İmajımız Neden Bozuk

 Geçenlerde Türk basınında da haber olarak yer aldı; GMI adlı uluslar arası bir kuruluş, dünyanın 35 ülkesinden, 25 900 kişiye çeşitli sorular yönelterek bir araştırma yapmış. Amaç dünyadaki hangi ülkenin nasıl bir imaja sahip olduğunu ortaya koymak. Araştırma sonuçları, o kadar ülke arasında “Türkiye markası”nın sonuncu sırada yer aldığını ve maalesef “imajı en kötü ülke” olduğumuzu ortaya koymuş. Bu araştırma sonuçları hakkında daha geniş bilgi almak isteyenler, www.nationbrandindex.com internet sitesine bakabilirler..

İmajımızı düzeltmek için, yıllardan beri bir sürü kurum ve kuruluşumuzla bunca para, emek ve çaba harcıyoruz. Bu alanda büyük başarılar elde ettiğimizi de sürekli iddia edip, kendimizi kandırıyoruz. Ama elin adamı, gide gide ulaşabildiğimiz yerin sonunculuk olduğunu anket sonuçlarıyla somut bir şekilde önümüze koyuveriyor. Bu durumda, “Haydaaa, buyur buradan yak!” denmez de ne denir?

Peki nedir bu imaj? Yenir mi, içilir mi? Neye yarar?

Elbette yenilip içilmez ama, dünyada herkesin bu kadar önem verdiğine göre; herhalde çok işe yarayan, belki ekmek kadar, su kadar gerekli bir şey olduğu da bir gerçek.

Kısaca dışarıya verdiğimiz görüntü ve intiba olarak tanımlanması mümkün olan “imaj”, insanoğlu için her zaman çok önemli olmuştur. Her hangi bir firmanın, bir mal veya ürünün veya toplum önüne çıkan herhangi bir kişinin “imajı” olduğu gibi, milletlerin, ülkelerin, şehirlerin ve toplumların da imajı vardır. Bu imajın iyi bir yerde bulunması çok arzu edilen bir şeydir.

“İ yi bir imaj sahibi olmak ” belki her devirde önemliydi ama, artık global bir köy haline gelmiş bulunan dünyamızda olduğu kadar herhalde hiçbir devirde önemli olmamıştı.

İyi bir şekilde tanınıp bilinmek herkesin hoşuna gider. Kötü bir imaja sahip olmak ise, hele bir de bunun haksız bir yargı olduğuna inanılıyorsa, herkese ağır gelir.

İyi imaj arayışının sağlıksız görüntülerine de günlük hayatımızda sık sık şahit oluruz. İnsanoğlunun, kendisinde bulunmasa bile adının iyiliklerle, güzel haslet ve meziyetlerle anılmasından hoşlanması, huy edindiği kötülüklerin, herkesçe bilinen kusurlarının, durmadan tekrarladığı yanlışların bile söylenmesinden hazzetmemesi çok rastlanan olaylardandır. Bu onun en bilinen zaaflarındandır. Bu tür zaafların esiri olup ta, tüm iyilik, güzellik, başarı ve üstünlüğe yalnız kendilerinin layık olduğuna, kendilerinden başka hiç kimsede güzel hasletlerin bulunamayacağına, kötülüğün, hata ve kusurların kendisinde değil ancak başkalarında bulunabileceğine inanacak kadar, işi kendine tapma boyutlarına vardıranlara da her yerde ve her toplumda rastlanabilir.

İnsanoğlunun iyi ve güzel tanınmaya olan aşırı zaafı yüzünden, “yağcılık ve yalakalık” hemen her devirde en iyi prim yapan becerilerden olmuştur. İnsan, aptal da olsa, kendisine çok zeki ve akıllı biri olduğunun söylenmesinden, çirkin de olsa çok güzel veya yakışıklı olduğunu duymaktan hoşlanır . Ama bunun dozu, ölçüsü ve endazesi iyice kaçar, “ devir riya devri, toplum riya toplumu ” haline dönüşürse, işlerin sarpa sarıp içinden çıkılmaz hale gelmesi kaçınılmaz olur. Bir de bakarsınız ki, ortada övünülecek hiç bir başarı olmadığı halde, ortalık yine de yapmadıklarıyla övünenlerle, başkalarının başarılarını bile kendi başarısı imiş gibi göstermeye çalışanlarla dolup taşmış. Artık hiç kimse gerçek yüzü ve kimliğiyle tanınamaz, kimse kimseye inanamaz ve güvenemez hale gelmiştir.

İmaj dediğimiz şey, hayali, temelsiz, gerçek dışı, sanal, suni yani “öyle olmadığı halde öyleymiş gibi görünmek” değildir. İmajı oluşturan sayısız nitelikler, vasıflar ve üstünlükler vardır. Doğal olarak bu sayısız vasıfları üzerinde taşımak ta her kişinin karı değildir. Bazıları bunlara sahip olmadıkları halde, kendilerini sahipmiş gibi göstermeye çalışabilirler. Ama nereye kadar? Bunlara lafla ve gösterişle değil, ancak iyi eğitim, büyük emek, gayret, zahmet ve yorgunlukla ulaşılabilir.

İmaj, gerçek durumu yansıtmalıdır. Gerçek dışı iddialar, yapmacık tavır ve hareketler, ona buna tafra satmalar, boş yere gurur ve böbürlenmeler mevcut imajı daha da bozmaktan, sahiplerini itici ve gülünç duruma düşürmekten başka bir işe yaramaz. Kendini olduğundan iyi ve farklı gösterme çabaları, en sonunda mutlaka boşa çıkacak, mevcut olumsuz imaja yeni olumsuzluklar eklenmesine neden olacaktır.

Allah bile Kitabında müminleri uyararak: “Niçin y apmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz, Allah katında büyük bir nefretle karşılanır (Saff Suresi: 2-3) buyuruyor.

Bir zamanlar Afrika’nın ortasındaki uyduruk bir kabile devletinin kendisini dünyaya büyük bir imparatorluk, şeflerini de iddialı isim ve unvanlarla dünyanın gelmiş geçmiş en büyük imparatoru olarak ilan etmesi, dünya basınında ilginç bir mizah konusu haline gelmişti. Öte yandan asırlarca dünyanın en büyük imparatorluğu olduğu halde, Osmanlı İmparatorluğunun son zamanlara kadar resmi bir adı bile yoktu. Osmanlılar devletlerine bir isim verme gereğini bile duymamışlardı. Çünkü onlara göre dünyada kendilerinden başka devlet yoktu. Bu yüzden devlet adını yalnız kendileri için kullanıyorlar ve devletlerini “Devlet-i Aliyye” yani “Yüce Devlet” olarak isimlendiriyorlardı.

Sanıyorum dünyada imajı Türkler kadar inişli çıkışlı başka bir millet yoktur? Türklerin imaj grafiğini ve bu grafikteki iniş çıkışların nedenlerini inceleyen ciddi araştırmalar yapılsa, şüphesiz herkes için çok öğretici ve yararlı olurdu. Bunu kim yapacak? Elbette bilim adamlarımızın yapması gerekirdi ve şimdiye kadar çoktan hem de değişik açılardan ve farklı versiyonlarıyla yüzlerce araştırma yapılmış olmalıydı. Ama maalesef bizim bilim adamlarımız, bilimsel çalışma gibi zahmetli ve zor işlerle uğraşmaktan pek hoşlanmıyorlar. Bilim adamı imiş gibi görünüp polemik ve şov yapmak, birilerine hoş görünmek için gerektiğinde bilimi ve bilimsel gerçekleri bile katletmek bizimkilerin daha kolaylarına geliyor. Nitekim eğitim kurumlarımızın, üniversitelerimizin ve bunların yetiştirdiklerini iddia ettikleri bilim adamlarımızın dünya bilim çevrelerindeki imajları ve yerleri herkesin malumu. Belki gün gelir, bu alandaki bilimsel çalışmaları da yabancılar yaparlar da, bizimkiler kıyısından köşesinden kopya edip bize de sunarlar. Onu da doğru anlayıp, çarpıtmadan yapabilecekleri şüpheli. Neyse, o zamanları beklerken, haddim olmayarak da olsa sizlere genel olarak imaj ve Türk Milletinin tarih içindeki imajındaki değişmeler konusunda elimden geldiğince bazı bilgiler ve örnekler sunmak istiyorum. Sürçi lisan edersek affola! Yazının gelecek bölümünde buluşmak ümit ve temennisiyle…

BİR ZAMANLAR TÜRK İMAJI?

Türk Milleti, tarih sahnesinde oldukça uzun ve kesintisiz bir yer işgal etmiş, zaman zaman dünyada başka hiç bir millete nasip olmayan önemli roller üstlenmiş, dünyaya nizam ve şekil verecek güce ve üstünlüğe ulaşmıştır. Elbette bu uzun tarihi boyunca imajında da belli inişler çıkışlar yaşamıştır.

Eskiden, özellikle ikbal devirlerimizde, başkaları nezdinde imajımızın ne olduğu pek umurumuzda değildi. Zaten o zamanlar şimdiki gibi dünya kamuoyunda kimin imajının ne durumda olduğunu ölçebilecek imkanlar ve yöntemler de yoktu. Ama artık hem dünya çok küçüldü, hem ilişkiler arttı, hem de belli yöntemler kullanılarak imajlar da ölçülebiliyor. Üstelik ortaya konulan veriler herkes tarafından dikkate alınıyor, bunlara önem veriliyor, bunun sonucunda akla hayale gelmeyecek faydalar veya zararlarla karşı karşıya kalınabiliyor. Demek oluyor ki, artık hiç kimse, hele bizim gibi imajı yerlerde sürünenler: “Adam sen de, boş ver! Onların imajına mı kaldık! Neremiz düzgün ki, varsın imajımız da bozuk olsun?!” deme lüksüne sahip değil.

Madem bu imaj konusu bu kadar önemli, isterseniz aklımıza gelebilecek rasgele sorular yardımıyla bir fikir jimnastiği yapmayı deneyelim.

Örneğin kendi kendimize, “Acaba biz çok düzgünüz de, sadece imajımız mı bozuk? İmajımızdan önce kendimizi düzeltmemiz gerekmez mi? Diye sorabiliriz. Ama, şimdilik bunu geçelim! derim. Çünkü böyle kısa bir yazıyla bu sorunun altından kalkabilmek mümkün gibi görünmüyor.

Kendi kendimizi hırpalamamıza neden olabilecek böyle ağır sorular yerine, cevabı bizi biraz rahatlatabilecek başka sorular arayabiliriz.

Mesela, ben size: “Kendimiz o kadar kötü olmadığımız halde, her nasılsa çok kötü bir imaja sahip olabilir miyiz? Yani imajımız bizden daha kötü olabilir mi?” sorusunu yöneltebilirim.

Siz de bana “ Olmaz mı, tabii olur?! İmajla gerçek durum arasında fazla bir fark olmaması gerekir deniyor ama, bu her zaman böyle mi oluyor? Bakmayın siz yabancıların bizim hakkımızdaki bu düşmanca yargılarına! Çoğu zaman hak etmediğimiz ön yargılarla karşı karşıya kalmıyor, haksız yaftalarla yaftalanmıyor muyuz? Hem bu dünyada mükemmel fert ve mükemmel toplum nerede görülmüş? Onlar çok mu düzgün? Adamların zaten işi gücü bizim küçücük, kişisel hata ve kusurlarımızı büyütmek ve genellemek! Bu yüzden Türkler, ta İslam öncesi dönemlerden beri yabancıların gözünde pek olumlu bir imaja sahip olamamışlar, haksız yere pek çok olumsuz nitelemelere maruz kalmışlar. Durup dururken kendimizi eleştirmenin, hırpalamanın, eksik ve yanlış taraflarımızı ortaya dökmenin ne gereği var? Bunlar, yarın öbür gün kötü niyetlilere malzeme olmaz mı? “Kendin hakkında iyi bir şey söyleme, çünkü sana kimse inanmaz, kötü bir şey de söyleme, yoksa sana herkes inanır.” Diye boşuna mı söylemişler? Boş ver, kol kırılır yen içinde, sen kendi kusurunu bil, ele söyleme! Bakın adamlar, kötü niyetle bize söyleyemedikleri, Ermeni soykırımı filan gibi asılsız isnat ve iftiraları içimizden birilerine söyletip, bunu yine bizim aleyhimize delil olarak kullanmayı nasıl beceriyorlar? Adamların niyeti bozuk! Bizim ne günahımız var?” deyip bütün suçu başkalarına yıkarak işin içinden sıyrılmayı deneyebilir miyiz?

Elbette bunlar haksız tepkiler ve yanlış argümanlar değil. Ama yine de imajımızın düzelmesine ve iyi bir yere taşınmasına pek yararı olacağa benzemiyor? Başkalarını da suçlayabiliriz ama, öte taraftan ele güne aşikar etmesek de kendimizden kaynaklanan hataları, kusurları, yanlışları görüp düzeltmemiz, kendimizi iyi yönlerimizle tanıtmanın yollarını aramamız da gerekmez mi? Çünkü iyice yaygınlaşan bozukluklar, hata ve kusurlar nereye kadar gizlenebilir? Ayrıca siz, kendinizi olduğunuz gibi, iyi ve güzel yönlerinizle ve uygun yöntemlerle tanıtamazsanız, elbette elin adamı sizi bildiği, bulduğu ve işine geldiği gibi, yanlış ve ön yargılı bir biçimde olumsuz taraflarınızla tanıtacaktır. Bunda bütün kusuru başkalarına yükleyebilir miyiz?

Başka bir soru: Acaba kendimizi düzelmeden imajımızı düzeltemez miyiz? Sırf imajımızı düzeltsek de kendimiz olduğumuz gibi kalsak olmaz mı? Nasıl olsa dünyada çok iyi “imaj maker”lar varmış. Bastırırız parayı, adamlar bizi en iyi imaj hangisiyse o imajı verecek şekilde tanıtırlar, böylece imajımız düzelir ve bu kötü imaj belasından kurtulmuş oluruz. Fakat maalesef tecrübeyle de sabit ki bu da çıkar yol değil. Nitekim yıllardır biz de aynı şeyi yapıyoruz. İmage makerlara, reklam firmalarına imajımızı düzeltsinler diye bastırıyoruz parayı ama yine de imajı en kötü ülke olmaktan kurtulamıyoruz.

Allah, Allah, bu kötü imaj nasıl olmuş da böyle üstümüze iyice yapışmış; ne yapsak bir türlü kurtulamıyoruz? Yoksa bu kötü imaj ve onu doğuran sebepler de mi bize ecdadımızdan miras kalmış? dediğinizi duyar gibiyim.

O zaman ister istemez, kısa bir tarih yolculuğuna çıkmamız gerekecek. Acaba ecdadımızın başka milletler nezdindeki imajları nasıldı? Onlar ve imajları hakkında bilgi sahibi olmamıza yarayacak nerede ne bulabiliriz? Arşivlerde, kitaplarda, kütüphanelerde, tarihi vesikalarda acaba bu hususta neler var? Ecdadımız hakkında iyi kötü, doğru yanlış neler söylenmiş, neler yazılıp çizilmiş? Bu sorular bizi çok büyük bir ummanın kenarına getiriyor. Şimdi bu geniş deryadan bir nebze sayılabilecek birkaç örnekle zihinlerimizi aydınlatmaya çalışalım.

Bilmem içinizde, Osmanlılar’ın her anlamda altın çağ yaşadıkları zirve devirlerinde, örneğin XVI., XVII., ve hatta XVIII. yüzyıllarda dünyada nasıl bir imajları olduğunu merak edenleriniz var mı? İşte önümüzdeki örnekler daha çok bu dönemlere ışık tutuyor.

Konuyla ilgili güvenilir kaynaklar, Osmanlıların batıya sâdece askerî ve siyasî alanda galebe çalmakla kalmadığını; kültür, sanat ve uygarlık alanında da üstünlüklerini kabul ettirdiklerini, siyasî güçlerinin, askerî caydırıcılıklarının yanı sıra, ekonomik ve kültürel zenginlikleri, hayat tarzları ve sosyal yaşantıları ile de hayranlık uyandırıp taklit edildiklerini göstermektedir. 

Kendine has değerleri, dinamikleri, hayat tarzları ve dünya görüşleri ile Avrupalıların karşısına çıkan ve onlara üstünlüklerini kesinkes kabul ettiren Osmanlılar, hakim bir kültür ve medeniyetin temsilcisi olarak bütün dünyada ve Avrupada büyük hayranlık uyandırmışlardı. Belki onlardaki her şeye doymuşluk, kendiyle barışık olma, maddi ve manevi zenginlik, kuvvet, kudret ve kâbiliyetine güven duymanın dışa aksettirdiği vakar, heybet, haysiyet ve onurlu duruşun büyüleyici bir yansıması olarak; Batı Alemi’nde “Osmanlılaşma” akımı yaygınlaşmış, bugün bize çok garip, şaşırtıcı, hatta inanılmaz gelebilecek bir Osmanlı taklitçiliği ve özentisi almış yürümüştü. Bu Osmanlılaşma akımı Avrupa’da; sanattan mimariye, müzikten edebiyata, giyimden yemeğe kadar oldukça geniş ve renkli bir yelpâzede varlığını hissettirmiş, büyük halk kitleleri, sanat ve sosyete çevreleri, aydın kesim ve devlet yöneticileri arasında hatırı sayılır bir taraftar ve sempatizan kitlesi toplamıştı. “ Türk Asrı ” olarak anılan bu dönemde Osmanlı yaşam tarzı, “ Osmanlı Modası ” adıyla öyle yaygınlaşmıştı ki, evlerinde “ Osmanlı Köşesi ” bulundurmayan sosyete mensupları ayıplanır hâle gelmişti (1).

Daha 11. Yüzyılda, İslâm Medeniyeti’nin tesiriyle Fransa’nın güneyinde yemek alışkanlıklarından giyim tarzına kadar İslâm kültürü ve modası egemen duruma gelmişti. Hıristiyan kadınlardan tıpkı Müslümanlar gibi çarşaf giyip tesettüre bürünenler bile görülebiliyordu (2).

Bazı Hollandalıların, bugün bile boyunlarına taşıdıkları yarım ay biçimindeki gümüş kolye, o dönemlerin hâtırâsıdır. Osmanlıların dünyaya nizam verdikleri dönemde Protestan Hollandalılar, kendilerini tehdit eden Katolik İspanyollara karşı Osmanlıların desteğini sağlamışlar, bu destek sayesinde varlıklarını sürdürebilmişlerdi. Kolyelerin ve madalyonların üzerinde ise, “Katolik olmaktansa Türk olmak daha iyidir!”, “Türkler Papa’dan daha iyi!” gibi ilginç sözler yazılıydı.

1510 yılında, VIII. Henry’ye îtimadını arz etmeye gelen Essex Dükü, kralın pazar ayinine bir Osmanlı gibi giyinerek iştirâk etmişti. Fransa Kralı II.Henry devrinde de, ülkeyi saran “bronle de malte dansı”, Osmanlı giysileriyle icrâ edilir, bu dansı yapabilmek için Batılı zenginler Osmanlı ülkesinden kıyâfetler getirtirlerdi. Mozart, Haydn ve Beethoven gibi klasik Batı müziğinin büyük bestecilerinin de aralarında bulunduğu dünyaca ünlü pek çok sanatçı, “Mehter”in hârikulâde ritimlerine ve ezgilerine eserlerinde yer vermişlerdi. Ünlü 9. Senfoninin son bölümlerinde ve Türk Marşı’nda kullanılan enstrümanlar ve ezginin, Mehter müziğinden uyarlandığı bilinmektedir (3).

Avrupa’daki Osmanlı modası furyası, İngiliz Kraliyet Sarayı’nda da güçlü bir şekilde etkisini hissettirmişti. Kraliçe Charlotte, 1764’te ressam Johann Zoffany’e yaptırdığı resimde oğlu Wales Prensi George’a Roma kıyafeti giydirirken, ilerde York Dükü olacak diğer oğlu Frederick’i ise, Osmanlı Şehzâdeleri gibi giydirmişti. Bu tablo hâlen Buckingham Sarayı’nda sergilenmektedir (4).

II. Viyana Kuşatması’nda, Osmanlılara karşı oluşturulan Haçlı ordusunun mimârı olan Alman Mareşal Markgraf Ludwig’e, Osmanlı sultanlarının elbiselerini giyip dolaşması sebebiyle Almanlar, “Türkenlouis” adını takmıştı. Daha sonra hep bu lakapla anılan Markgraf Ludwig, eserlerinde dâimâ bu ikinci ismini de zikretmekten çekinmemiştir (5).

17. yüzyıldan sonra Osmanlı İmparatorluğunu ziyaret eden Avrupalı Elçilerden bazıları, ilginç Osmanlı kostümlerinin yer aldığı kataloglar hazırlatmışlardı. Osmanlı giysileri ve modası, Avrupa’da bu yolla da tanınıp yayılmıştır. Bu katalogları hazırlayan ressamlardan biri de Vanmour’dur.

Özellikle 18. yüzyılda Türk modası, Avrupa giyim kuşamında çok belirleyici olmaya başlamış, 18. yüzyılın ortalarından îtibâren “Turkomannie” olarak adlandırılan bir moda dalgası esmişti. Yüksek gelirli Hollandalılar arasında oryantal giysisi, Şamberluk adı verilen Kaftan, ev ve sporda kullanılan fes oldukça yaygındı. Avrupa kadın modasında ise, Osmanlı Alaturka modası 18. yüzyıl başlarında zirveye ulaşmıştır. 19. yüzyılın sonlarında bile, pazar günleri Scheveningen’de gezintiye çıkan kadınların çoğu, hâlâ tülbent takarlar ve şal kullanırlardı.

Metin And’ın tespitleriyle bugünkü bölümü tamamlayalım:

“ 15. Yüzyıldan başlayarak Avrupa’da Türk müziğine, tekstiline, halılarına, yaşam tarzına gösterilen ilgi giderek büyümüştür. O yüzyılların en önemli medyası, sahnelenen opera, tiyatro ve bale eserleriydi. Türkler üzerine yapılan eserler sayesinde her gece tiyatroları dolduran seyirciler, sahnede Türk giyim-kuşamını, davranışlarını, yaşayışını ve saray yaşamını canlı bir biçimde görebiliyordu.

Mozart’ın ünlü ‘Saraydan Kız Kaçırma’ ve Topkapı Sarayı’nda geçen ‘Zaide’ operaları; yine Mozart’ın Topkapı Sarayı’nda geçen ve kahramanı Kanuni Sultan Süleyman olan ‘Saray Kıskançlıkları’ adlı balesi; Rossini’nin dört operası önemli örneklerdendir.

Avrupa başkentlerinde halkın Türk giyim-kuşamını ve müziğini tanıması için güzel fırsatlardan biri de yeni atanan Türk elçisinin görkemli bir alayla, mehter müziği eşliğinde kente girişi ya da kralın sarayına kabulüydü. Bu görkemli alay, halkın üzerinde kolay kolay silinmeyen izler bırakıyordu.”

——————————-

1. Mehmet Niyazi, Medeniyet Ülkesini Arıyor, İst.1994,s.51.

2. İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, C.2, İst.1998, s.134.

3. Türklerde İnsani Değerler ve İnsan Hakları, 2.Kitap, İst.1992, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, s.31.

4. M . Ali Eren, “Türkler’in Zamanı”, Aksiyon Dergisi, 1622 Kasım 1996 Sayısı, s.37.

5. İbrahim Refik, Tarih Şuuruna Doğru, C.2, İst.1998, s.174.

İMAJ VE GERÇEK TÜRKLERİN FAZİLETLERİ

Başlığa bakıp da bazıları Türk’e Türk propagandası yapacağımı zannedebilirler. Ama aslında hiç de öyle bir niyetim yok. Amacım, Türklerin hangi nitelikleriyle yüksek bir imaja sahip olabildiklerini ortaya koymaya çalışmak. Böylece yazının sonunda, imajı oluşturan görüntünün altında yatan gerçekleri de bir nebze olsun gün yüzüne çıkarabilmeyi umuyorum.

Burada kendi görüş ve düşüncelerimi aktarmak veya Türk kaynaklarından alıntılar yapmak yerine, objektif ve saygın yabancıların eserlerine başvurmanın daha inandırıcı olabileceği kanaatindeyim. Bu alanda pek çok kaynak ve eser sayılabilir. Ama ben bugün bu kaynakların en derli toplularından birini burada özetlemek istiyorum.

Özetlemek istediğim kaynak, Arapların 870 yılında vefat eden ünlü edebiyat, bilim ve fikir adamı Cahiz’in, kısaca “Fezâil’ül Etrak”, yani “Türklerin Faziletleri” adlıyla bilinen eseri (Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını, Ramazan Şeşen çevirisi, İkinci baskı, Ankara, 1988). Cahiz bu kitabını, Abbasi ordusunda ve devletin değişik kademelerinde görev yapan Müslüman Türkleri gözlemleyerek ve Türkleri yakından tanıyan güvenilir kişilerin tanıklıklarına dayanarak, Halife Mutasım döneminde (833-842) yazmış.

Söz konusu kitabında Cahiz; Türklerin karakteristik özelliklerini kısaca şöyle anlatıyor:

“Türkler savaş meydanlarında gafil avlanmazlar, hiç kimse bu alanda onlarla baş edemez. Nitekim bütün dünyayı dize getiren Büyük İskender bile onlarla baş edememiş, Türklere gücünün yetmeyeceğini anlayınca da “ütrükûhum” yani “Onları kendi hallerine TERK edin!” demek zorunda kalmış, “Türk” adı da bu “TRÜK” veya “TERK” sözcüğünden türemiştir.

Türk, atını hızla sürerken bile hareketli, uçan ve duran hedeflere karşı; öne, arkaya, sağa, sola, yukarıya, aşağıya isabetli oklar atabilir. Başkası yayına bir ok koymadan o on ok atar. Bayırlarda vadilerde başkalarının düz yerde sürdüklerinden daha hızlı at sürer. Atının sırtında gafil avlanmaz. İkisi önde ikisi arkada dört gözü varmış gibi hem önünü, hem arkasını iyi görür. Başkalarının önünde iken göremediklerini, o arkasında iken görür. Ömrünün at üstünde geçen günleri, yerde geçen günlerinden fazladır. Yere inmeden at değiştirebilir. Atları da onlar gibi dayanıklı ve tahammüllüdür. Atının sırtında iken Türkün ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının tıpırtısı yoktur. Diğer askerler arasında farklılıkları hemen seçilir.

Bildiklerini tam bilirler, bilmediklerini bilir gibi davranmazlar. İşlerini tam ve sağlam yaparlar. Her işlerini bizzat kendileri yaparlar. Türk hem çoban, hem seyis, hem cambaz, hem baytar, hem süvaridir. Kısaca bir Türk, tek başına bile bir millettir.

Hiç kimse onlara karşı duramaz. Kimse onlarla başa çıkamaz. Yutulacak lokma değillerdir. Her güçlüğün üstesinden gelmesini bilirler. Elleri kolları bağlı olarak bir kuyuya atılsalar bile, mutlaka bir çaresini bulup kurtulurlar.

Onlar gibi insanlara iyi ve hoş davranan, ikram ve taltifte bulunanlar görülmemiştir. Geniş halk kitleleriyle aralarında benzerlikler kurabildikleri, onların huy ve tabiatlarına yakınlaşabildikleri, onlara karşı aşırı merhametli oldukları ve çok güven telkin ettikleri için, konuşulması en çok arzu edilen, üstün mevkilerde en çok tercih edilen kimseler olmuşlardır.

Türkler, tevillerle, çeşitli fikirlerle, tefahürle, şiirle meşgul olan kimseler değildir. Maksatları durumlarını sağlama bağlamaktır. Aralarında anlaşmazlık azdır. İçleri dışları aynıdır. Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık hareketler, yerme, riya, dostlara karşı kibir, arkadaşlara karşı fenalık bilmezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır. İşlerinde hile yapmazlar. Hile ile başkalarının malını helal saymazlar. Önce hile ve hud’asından emin edip de sonra verdiği sözü bozan insanlar değildirler. Hileyi yalnız savaşta mübah sayarlar. Eğer harp, hilesiz kazanılabilecek bir şey olsaydı, herhalde harpte bile hileyi mübah görmezlerdi. Vatan sevgisi ve vatanlarına bağlılıkları çok fazla ve şiddetlidir.

Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Boş ümitlere kapılmaz, boş işlerle uğraşmazlar. Elde edebileceklerinin en fazlasını elde etmekten geri durmazlar. Bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur. Bir yerde eğlenip kalmak, beklemek, az işle meşgul olmak onlara çok ağır gelir. Vücutlarını dinlendirme gereği olmasa uyumazlar. Ancak uykuları da uyanıklıkla karışıktır.

Ruhi kuvvetleri, bedeni kuvvetlerinden daha da fazladır. Onlar ateşli ve hararetli, anlayışlı kimselerdir. Hatıraları çok, bakışları keskindir. Vefalı, insaflı, anlayışlı, zeki kimselerdir. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayak bağı, kanaatkarlığı azimsizlik, savaşı terk etmeyi zillete sebep kabul ederler.

Çeşitli fikirlerin bozmadığı, zararlı fikirlerin nüfuz etmediği, bidatlerin tesir etmediği temiz kalpleri, kahraman yürekleri vardır. İri cüsseli, uzun ve gür saçlı, büyük kafalı, geniş omuzlu, geniş alınlı, kalın boyunlu, uzun kollu, kalın ve mükemmel kemikli, nesli en temiz, asabı en kuvvetli, bedenleri silah taşımaya en dayanıklı, zırhları göz dolduran, en çok nesil yetiştiren, kuvvetli ve kudretli bir kavimdir.

Devletin çekirdeği, halife ve sultanların destekçisi olmaya, öne geçirilmeye, şerefli mevkilere getirilmeye en layık kimselerdir. Akıl, anlayış, izan, yüksek görüş, vakar, emanet, iffet sahibi kimselerdir.

Eğer onların memleketlerinde de peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri tahmin bile edilemez.”

Cahiz’in Türkler hakkında, onlar daha topyekün İslamiyeti kabul etmeden ortaya koyduğu görüş, düşünce ve değerlendirmelerin ne kadar doğru ve isabetli olduğu, Türk milletinin İslam Medeniyetine yaptığı eşsiz katkılar ve İslamı bir ideal olarak benimsemelerinden sonra elde ettikleri hayaller üstü başarılarla da doğrulanmıştır.

Türkler, Miladi X. Yüzyılın başından itibaren toplu olarak islamiyeti kabul ettiler. İslam onların karakterlerine de çok uygun geldiği için İslamdan önce intisap ettikleri Şamanizm, Budizm, Mani dini, Zerdüştlük, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinleri terk ederek toplu halde İslama yöneldiler. İslamdan sonra da başka bir dine sapmadılar. Zaten islamdan başka dinlere yönelenler kimliklerini, kişiliklerini, Türklüklerini de kaybetti.

İslamın yücelmesinde ve İslam medeniyetinin evrensel bir medeniyet haline gelmesinde Türklerin büyük hizmetleri olduğu gibi, Türkler de İslam sayesinde yüceldiler. Göçebe bir toplumken, İslam sayesinde dünyanın en ileri ve en medeni milleti olabildiler. Türkler, İslam medeniyet dairesine girdikten sonra, bedii zevklerini, ilme istidatlarını ve sanat kabiliyetlerini daha da geliştirme imkanını bulabildiler. Güzel sanatlarda, mimaride, bilimde, edebiyatta, musikide hayranlık uyandıran eserler vücuda getirebildiler.

Zulüm altında inleyenleri adaletle yeniden güldürdüler, yolunu şaşırmış insanlığı karanlıklardan aydınlıklara çıkardılar. Zalimin belini kırıp, mazlumu ayağa kaldırdılar. Daha önceleri çadır ve yurtlarda, bozkırlarda yaşarlarken, görkemli şehirler kurdular; gök kubbe gibi yüksek ve geniş kubbeli camiler ve kalem gibi zarif minarelerle islamın şiarını yükselttiler. Su kemerleri, medreseler, hanlar, hamamlar ve çeşmelerle dünyayı imar ettiler. Koca koca nehirlerin bir kıyısından öbür kıyısına ebemkuşağı gibi kırk gözlü köprüler attılar. Yaşanası şehirler, evler, cennet misali hasbahçeler yaptılar. Bu bahçeleri andıran renk renk, çiçek çiçek, desen desen, nakış nakış halılar ve kumaşlar dokuyup, ipeğe, yüne, pamuğa değer üstüne değer kattılar. Mermeri, taşı, ağacı sabırla ve ince bir zevkle halı dokur gibi yontup işlediler. 
Cahiz’in o günün Müslüman Türklerinde tespit ettiği özelliklerin çoğu bugün bile genel geçer ve aranan özelliklerdir. Bunlara sahip bir milletin ne imaj, ne kimlik ve ne de kişilik sorunu olur. Ne yazık ki bu niteliklerin çoğunu bugün kaybetmiş durumdayız. Halbuki bize düşen bunları kaybetmek değil, bunların üstüne başka üstün özellikler de katarak milletler camiasında çok daha saygın bir yer edinmekti. İmajımızla birlikte kendimizi de en iyi niteliklerle bezeyemezsek ne imajımızı düzeltebilir, ne de başka sorunlarımızı çözebiliriz. Biz bunu dün başarabildik, bugün ve yarın çok daha iyilerini ve mükemmellerini de yapabiliriz. Yeter ki, kendimizi kaybetmeyelim, kimliğimizi, kişiliğimizi günün gereklerine göre yeniden onarmanın yollarını arayalım. Kendi kendimize ısrarla “Ben kimim ve bu hal neyin nesi?” Diye sorarak, zillete razı olmayalım. Arayan bulur. Arayalım, mutlaka biz de buluruz. Selam ve saygılarımla…

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz