılan başarı ve başarısızları, iniş ve çıkışları sebep ve sonuç ilişkileriyle, kişisel görüş, öneri ve değerlendimelerini ve öğütlerini de katarak çok veciz ve çarpıcı ifadelerle anlatır. Türk tarihinin sonraki nesillerin üzerinde önemle durmaları ve dersler çıkarmaları gereken büyük olaylarını bütün yönleriyle ve eleştirel bir bakış açısıyla nakleder. Halkına, milletine, devleti yönetenlere ve gelecek nesillere olup bitenlerden, yaşananlardan dersler çıkarmalarını, ibretler almalarını öğütler. Bunların büyük çoğunluğu sadece o çağda, o devirde değil, her çağda, devir ve dönemde, günümüzde, hatta gelecekte bile geçerliliği olan, herkese ışık tutabilecek öğütler, fikir ve düşüncelerdir.
Tek bir dikili taşın üzerine Türk tarihinin önemli olaylarını, kendi yönetimi döneminde gerçekleştirdiği üstün başarıları, sebep ve sonuç ilişkileriyle, bu kadar geniş, güzel, veciz, eşsiz, anlaşılır bir üslup, lirik, akıcı, işlek ve şiirsel bir anlatımla yazdırabilmek hiç de kolay bir şey değildir. Bilge Kağan, yazdırdığı kitabede, pek çok önemli olaya ve konuya değinirken, Türkçenin ne kadar köklü, ifade gücü yüksek, etkileyici ve muhteşem bir yönetim dili olduğunu da herkese ispat edebilmiş, bu kitabeyi Türk tarihine ışık tutan, millete, yol ve yön gösteren eşsiz ve önemli tarihi bir belge durumuna getirebilmiştir. Bilge Kağan, anlatımda, ‘Lafın tamamı deliye, ahmağa söylenir’ anlayışını benimseyerek, milletinin üstün zekâsına ve kavrayışına, az laftan çok şey anlayabilme kabiliyetine güvenmiş, az sözle çok şey anlatmaya çalışmış, bunu da herkesin altından kalkamayacağı olağanüstü bir beceriyle başarabilmiştir.
Orhun Âbidelerinde millete ve yöneticilere devlet yönetimi, yönetenlerin ve yönetilenlerin görev ve sorumlulukları hakkında yapılan uyarılar son derecede isabetli, dikkat çekici, eğitici ve öğreticidir. Bu yapılırken, bir yandan da toplumu ve toplumun bütün fertlerini ilgilendiren ekonomik, sosyal, siyasi ve hukuki vb alanlarda en ideal, en iyi, en doğru ve en sağlam düzenin, nizamın, sistemin kurulmasının önemine de işaret edilmiş, ortak sorunların çözümü için eskilerin gayret ve mücadelelerine, alabildikleri mesafelere değinilmiş, daha da iyisinin yapılabileceğine ve yapılması gerektiğine dikkat çekilmiş, her zaman ve her yerde geçerli sayılabilecek nitelikte ve mükemmellikte önerilerde, tavsiyelerde, öğütlerde bulunulmuştur. Bu yönüyle kitabeler, yönetenler ve yönetilenler arasında bir sosyal sözleşme, bir anayasa, herkese ışık tutan bir siyaset belgesi, siyasetname, politika, ekonomi, hukuk, ve siyaset öğretisi olarak da kabul edilebilir.
Kitabelerde, dağınıklıktan başıboşluktan kurtulmanın, bir araya gelmenin, bir ve beraber olmanın, millet haline gelmenin, devlet kurmanın önemi ve gereği vurgulanırken, ideal bir devletin oluşumunun, yapısının, kurum ve kuruluşlarının, hukuki, siyasi, sosyal ve ekonomik düzeninin, nizamının, sisteminin, törelerinin, yasalarının nasıl olması, hangi sağlam ve ideal zemine oturtulması gerektiği, yöneticilerde bulunması gereken niteliklerin neler olduğu, devleti yönetenlerin ve halkın üzerine düşen görev ve sorumluluklar üzerinde de ayrıntılı, detaylı, anlaşılır ve etkileyici bir şekilde durulmuştur.
Kitabelere göre devlet adamlığı, keyif çatma, zevk ve safa sürme, millete efendilik etme yeri değil, görev, sorumluluk, çok yüksek bir himmet gayret, ehliyet, liyakat ve yeterlilikle, gece uyumadan, gündüz oturmadan, kara terini, kızıl kanını millete hizmet yolunda akıtarak çalışma yeridir. Çok üstün özellikler ve nitelikler gerektiren bu görevler, herkesin üstlenebileceği ve kolaylıkla üstesinden gelebileceği işlerden değildir. Bu kara taşlardan, kalın ağaçlardan daha ağır bu yükü, ancak ülkesini, vatanını milletini çok seven, iyi niyetli, üstün nitelikli, bilgili, ahlaklı, hünerli, erdemli, ehliyetli, liyakatli, dirayetli, alınması gereken kararları zamanında alıp uygulayabilen, yiğit kimseler üstlenmelidirler. Devleti yönetenler, asla kişisel menfaat ve çıkar peşinde koşmamalıdırlar. Yalnızca millet için çalışıp çabalamalı, millet için başarıp kazanmalıdırlar. Devletin ve milletin yüce menfaatlerini, kamu yararını her şeyin üstünde tutmalıdırlar. Yöneticilerin en başta gelen görevleri, ili, ülkeyi, devleti, milleti, zengin, müreffeh, mutlu, huzurlu, sağlam töreli, düzgün yasalı kılmaktır. Başarılı ve büyük devlet adamı, milletini, başka milletlere imrendirmeyen, yerindirmeyen, başka milletlerin hepsinden ve her bakımdan daha iyi ve üstün hale getirebilen devlet adamıdır.
Devlet adamı, Milletini daha mutlu, daha müreffeh, daha huzurlu, başka milletlerden daha üstün, daha güçlü, daha değerli ve daha önemli kılacak, siyasi, sosyal ve ekonomik sağlam bir düzen kurabilecek donanıma, beceriye ve vizyona sahip olmalıdır. Devlet adamı, milletini bölmemeli, bütünlemeli, parçalamamalı birleştirmeli, milletini ateş ve su gibi birbirine düşman etmemelidir. Milletinden dağılanları toplamasını, ayrılanları birlemesini de bilmelidir. Milletini derleyip toparlayacak, eğitip öğretecek, yetiştirip kalkındıracak, birleyip bütünleyecek, güçlendirip kuvvetlendirecek, karnı tok, sırtı pek, aklı, fikri, görüş ve düşünceleri, dini, imanı, inancı sağlam hale getirebilecek bütün tedbirleri almalıdır. Ülke içinde huzur ve güveni, emniyet ve asayişi, iç ve dış güvenliği, barış ve istikrarı tam anlamıyla sağlamalı, milletin içinde silahlı düşmanı asla koşturmamalıdır.
Devleti yönetenler, kaynakların, servet ve zenginliklerin ülkeden dışarıya değil, dışarıdan ülkeye akmasını sağlayacak tedbirleri almalıdır. Devlet adamı, bir benzerini gözlerin görmediği kulakların işitmediği bu büyük milleti bütün içtenliğiyle candan ve gönülden sevmeli, onu hor ve küçük görmemeli, ona yukarıdan bakmamalıdır. Milletiyle çok iyi ve yakından ilgilenmelidir. Milleti maddi ve manevi bakımdan, sosyo-ekonomik, kültürel, sanatsal, siyasi vb yönlerden yüceltip yükseltecek, büyütüp geliştirecek, en iyi şekilde eğitip, yetiştirecek, geleceğe hazırlayacak, başta beslenme, barınma, giyim-kuşam ve sağlık gibi temel sorunları olmak üzere milletin bütün sorunlarını çözecek, öngörülen ve öngürülemeyen bütün dert ve sıkıntılar için gerekli çare ve tedbirleri zamanında bulup üretecek, en iyi ve en doğru şekilde uygulayabilecek ehliyet, liyakat ve dirayette olmalıdırlar. Yöneticiler, milleti ezmemeli, üzmemeli, incitmemeli, gereksiz yere sıkmamalı, sıkıştırmamalı, zora koşmamalı, millete sıkıntı vermemeli, eza, cefa etmemeli, acı çektirmemeli, yük olmamalı, kullaştırmamalı, köleleştirmemeli, aksine milletin üzerinden ağır yükleri kaldırmalı ve özgürleştirmelidir. Devlet ve millet düşmanlarıyla ilişkilerinde akıllı, tedbirli, azimli ve kararlı olmalı, tavizkar davranmamalı, ama düşmanların düşmanlık nedenlerini ortadan kaldırabilecek, düşmanlıktan vaz geçirecek, milleti düşmansız kılabilecek beceri ve hüneri de gösterebilmelidir. Devleti yönetenlerin en başta gelen görevleri ve başarı kriterleri milleti dertsiz, kedersiz, tasasız, sorunsuz kılmak, millete ve memlekete zarar veren bütün kötülükleri düzeltmek, bütün sorunları çözmektir. İyi bir devlet adamı, kötülere, kötülüklere, kötülerin birleşmesine, kötülüğün yerleşmesine göz yummamalı, fırsat tanımamalı, aman vermemeli, yol açmamalıdır.
En yukarıdaki yöneticinin ehliyetli, liyakatli, dirayetli, bilgili, cesur olması şart olduğu gibi, devlet kademelerinde istihdam edilen diğer yöneticilerin ve danışmanların da en üstün niteliklere, hünerlere ve erdemlere sahip olmaları da şarttır. Yapılan işler müşavereyle yapılmalı, yetki, görev ve sorumluluk sahipleriyle ve gerektiğinde milletle de bir araya gelinerek, elele, gönül gönüle, omuz omuza, kafa kafaya verilmek suretiyle meseleler görüşülüp konuşulmalı, danışılıp tartışılmalı, en iyi ve en doğru kararlar alınarak gerektiği gibi uygulanmalıdır. Devlet adamı, devletin ve milletin işini, gücünü bilgiyle, hünerle, cesaretle yoluna koymak, tertipleyip düzene sokmak, teşkilatlandırmak, ülkeye, devlete iyi bir düzen ve nizam vermek için gece uyumadan, gündüz oturmadan, kızıl kanını akıtıp, kara terini dökerek ölesiye, yitesiye çalışılıp, çabalamalı, emek ve güç harcamalıdır. Milleti her bakımdan mutlu ve müreffeh kılacak, onu huzur ve barış içinde yaşatacak, her milletten onurlu ve üstün kılacak, geliştirip, kalkındıracak, iyi ve sağlam bir düzen ve sistem kurmaya çalışmalıdır. Gelir dağılımının, ekonomik dengelerin düzgünlüğü, halkın hepsinin hoşnut kılınması, servet ve zenginliklerin adil ve yaygın dağılımı için her tedbiri almalı, iktidar, servet ve zenginliğin belli ellerde toplanmasına, halkın büyük çoğunluğunun ezilmesine fırsat vermemelidir. Haktan, hukuktan, adaletten asla ayrılınmamalı, kurulan düzen herkes için kurulmalı, koyulan kurallara koyanlar da dahil herkes uymalı, kimseye ayrıcalık tanınmamalıdır.
Bu taşların değerini ve önemini gereğince anlatabilmek için, herhalde bilim adamlığından çok şair coşkunluğuna ihtiyaç vardır. Çünkü bu heyecan verici değer zenginliğini ve önemi yansıtabilecek tarif ve tanım zenginliği, becerisi, yeteneği daha çok şairlerde bulunur.
Milletine gönül vermiş olan tüm varlığıyla, gönlünden taşanı güvenilmez kâğıda dökmek yerine ebedi taşa kazdırmayı yeğlemiş, Türk adını bilerek, severek, her anışında yüreğini çatlatacak kadar coşkun bir sevgiyle haykırmıştır. Bilge Kağan, bizzat kendi ağzından ve asla yalana tahammülü olmayan, aldatmaya yabancı o gür sesiyle, Türk Milletinin 1300 yıl önceki ortak duygu ve düşüncelerini, sevinçlerini, üzüntülerini, umutlarını, beklentilerini, zaman zaman da kuşkularını, yazıklamalarını, öfkelerini, insanda hayranlıktan daha üstün ve güzel bir duygu uyandırarak aksettirmektedir. Küçük kardeşi Kül Tigin’le beraber neyi, niçin, neden, nasıl yaptıklarını anlatırken, amacı sadece belli olayları sıralamaktan, kendi yaptıklarını anlatmaktan, acılarını, üzüntülerini, sevinçlerini, mutluluklarını, umutlarını, zaferlerini, yenilgilerini, başarılarını, başarısızlıklarını başkalarıyla paylaşmaktan ve tarihlemekten ibaret değildi. Bundan daha çok, kendinden sonra gelen kendi soyunun yöneticilerine, yönettikleri milletin psikolojisini, değişmez karakterlerini, ülke yönetiminde dikkat edilmesi gereken hususları, kurulup geliştirilmesi gereken sistemi, örnek olaylar ve kıstaslarla göstermeyi amaçlamıştı. Bilge Kağan, sadece bu niyetiyle bile, Türk Milletinin gözünde Türk tarihinin en büyüklerinden biri sayılmayı hak etmektedir. Bilge Kağan’ın anlattıkları sadece niyet aşamasında kalmamış, o bütün niyetlerini harekete dönüştürebilme, gerçekleştirebilme ve bunun hep yüz güldürücü, sevindirici, yüceltiği, olumlu semerelerini de görebilme ve gösterebilme başarısını da yakalayabilmiştir. Bunun nedenlerini onun yetişme tarzında, kimlik ve kişiliğinde aramak gerekmekir. Çocukluğunu Çin’e tutsak bir milletin, kullaşmış, köleleşmiş bir milletin evladı olarak geçirmesi, babasının on yedi yiğitle özgürlük mücadelesine girişip başarılı olması, onun uyanıklığında, tedbir ve ferasetinde, olayları sebep ve sonuçlarıyla kavrayıp algılayabilmesinde, tesbit ve teşhislerinin isabetinde, yapılması gerekeni bilip cesaretle uygulayabilmesinde çok önemli roller oynamıştı. O sadece soy ve ırk üstünlüğünü öne çıkaran şoven bir milliyetçilik iddiasıyla ortaya atılıp, dünyayı cehenneme çevirmek için değil, milletini ve soyunu korumak, geliştirmek, yüceltmek ve yükseltmek için var gücüyle çalışmıştır.
Göktürk Hakanı Bilge Kağan’ın kardeşi Kültigin adına diktiği, ölümünün ardından kendisi adına dikilen ve Göktürklerin Ulu Veziri Bilge Tonyukuk adına dikilen bu Orhun Yazıtları, aslında millet ve devlet, hakan ve fertler arasındaki bir sosyal sözleşmenin taşa kazınmış şeklinden başka bir şey değildir. Bu sosyal sözleşme, ekonomik, siyasi, sosyal vb gibi pek çok alanı içeriyordu. Yönetimler ancak daha önceleri yazılı olmayan bu sözleşmelere uydukları ölçüde ve burada sayılan görevlerini yerine getirebildikleri ölçüde milletin gözünde meşruiyet kazanıyorlardı. Bunlarda hem millete hesap verilmekte, hem başarı ve başarısızlıkların nedenleri ortaya konmakta, hem özeleştiri yapılmakta, hem de olup bitenler bütün gerçekliğiyle ortaya konmaktadır.
Bu kitabelerde Türk Töresine göre devletin, hakanın ve devlet adamlarının vatandaşlarına karşı görev ve sorumlulukları, bunları en iyi şekilde yerine getirebilmiş bir hakanın ifadeleriyle şöyle dile getirilmektedir:
“Ben, Gök gibi yüce, Tanrı’nın yarattığı, Türklerin Bilge Kağan’ı!
Ey benim büyük milletimin bütün kavimleri, kabileleri, budunları, urukları, boyları, soyları, kumandanları, beyleri, yöneticileri! Özellikle bu kazanımları, benden sonra da devam ettirecek olan, kardeşlerim, oğullarım, bütün soyum, boyum, buyruk beylerim! Otuz kabileden birikmiş Tatar halkımın, dokuz boydan oluşmuş Oğuz halkımın beyleri! Bütün halkım! Aziz milletim! Duyun beni! Gönülden gelen sözlerimi can kulağıyla dinleyin! Söylediklerimi iyi belleyin!
Ey Türk halkı ve beyleri!
Daha önce çok yanıldınız; yine yanılabilirsiniz! Onun için ben burada, herkesin kolay ulaşabildiği şu yerde, yararlanacağınıza inandığım sözlerimi, ebedi taşa nakşettirdim. Söylemem gereken şeyleri, buraya diktirdiğim bengi taşa yazdırdım. Türk milletini derleyip toparlayacak, ona ebedi yurt tutturacak şeyleri taşa vurdurdum. Size yol şaşırtacak, yok olmanıza sebep olacak şeyleri de yine burada taşa yazdırdım.
Türk halkının nasıl bir araya gelip, büyük bir imparatorluk kurduğunu, sonra nasıl yanılıp şaşırdığını, nasıl dağılıp parçalandığını, ben başa geçince Türk Milletini yeniden nasıl il, ülke, devlet sahibi yaptığımı, onu nasıl düzene sokup, yönettiğimi de buraya ekledim.
Derlenip toparlanmanın, birlik, beraberliğin, dirlik düzenliğin güç, kuvvet ve devlet demek olduğunu, ayrılıp parçalanmanın, aldanıp dağılmanın ise ölüm demek olduğunu buraya kazıdım. Siz de bunlara bakarak öğrenin, bilin, anlayın!
Ben, Tanrı lutfettiği, kendim de bahtlı olduğum için, bu çağda Kağanınız oldum, kağanlık tahtına oturdum. Ben Kağan olunca, önemsiz milleti, önemli, değersiz milleti değerli kıldım.
Üstte mavi gök, altta yağız toprak yaratılmış; ikisi arasında da kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış! Kişioğullarının üzerine benim atalarım kağan olmuşlar. Onlar tahta oturduklarında, dört yanları hep düşmanlarla doluymuş. Her yana ordular sevk etmişler. Bütün düşman milletleri hep yenmişler, dize getirmişler, kendilerine bağlamışlar. Başlıya baş eğdirmişler, dizliye diz çöktürmüşler. Sağda solda başıboş, düzensiz ve örgütsüz yaşayan Göktürkleri derleyip toparlamışlar. Ülkeyi ele almışlar, iyi bir düzen, nizam ve egemenlik kurmuşlar. Bilgili kağanmışlar, yiğit kağanmışlar, tabii buyrukları da bilgece ve cesurcaymış. Tüm millet, beyler, kumandanlar, yönetenler, yönetilenler de hep doğru dürüstmüşler. Milleti iyi yasalar, güzel töreler, sağlam bir sistemle örgütlemişler. Ülkenin düzenini en iyi şekilde sağlayacak, halkı mutlu ve müreffeh kılacak, bahtiyar edecek, iyi bir düzen kurmuşlar. Onlara tabi olan bütün yabancı milletler de onların çağında yaşadıkları mutlu hayatı hiçbir zaman unutamamışlar. Öyle olduğu için bu kadar büyük bir imparatorluğu, bunca halkı, güzelce yönetebilmişler, elde ve bir arada tutabilmişler.
Nihayet ölme sırası onlara da gelmiş, vefat etmişler. Onların ardından da küçük kardeşleri kağan olmuş, oğulları kağan olmuş. Ama küçük kardeşler büyük kardeşleri gibi, oğullar babaları gibi olamamış. Bilgisiz kağanlar, kötü kağanlar, korkak ve ürkek kağanlar tahta oturmuşlar. Tabii buyrukları da bilgisizce, korkakça, ürkekçe ve kötüymüş. Bir türlü almaları gereken doğru ve iyi kararları alamazlar, alsalar bile doğru dürüst uygulayamazlarmış. Öylesine kararsız ve cesaretsizmişler. Bütün beyleri, yöneticileri, subayları ve halkıyla beraber millet de bozulmuş. Hepsi geçimsiz, düzensiz, bilgisiz, korkak, uygunsuz, uyumsuz, hak, hukuk tanımaz hale gelmişler.
Buylece kurnaz, hileci, fitneci ve sahtekâr Çin milletine fırsat doğmuş. Çinliler, kurdukları gizli hile ve düzenlerle milleti karşı cephelere ve kamplara ayırmışlar, bölmüşler, parçalamışlar. Küçük kardeşle büyük kardeşi, yöneticilerle halkı birbirine düşürmüş, birbirine karşı kışkırtmış, birbiriyle çekiştirip dalaştırmışlar. Sonunda Türk milleti, sahip olduğu egemenliğinin elinden gitmesine, imparatorluğunun dağılmasına yol açmış. Kağan yaptığı kağanını kaybedivermiş. Çin milletine bey olması gereken erkek evladı kul, prenses olması gereken kız evladı cariye oluvermiş. Türk beyleri, Türk adını, sanını bırakmışlar, Çinli Beyler gibi Çin adları, sanları alır olmuşlar. Çin Kağanına itaat eden, Çin adet ve törelerini tutan Çin yanlısı olmuşlar. Elli yıl, Çin’e hizmet etmişler, onlar için çalışıp çabalamışlar. Çinliler için, doğuya, batıya ordular sevk edip, savaşmışlar. İmparatorluklarını ve kurumlarını her şeyiyle Çin hakanına teslim etmişler.
Acılar içinde kıvranan ‘Türk kara kamag budun (Büyük Türk Milleti)’ şöyle demiş: Hani ben, ili, ülkesi, şanı, şerefi ve kendi devleti, imparatorluğu olan bir ‘budun (millet)’ idim! Nerede şimdi benim ilim, ülkem, şanım, şerefim ve yüce imparatorluğum? Şimdi ben, hangi il’e, ülkeye hizmet ediyorum? Kimin için il, ülke, şan, şeref, devlet kazanıyorum? Hani ben, kendi kağanı olan bir ‘budun’ idim! Nerede şimdi, benim kağanım? Şimdi ben, hangi kağana hizmet ediyorum? Hangi Kağanın işinde gücünde ömür tüketiyorum?”
Böyle demiş, düşünmüş ve Çin kağanına düşman olmuş. Düşman olmuş ama iyi düzenlenip, örgütlenemeyince, bağımlılıktan kurtulamamış. Çin kağanı, bunca işini gücünü gördürdüğü halde, yine de: ‘Şu Türk milletini nasıl öldürür, soyunu nasıl kuruturum’ diye düşünüyormuş. Türk Milletini tamamen yok etmek için harekete geçmiş. Türk Milleti, artık yok olmaya doğru gidiyormuş. Ama Türk’ün Yüce Tanrı’sı, Türk’ün yaratıldığı kutsal toprak ve su, ‘Türk halkı yok olmasın, yeniden millet olsun!’ dilemiş. Babam İlteriş Kağan’ı, annem İlbilge Hatun’u yüceltip, yükseltmiş. Babam kağan on yedi erle ortaya atılmış, harekete geçmiş. Onun harekete geçtiği haberi duyulunca şehirdekiler dağa çıkmış, dağdakiler yazıya inmiş. Derlenip toparlanmışlar, yetmiş kişi olmuşlar. Tanrı lutfettiği için, düşman çok diye korkmamışlar, ürkmemişler. Kendilerinden kat kat fazla düşmanlara saldırmışlar, çarpışmışlar. Tanrı güç, kuvvet vermiş, babam kağanın askerleri kurt gibi, düşmanları koyun gibi olmuş. Doğuya, batıya seferler düzenlemiş, etrafına yiğitleri toplamış, onlara baş kaldırtmış. Hepsi yedi yüz kişi olmuşlar. Bu yedi yüz kişiyle gelişen büyük mücadele sonunda, düşmanlarını bozup, dağıtmışlar, yurtlarından sürüp çıkarmışlar. Türk töresini kaybetmiş millet, ilsizleşmiş, kağansızlaşmış millet, cariyeleşmiş, kullaşmış millet, atalarımızın töresince yeniden var edilmiş, eğitilmiş, öğretilmiş, örgütlenmiş, kurumlanmış. Tölis, Tarduş bütün ‘budunlar’ yeniden var edilmiş, düzene sokulmuş. Boylarıyla soylarıyla Türk milleti yeniden dirilmiş. Nice büyük beyler gelmişler, babam Kağana iltica etmişler. Babam kağan, Türk milletini ve beylerini, övülmeye değer kıldı, fevkalade yüceltti, sevindirdi. Yerli taşlardan, kalın ağaçlardan ağır yükleri, Türk milleti ve beyleri için yüklendi, çok zor işlerin üstesinden geldi. Babam kağan, il’e, ülkeye, töreye bu kadar iyi düzen verdikten sonra vefat etti.
Babam Kağan öldüğünde ben henüz sekiz yaşındaydım. Töre gereği, babamdan sonra amcam Kağan tahta oturdu. Amcam Kağan da Türk milletini çok iyi yönetti, kalkındırdı. Yoksul halkı zengin kıldı, az halkı çoğalttı. Kırgız halkı kırılmış, ülkeleri bağımsızlığını yitirmişti. O topraklar ve sular sahipsiz kalmasın diye iyice kırılıp azalmış, Kırgız halkının yardımına koştuk. Onlar için savaştık, sorumluluklarını üstlendik. Bağımsızlıklarını kazanarak, onlara geri verdik. Doğuda Kadırkan Ormanının ötesine, batıda Tarman’a kadar Türk halkını yerleştirdik, örgütledik, düzene soktuk.
Bir zamanlar küçük kardeş büyük kardeşini, oğul babasını saymaz, tanımazdı. Bizim çalışıp kazanmalarımız, örgütleyip kurumlandırmalarımız sayesinde köle olanlar kölelere, cariye olanlar cariyelere sahip oldular.
Türk, Oğuz beyleri, milleti dinleyin!
Senin işte böyle zorluklarla kazanılmış, sağlam bir düzene oturtulmuş, iyi bir ilin ve ülken, devletin, tören ve kurumların vardı. Üstte gök basmasa, altta yer yarılmasa, senin imparatorluğunu ve kurumlarını hiç kimse bozamaz, yıkamazdı. Ama seni yücelten, yükselten, yeniden diriltip ayağa kaldıran akıllı, bilgili öz kağanına karşı, gelişmiş, zengin, hür ve bağımsız iyi ve güzel iline, ülkene ve devletine karşı yaptığın itaatsizlikler, başıbozukluklar, disiplinsizlikler, geçimsizlikler ve söz dinlemezlikler yüzünden, işlediğin suçlar, hatalar, fenalıklar yüzünden, başına büyük belalar ve kötülükler getirdin.
Ey Türk, titre ve kendine dön! Hatalarından vazgeç ve pişman ol! Aklını başına topla! Her şeyin farkına var! Olup bitenlerden ders çıkar, ibret al! Gör bak, saldırgan düşmanların nerelerden çıkıp geldiler? Seni nasıl bozup dağıttılar? İlini, ülkeni nasıl zapt edip, elinden aldılar? Silahlı, mızraklı askerler, nerelerden sökün edip geldiler? Seni yurdundan nasıl sürüp çıkardılar? Hangi sebepler, hangi sonuçları doğurdu? Olayların önünü sonunu, iyi düşün, bil ve anla!
Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşları yumuşak olur. Onlar uzak milletleri bunlarla kandırırlar. Akıllarını çelip, kendilerine benzetirler. Kendi kültür ve medeniyetleri içinde eritirler, yok ederler. Yapmak istedikleri, yapmayı düşündükleri kötülükleri, kendilerine yaklaştırıp, güvendirdikten sonra yapmaya girişirler. Onlar senin ülkende, iyi insanı, bilgili insanı, cesur insanı ilerletmek, onlara fırsat vermek istemezler. Bir kişinin, onlara bir zararı, bir yanlışı olsa, eşiktekine, beşiktekine, çoluk çocuğuna kadar bütün sülalesini, soyunu sopunu yok etmeye kalkarlar.
Türk Milleti!
Yabancıların tatlı sözlerine, yumuşak ipek kumaşlarına aldanıp, ne çok kayıplar verdin! Aynı hataları yapmaya devam edersen, daha çok kayıplar vereceksin! Başka diyarlara gidip yerleşeyim dersen, daha çok öleceksin!
Milleti başkalarına kul köle etmek isteyen, kötü niyetli kişiler: ‘Uzak olanlara ve uzak duranlara kötü hediyeler ve mallar verirler. Yakın olanlara ve yakın duranlara, iyi hediyeler ve mallar verirler’ gibi akıllar vererek senin içinden nicelerini kandırdılar, aldattılar. Hiçbir şeyden habersiz, başka diyarlara gidip yerleşme sevdasındaki cahil halk da bu sözlere kanıp, aldandı. Yersiz ve aşırı tavizlerle, dost sandığı, düşmanlara yanaştı. İyi niyetli, savunmasız, tedbirsiz millet, hain ve sinsi düşmanlarının kucağına atıldı.
Türk milleti!
Kimseye sorup danışma gereği duymadan, mukaddes ilini, ülkeni, seni sevip, yetiştirenleri terk ettin. Uzak diyarlara, yaban ellere gittin. Doğuya gidenler, gitti, batıya gidenler, gitti. Ama o yaban ellerde bitip tükendin, yok olup gittin. Dünyanın dört bir yanına dağıldın, darmadağın oldun. Gittiğin yabancı ülkelerde varlığını sürdüremedin. Bu şekilde giderse, bundan sonra da sürdüremeyeceksin. İşte bakın, kalanlarınız da ezilip üzülerek, ölüp azalarak, yok olup gidiyorlar!
Gittiğin yaban ellerde ne hayır gördün? Kanın sular seller gibi çağlayıp aktı. Kemiğin dağlar gibi yığıldı kaldı. Küçük kardeş, büyük kardeşini, oğlu babasını saymaz, tanımaz, bilmez oldu. Bey olmaya layık asil oğulların köle oldular, tertemiz kız çocukların ise cariye oldular.
Türk milleti!
Bu aldanmaların yüzünden çok zararlar gördün, çok insanın öldü. O doğrultuda gidersen daha çok zararlar göreceksin, daha çok insanların ölecek! Kendi toprağında oturup başka ülkelere kervanlar, kafileler, elçiler göndersen, hiçbir derdin, sıkıntın olmaz! Kendi ülkende oturursan, sonsuza kadar il, ülke, devlet ve imparatorluk sahibi olarak oturursun!
Yaptığın çılgınlıklar, cahillikler, bilgisizlikler, kötülükler, korkaklıklar yüzünden amcam kağan kahrından öldü, uçup gitti. Ama il veren, ülke veren, devlet veren Yüce Tanrı! Babam kağanı, annem hatunu yücelten Tanrı, Türk Milletinin adı sanı yok olmasın diye, işte o Tanrı beni kağanlık tahtına oturttu.
Ben, varlıklı, zengin, güçlü, kuvvetli bir millete kağan olmadım. Karnı aç, sırtı çıplak, yoksul, zayıf ve düşkün sefil ve perişan bir millete Kağan oldum. Kağanlık tahtına oturduğumda, Türk milleti, halkı ve beyleri ölecekmiş gibi üzüntülere derin düşüncelere dalmışlardı. Ben kağan olunca hepsi memnun oldular, coştular, sevindiler. Üzüntüden yere dikilmiş gözlerini, öne eğilmiş başlarını, umutla yukarı kaldırdılar. Benim kağan olduğumu duyunca, her biri bir yere dağılmış millet, öle yite, yayan yapıldak, yoksul ve çıplak olarak geri dönüp bana geldiler.
Ben Kağanlık tahtına oturunca, halkımın mutluluğu, huzur ve refahı için çok önemli yasalar çıkardım. Açlık ve sefalet içindeki dağınık milleti bir araya topladım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım.
Bilenler söylesin, var mı bu sözümde bir yalan?
Düşmanlarımız, yırtıcı kuşlar gibi etrafımızı sarmışlardı. Bize yemleri gibi iştahla ve ateş gibi kızgın gözlerle bakıyorlardı. Birleşmişler, anlaşmışlar, dört bir yandan üstümüze saldırmaya, bizi yok etmeye hazırlanıyorlardı. Bu haberleri alınca, gece uyuyamadım, gündüz oturamadım. Yufka olanın delinmesi, ince olanın kırılıp parçalanması kolay olur. Yufka, kalın olursa delmek, ince yoğun olursa kırmak zorlaşır. Saldırgan güçlerin birleşmesine fırsat vermeden ve onlar bizi basmadan biz onları bastık.
Türk beyleri!
Ne büyük ordulara karşı, ne çetin savaşlar yaptığımızı hepiniz çok iyi biliyorsunuz. Ateş gibi, bora gibi, fırtına gibi üzerimize gelen nice düşmanları yendik. Yolsuz izsiz dağları aştık, geçit vermez nehirleri geçtik. Sarp tepelere tırmandık, aşılmaz engelleri dolandık. Ağaçlardan, dallardan tutunarak dağlara tırmandık. Mızrak boyu karları çiğneyip söktük. Yüce dağların doruklardan yuvarlanırcasına indik. Çinliler elli bin askerle üzerimize geldiler, onlarla savaştık ve yendik. Yarış Ovasında yüz bin kişilik orduyu dağıttık.
Dokuz Oğuzlar benim kendi milletimdendi. Öz Türk’ümdendi. Aramızda hiçbir ayrılık gayrılık yoktu. Ama gök ve yer, fitneden bulanıp karıştığı için, içlerine kıskançlık değdiği için bize düşman oldular, baş kaldırdılar. Oğuz kavmi, Dokuz Tatar ile toplanıp üzerimize geldiler. Bir yılda beş kez savaştık. Bununla da yetinmediler. Bize karşı Çinlilerle de birleştiler. Yani kendi içlerine ve özlerine karşı dış düşmanla birlik oldular, işbirliği yaptılar. Dış düşmanlarımızla birlik olan içimizdeki hainlerin saldırısına uğramıştık. Bize karşı Bu iç savaşlar, Türk halkını yorgun, bitkin düşürdü, moralini de iyice bozdu. Tehlike iyice büyümüştü. Ama herhalde bunu Yüce Tanrı, Türk’ün beden çamurunun karıldığı kutsal toprak ve su, amcam kağanın devleti de kabul etmemiş olacak ki, hainlerin ordularını bozduk, illerini aldık. İsyan çıkaran Dokuz Oğuz kavmi, toprağını, suyunu terk edip Çin’e doğru gitti. Çin’de adları da kayboldu, sanları da!
Amcam Kağan’dan sonra ben, küçük kardeşim Kül Tigin’in Kağan olmasını istedim. Çünkü o, her bakımdan Kağanlığa layıktı. Bunu kendisine de önerdim ama o, kağan olmayı kabul etmedi. Kağanlığı bana layık gördü. Kül Tigin’in ısrarıyla Kağan oldum.
Kül Tigin, benim kağanlığım, ilim, ülkem için, çok çalıştı, çok büyük işler başardı. Babamızın, amcamızın kazandığı milletimizin adı sanı yok olmasın diye küçük kardeşim Kül Tigin ve iki prens şad ile bir araya geldik. Elele, kafa kafaya, omuz omuza verdik, görüştük, konuştuk danıştık. Küçük kardeşim Kül Tigin ve diğer yardımcılarımla beraber, gece uyumadım, gündüz oturmadım, Türk milleti için ölesiye, yitesiye çalıştım, çabaladım. Kızıl kanımı akıtarak, kara terimi dökerek, emek ve güç harcadım. Devletin ve milletin işini, gücünü yoluna koydum.
Babam ve amcam kağan olup oturduklarında, dört bir yandaki milletleri nasıl düzene sokmuşlarsa, Tanrı buyruğuyla kağan olup oturduğumda, ben de dört taraftaki milletleri düzene soktum, tertipledim, teşkilatlandırdım. Ülkeye, devlete düzen ve nizam verdim.
Milletimi dertsiz, kedersiz kıldım. Milletimi her bakımdan mutlu ve müreffeh kılacak, onu huzur ve barış içinde yaşatacak, her milletten onurlu ve üstün kılacak, geliştirip, kalkındıracak, iyi ve sağlam bir düzen ve sistem kurmaya çalıştım. Haktan, hukuktan, adaletten ayrılmadım. Kurduğum düzeni herkes için kurdum. Koyduğum kurallara kendim de uydum. Beylerimle, danışmanlarımla, yöneticilerimle birlikte, Türk milletinin her sorununa çözüm, her derdine çare buldum.
Tanrı bağışlasın, kut’um, devletim, şansım, talihim, kısmetim de olduğu için, ölecek milleti yeniden diriltip, büyüttüm. Milleti beslemek, halkı giydirip doyurmak için her tedbiri aldım. Aç, çıplak milleti, tok ve iyi giyimli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Kul olmuş milleti kullu, Cariye olmuş milleti cariyeli kıldım. Halkımın hepsini hoşnut kıldım.
Kaynakların, servet ve zenginliklerin ülkemden dışarıya değil, dışarıdan ülkeme akmasını sağladım. Servet ve zenginliğin, belli ellerde toplanmasına, fırsat vermedim. Servetin, adil ve yaygın dağılması için her tedbiri aldım. Milletimi bölmedim bütünledim, derledim toparladım. Milletimden dağılanları topladım, ayrılanları birledim. Birleyip bütünlediğim milletimi, ateş ve su gibi birbirine düşman etmemek için uğraşıp didindim. Tanrı korusun, bu Türk milletinin arasında, silahlı düşmanı koşturmadım.
Hiçbir sorun bırakmadım hepsini çözdüm. Hiçbir kötülük bırakmadım hepsini düzelttim. Kötülere ve kötülüklere aman vermedim. Kötülüğün yerleşmesine, kötülerin birleşmesine fırsat tanımadım.
Etrafımızdaki bize düşman kavimlere karşı, on iki kez büyük ordular sevk ettim… savaştım. Her yere ordular sevk ettim. Türk milleti var olalı, Türk Kağanı tahta oturalı doğudaki Şantung şehrine ve büyük denize ulaşan olmamıştı. Milletimi doğuda Şantung şehrine ulaştırdım, büyük denize ulaşmama az kaldı. Dört bir yandaki milletlere hep boyun eğdirdim, bağımlı kıldım. Ben, bunca halkı ve milleti düzene soktum. Şimdi onların hiç birisi kötü durumunda değildir, hepsi mutlu ve huzurludur. Halkı ve hakanı benimle birlik olanlara hep iyilik ettim. Bütün düşmanlarımızı dize getirdim. Düşmanlık nedenlerini ortadan kaldırdım. Düşmanlıktan vaz geçirdim. Milletimi düşmansız kıldım.
Bir benzerini gözlerin görmediği, kulakların işitmediği milletimi, Yüce Tanrı’nın lutuf ve yardımıyla doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar ulaştırdım. Türk milletini, doğunun ve batının en güzel yerlerine kondurdum, düzene soktum. Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün ülkeler ve oraların milletleri bep bana uydular, bana bağlandılar.
İli, ülkeyi, zengin, müreffeh, sağlam töreli, düzgün yasalı kıldım. Milletimi, en verimli topraklara, en değerli ülkelere, en saygın, en şerefli, en güçlü kağanlara ve yöneticilere sahip milletlere imrendirmedim, yerindirmedim. Hepsinden daha iyi kıldım. Ne mutlu bana ve şükür Tanrı’ya ki en sonunda başardım ve kazandım!
Türk milleti ve beyleri!
Ben ondokuz yıl şad olarak, ondokuz yıl da kağan olarak hüküm sürdüm, il tuttum. Türküme, milletime en iyisini kazandım. Ben kişisel çıkar peşinde koşmadım. Hep milletim için çalıştım, çabaladım, kazandım. Benim kazancım, Türk milletinin kazancı oldu. Ben kazandığım için, Türk milleti de kazandı. Yüce Tanrı, beni kağanlık tahtına oturtmakla Türk milletini de korumuş, ona büyük lutflarda, ihsanlarda bulunmuş oldu. Ben, başa geçip, küçük kardeşimle beraber böyle çalışıp kazanmasam, Türk milleti ölecek, yok olacaktı. Biz kazandığımız için il de, ülke de, devlet de kazanmış oldu. İl de il oldu, millet de millet oldu, devlet de devlet oldu. Bunu böyle bilin, böyle düşünün!
Şimdi milletimiz iyi, mutlu ve huzurludur! Türk Kağanı, milletinin başında Ötüken Ormanında şan ve şerefiyle oturdukça, yöneticileri, beyleri, danışmanları iyi, bilge ve cesur oldukça, ilde, ülkede hiçbir üzüntü ve sıkıntı olmaz.
Zamanı Yüce Tanrı paylaştırır. İyi ve kötü günleri, İnsanlar arasında yine O, döndürür, dolaştırır. İnsanoğlunun hepsi, ölmek için doğar. Ölümsüz olan yalnız Yüce Tanrı’dır. Bunca töreyi, düzeni kazandıktan sonra küçük kardeşim Kül Tigin vefat etti. Kül Tigin kırk yedi yaşında puslu bulut ardında uçup, kaybolup gitti. Ben, üzüntülere, yaslara boğuldum. Görür gözüm görmez gibi, bilir aklım bilmez gibi oldu. Öyle derin düşüncelere daldım. Gözden yaş gelse mani olarak, gönülden ağlamak gelse geri çevirerek çok derin düşüncelere daldım. Milletimin, beylerimin, yeğenimin, oğlumun, çocuklarımın, gözü kaşı perişan olacak, kötü olacak diye düşüncelere daldım.
Ey benim Türk Milletimin bütün beyleri, yöneticileri! Siz de özellikle şu sözlerimi iyice işitin, can kulağıyla dinleyin! Milletimle iyi ve yakından ilgilenin! Onu besleyin, büyütün, eğitin, yetiştirin, kalkındırın, yüceltin, yükseltin! Sakın ola ki, milletimi ezmeyin, üzmeyin, incitmeyin! ! Ona sıkıntı vermeyin, eza, cefa etmeyin! Acı çektirmeyin, zora koşmayın! Milletimi sıkmayın, sıkıştırmayın! Milletime yük olmayın! Üzerinden ağır yükleri kaldırın! Ben Çin hakanından heykeltıraşlar getirttim. Onlara taş yontturdum. Taşın üstünü yazılarla donattım. Gönlümdeki sözleri yazdırdım. Bu çorak vadiye bunu diktirdim. Sevgili oğullarımız, torunlarımız, bunları görüp okusunlar, bilip, öğrensinler, bunlardan ders ve ibret alsınlar istedim.”
Göktürklerin üç büyük kağanına vezirlik yapmış Bilge Tonyukuk da diktirdiği kitabelerde devlete ve millete hizmet yolundaki gayret ve çalışmaları, gösterdiği yararlılıklar konusunda şu bilgileri veriyor:
“Kızıl kanımı, kara terimi akıtarak gece gündüz, Türk milleti için çalıştım. Kağanımla çok uzaklara keşif kolları, ordular sevk ettim. Savunma ve nöbet yerlerini sağlamlaştırıp büyüttüm. İsyancı düşmanları dize getirdim, düşmanlıktan vaz geçirdim. Tanrı korusun, bu Türk budun arasında, silahlı, teçhizatlı, savaşa hazır düşman dolaştırmadım, damgalı at koşturmadım. Biz kazandığımız için il de il oldu, budun da budun oldu. Biz kazanmasaydık, Türk budunun yerinde boy da, budun da, insan da hep yok olacaktı. Herhangi bir yerdeki kağanlı bir millette böyleleri olduktan sonra ne sıkıntı olabilir?”
Bilge Kağan’ın ve Bilge Tonyukuk tarafından dikilen yazıtlarda, eski Türklerin, her sahada düzeni ve nizamı çok sevdikleri, iç ve dış güvenliğin sağlamasını, nizam-ı âlemin korunmasını devletin en başta gelen ve en önemli görevlerinden saydıkları, bunun için her şeyi göze aldıkları ve yaptıkları gayet açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Eski Türklerin gözünde devlet olmak demek, milletin can, mal, ırz, namus güvenliğini tam olarak sağlayabilmek, buna zarar verecek bütün unsurları, silahlı eşkiyayı, düşmanı milletin içinde koşturmamak demekti.
Kağan olabilecek bir soyluluğa ve kültür birikimine sahip olmasına ve Açena soyundan gelmesine rağmen Bilge Tonyukuk, kağan olma davası gütmek yerine kağanlara akıl hocası ve vezir olmayı kabul etmiş, milleti için çok büyük ve güzel bir özveri örneği sergilemiştir. Çin’de doğmuş, Çin’de büyümüş, Çin’de okumuş, Çin kültürüyle yoğrulmuş olmasına rağmen, asla Çin yanlısı, Çin uşağı ve Çin işbirlikçisi olmamış, milletinin tutsaklığına karşı yürütülen özgürlük ve bağımsızlık mücadelesinin en ön saflarında yer almış, ömrü boyunca da milletine hizmet için kara terini, kızıl kanını dökerek canla başla çalışmış, böylece çok sağlam bir karaktere, kimlik ve kişiliğe sahip olduğunu dosta düşmana ispat edebilmiştir.
Orhun Yazıtlarında ortaya konan ölçüler, değerler, kriterler bugün bile Türk milletinin özlemini çektiği şeylerdir.Türk Milleti, asırlardır, ona gerçek anlamda değer veren, onu eğitimli, onurlu, karnı tok, sırtı pek, her milletten daha mutlu, huzurlu, üstün, hiç kimseye imrendirmeyecek yerindirmeyecek yöneticilerin hasretini çekmiş, fakat maalesef başına geçen yöneticilerin büyük çoğunluğu bu nitelikte olamamıştır. Türk Töresinde daha İslam öncesi dönemlerden beri vatandaşa, milletin fertlerine değer vermek, onların maddi ve manevi ihtiyaçlarını karşılamak, değişik yeniden bölüşüm yol ve yöntemleriyle yurttaşlar arasındaki gelir adaletsizliklerini ve eşitsizlikleri gidermek, toplumda birlik ve beraberliği, huzuru, güveni, barışı sağlamak, onları onurlu bir yaşam seviyesine ulaştırmak devletin ve başta hakan olmak üzere devleti yönetenlerin en başta gelen birincil görevleri, yükümlülük ve sorumlulukları arasında görülmüştür.Orhun Abidelerinde taşa kazınan bu töreler, Türklerin Müslüman olmalarından önceki döneme ait olmalarına rağmen, büyük çoğunluğu İslami inanç ve anlayışla da çok büyük bir uyum ve paralellik sergilemekte, hatta kitabelerdeki bazı cümleler bazı Kur’an ayetleriyle neredeyse birebir aynı denebilecek kadar benzerlik göstermektedir. Dolayısıyla Türklerin Müslüman olmasıyla bu standartlar ve beklentiler değerinden bir şey kaybetmemiş, aksine İslamiyet bu standartları ve beklentileri daha da ileri götürmüş, genişletmiş ve geliştirmiştir. Yönetimin ve yöneticilerin iyisiyle kötüsünü asırların bilgi ve tecrübe birikimiyle çok iyi ayırt edebilen bu millete, hele bu yöndeki çağdaş gelişmelerden ve ihtiyaçlardan sonra, bu standartların altında bir devleti, yönetim ve yöneticileri beğendirmek, bu milleti gördüğünden, bildiğinden, umduğundan ve beklediğinden daha azına razı edebilmek elbette mümkün olamayacaktır.
Eski Türk Töresinin pek çok unsurunu içeren Orhun Abidelerinde dile getirilen hususların tamamına yakını, bugün bile Türk Milletinin maşeri vicdanı, karabudunu tarafından paylaşılan kolektif ve evrensel ilkelerdir. Bunun böyle olduğu, Orhun Anıtlarının yazıldığı Göktürk alfabesini ilk defa çözen ve bu kitabeleri okuyan Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen’in da dikkatini çekmiş, hayranlığını kazanmıştır. Şöyle diyor ünlü Türkolog:
Orhun Anıtları üzerinde çalışırken, çevredeki göçebe Türkler gelirler, beni büyük bir dikkat ve alaka ile tetkik ve çalışmalarımı takip ederlerdi. Sanki, neyi niçin aradığımı biliyorlardı. Çoğu okuma-yazma bile bilmeyen bu insanlardaki hakikat şuuruna hayran kalmışımdır. Nihayet, cetlerinin Han’ı olan Bilge Kağan’ın dedelerinin dedeleri için söylediklerini Orhun yazıtlarından çıkarıp, kendilerine anlattığım zaman hiç hayret etmediler. Hatta benim Ortaasya’da geçirdiğim yılları bu yolda harcamamı garipsediler. Çünkü Bilge Kağan’ın binlerce yıl evvel Kül Tigin Abidesinde milletine söyledikleri, onların zaten benliğinde yaşıyordu. (Türk Kültürü ve Medeniyeti, Prof. Dr. Cemal Anadol – Fazile Abbasova – Dr. Nazile Abbaslı, Bilge Karınca Yayınları, İstanbul 2007, s. 72)
Aradan asırlar geçmesine, başka bir kültür boyutuna, yani İslam öncesi bir döneme ait olmasına rağmen, kitabelerde dile getirilen hakikatlerin Türk milletinin bütün ferleri tarafından paylaşılan, bugün bile geçerliliğini koruyabilen evrensel değerler içermesi Türk Milletinin başka milletlerde pek bulunmayan, asırlar ve devletler değişse de değişmeyen meziyetleri arasındadır. Wilhelm Thomsen’in oradaki göçebe Türklerden beklediği tepkiyi, heyecanı görememesinin en büyük nedeni belki de kitabelerde dile getirilenler onların da katıldıkları, benimsedikleri, doğru buldukları şeyler olmakla beraber yeterli sayılamayacağı, zamanın ihtiyaçlarına, gereklerine, sorunlarına, dertlerine, sıkıntılarına göre artık yeni şeyler söylenmesi ve yapılması gerektiği inancından ve irfanından kaynaklanmaktadır.
Orhun Abideleri bize Türk Milletinin pek çok konuda, özellikle töre, hukuk, düzen, nizam, yasa, anayasa konusunda standartları çok yüksek bir olduğunu, dolayısıyla Türk Milletine sosyal eser, adet, töre, kanun, nizam, devlet adamı, yönetici beğendirmenin hiç de kolay bir iş olmadığını, bu milletin ana hatları bu kitabelerde belirtilen standartların altında bir anayasayı asla kabul etmeyeceğini, Milleti bundan daha azına razı etmenin mümkün olamayacağını, bu standartların başta bizim anayasalarımız olmak üzere dünyadaki çoğu anayasalardan bile daha yüksek olduğunu da göstermektedir. Türk Milleti, içine sinmeyen hiç bir fikri, düşünceyi, inancı, ideali, kanun ve töreyi asla kabul etmez. Defalarca süper devletler kurarak dünyaya hakim olabilmiş, içinden zaman zaman çok büyük önderler, yöneticiler, liderler çıkarabilmiş, çok yüksek standartlarda, adil, eşitlikçi, özgürlükçü, katılımcı, herkesin yararına ve iyi işleyen nizamlar, sistemler kurabildiği, kanunlar, nizamlar, düzenler geliştirebilmiş, bunun nimetlerinden, meyvelerinden de alabildiğine tadabilmiş bir millete onun seveceği, beğenececi, razı olacağı anayasa, kanun, töre yapmak da, yönetici, önder, lider olmak da elbette herkesin karı değildir. ‘Allah kimseyi gördüğünden geri koymasın!’ duasının bizim neredeyse milli dualarımızdan biri olması boşuna değildir.