Home İnceleme-Araştırma Hakkı BAYRAKTAR Doğu Karadeniz ve Ağasar Çepnileri

Doğu Karadeniz ve Ağasar Çepnileri

DOĞU KARADENİZ ve AĞASAR ÇEPNİLERİ
Derleme-Ekleme-Düzenleme:
Hakkı BAYRAKTAR

DOĞU KARADENİZ ve AĞASAR ÇEPNİLERİ
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.

DOĞU KARADENİZ ve AĞASAR ÇEPNİLERİ

( Bu çalışma, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’nin iki yıldır yaptığı Doğu Karadeniz Çepnileri Araştırması’nın son bölümü olan Doğu Karadeniz alan araştırmasının verileridir. Bu yazıda Ağustos ayı içerisinde  Karadeniz bölgesinde yapılan alan araştırmasının sonuçları, ‘Güvenç Abdal Ocağı ve Çepniler’ ekseninde Çepni boyunun kültürel yapısı ve bağlantıları ele alınmıştır. Ek olarak, Çepnilerin yayılım güzergâhıyla ilgili bilgiler de yazı içerisinde yer almaktadır. Alemdar YALÇIN, Başak UYSAL, Güzzade DİKEROĞLU, Hacı YILMAZ ve  Coşkun KÖKEL’in yapmış olduğu ve yayınladığı bu çalışma konuyla ilgili -bugüne kadar yapılmış- en kapsamlı alan çalışmasıdır. Bazı hususların, daha da derinleştirilerek gerçeğinin ortaya çıkarılmasının yerinde olacağı kanaatini taşıyorum. Büyük bir emeğin ürünü olan bu anlamlı çalışmanın bazı bölümlerini -düzenleyerek ve tamamlayıcı bazı eklemelerle- okuyucularımızın takdirlerine sunuyorum. / H.B. )

Bu çalışma, Çepnilerin boy kimlikleri, kültürel yapıları ve inanç boyutları üzerine kurulmuştur. Daha önce Kargın boyu ve Dede Kargın Ocağı ekseninde yaptığımız çalışmalarda olduğu gibi burada da bir ocaklı boy kavramı ile karşı karşıyayız. Özellikle Doğu Karadeniz yöresinde sahilden on kilometre iç kısımların tamamını kontrol eden Sinop’a kadar yayılan çevreye egemen olan Çepni boyunun kültürel yapısı ve birbiri ile bağlantıları sebebiyle onları Doğu Karadeniz Çepnileri olarak değerlendirmek, tanımlamak ve yorumlamak daha doğru bir yaklaşımdır. Çünkü Balıkesir yöresinde bulunan ve kökenleri Musul ve Halep yöresine kadar  inen Kantemürlü Çepnileri ile aralarında kültürel bakımdan bazı tanımlayıcı farklılıklar bulunmaktadır.

Aslında her iki kol da,  Anadolu’ya Horasan üzerinden  Erzincan’a kadar gelmişler ve daha sonra Çepniler burada iki kola ayrılarak bir kolu İç Anadolu ve Güney Doğu Anadolu’dan Halep’e kadar yayılmışlar, zaman içinde batı Anadolu’ya kadar gelişen bir yayılma süreci göstermişlerdir. Bugün Uşak ve Batı Anadolu’da kendilerini Çepni olarak tanımlayan ve Çepni Bektaş olarak adlandıran kollarla Çanakkale’ye kadar uzanan çizgideki Çepniler aynı kültürel benzerlikleri gösterdikleri gibi Sivas yöresi Çepnileri de bu kollarla bağlantılıdır.

Doğu Karadeniz Çepnileri üzerine yaptığımız çalışmada Horasan’dan Erzincan’a kadar  gelişle ilgili olarak Düzce yöresi, Trabzon yöresinde birbirinden farklı kesimlerde ortak bir bilgi birikimi bulunmaktadır. Bu bilgi birikimi ile Doğu Karadeniz Çepnilerinin başlangıçta tamamının Güvenç Abdal Ocağı mensubu olmaları da bu bilgileri doğrulayıcı özellik taşımaktadır. Erzincan yöresine gelişle ilgili sözlü kültürde var olan bilgilerin yörenin tarihsel ve coğrafi yapısı ile de doğrudan ve tartışmasız bir bağlantısı bulunmaktadır. Bunu bizim çalışmamızdan önce yapılan çalışmalar da  doğrulamaktadır. 

Selçuklular döneminde  Çepnilerin bir kolunun, Doğu Karadeniz’de yaylaların düzenli kullanımı, Karadeniz üzerinden Doğu, İç Anadolu ve İran’a giden ticaret yollarının güvenliği ve  kervanların güvenliğinden sorumlu oldukları, bunun 1526 yılında Güvenç Abdal Ocağı’nın yürütücüsü aileye verildiği anlaşılmaktadır. Konuya açıklık getiren tarihi bir belgenin kenarına düşülen bir kayıtta, Fatih Sultan Mehmet tarafından da ocağın tanındığı ve yetkilerle donatıldığı anlaşılmaktadır.

Tam olarak belgelendiremememize rağmen Çepnilerin bölgede daha önce var olan Akkoyunluların Erdebil Dergahına bağlı olmaları sebebiyle  Şah  Cüneyt’le de sıkı ilişki içinde oldukları anlaşılmaktadır. Eğer bu bilgilerin doğruluğunu kabul edersek Doğu Karadeniz Çepnilerinin Trabzon Rum İmparatorluğu ile de kültürel ilişki içinde oldukları, bu bölgede din olarak Ortodoks, fakat ana dili Türkçe olan topluluklarla da bağlantılı olduğu düşünülebilir. Doğal olarak bu çalışmalar, Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli araştırma Merkezi’nin yürüttüğü Urumlar Projesinin sonuçlarıyla da ortaya çıkacaktır. Ukrayna’da bulunan Urumlar, sayıları 80 bin civarında bulunan, ana dilleri Türkçe olan, fakat inanç olarak Ortadoks inancına bağlı bir topluluktur. Aralarında tamamen Anadolu Türk kültürüne ait  varlıkları barındırmaktadır. Âşık Garip, Kerem ile Aslı, Köroğlu gibi  destanların canlı bir biçimde hâlen varlığını sürdürdüğü bu topluluğun dili de Anadolu ağzı özelliklerini göstermektedir. Anadolu’dan gittiklerine  dair iddialarımız henüz bilimsel olarak kanıtlanamamıştır. Çünkü verilen bilgiler sağlıklı değildir. Ancak aynı özelliklere sahip Gürcistan Urumları üzerinde yapılacak çalışma ile bu bağlantının ortaya çıkması halinde 1924 yılında  mübadele ile birlikte Yunanistan’a giden Trabzon Ortodokslarının önemli bir kısmının Hıristiyan Türkler olması olasılığı da Çepnilerle ilgili yaptığımız çalışmaların bir ilgi noktası olarak ortaya çıkmaktadır.
Çepni, Türkiye Türklerinin ataları olan Oğuzlar’ın 24 boyundan birinin adıdır. Çepnilerden söz eden en eski kaynak, Kaşgarlı Mahmut’un yazdığı Divan-ü Lugati’t-Türk’tür. Çepni boyu, Kaşgarlı Mahmut’un 22 bölüğe ayırdığı Oğuzlardan yirmi birincisidir. Bu boy, Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rol oynamıştır. Çepniler, Giresun’dan Batum’a kadar uzanan Doğu Karadeniz bölgesinde de Türklüğü hâkim kılan bir boydur. (Sümer, Faruk; 1992, Çepniler, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul)

1515 tarihli Trabzon Sancağı defterinde(a.g.e.) Trabzon Sancağı’na bağlı olarak gösterilen bir nahiye olan ve Karadeniz’in Türkleşmesinde içinde yaşayan halkın büyük rolü olan Kürtün de, Çepnilerin yoğun olarak yaşadığı bir bölgedir ve bu bölge, Osmanlı tahrir defterlerinde Çepni eli, Çepni ili, Çepni Vilayeti isimleri ile geçmektedir.

GÜMÜŞHANE İLİ-TAŞLICA İLÇESİ-KÜRTÜN KÖYÜ

Vilayetname-i Hacı Bektaş Veli’de yer alan bilgiye göre Sarı Saltuk, Güvenç Abdal’ın musahibidir. Sarı Saltuk, Tunceli Hozat’tan Kürtün’e gelir, Güvenç Abdal’a uğrar ve buradan da Sinop’a geçer.

Bu bilgilerden yola çıkılarak Karadeniz’de yapılan Güvenç Abdal Ocağı ve Çepniler eksenindeki alan araştırması, bir kaynak olarak gösterilen Gümüşhane’nin Kürtün ilçesinin Taşlıca köyünden başlamıştır. Alan araştırmasının ilk durağı olan Taşlıca köyünde derlenen bilgi ve belgeler yazı içerisinde sunulmuştur. Ayrıca bu yazıda Kürtün’de yaşayan Çepnilerin yaşayış tarzları, geleneklerine ve göreneklerine değinilmiştir.

Gümüşhane’nin Taşlıca ilçesine bağlı olan Kürtün köyünde Hüseyin Güvendi’nin annesi, İlyas Efendi’nin eşi olan Emine Nine’den (Telli lakaplı) öğrendiklerimiz doğrultusunda,  köyde Hıdırbaba, Pınareli ve Kızılali adlarında üç adet önemli ziyaret yeri olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca Kürtün’de Güvenç Abdal’ın asasını vurarak çıkardığına inanılan bir su kaynağı bulunmakta. Rivayete göre Güvenç Abdal, eşi Topal Emine’nin su getirmek için aşağıya kadar inip tekrar tepeye çıktığını görünce asasını vurarak bu ağaçlık bölgede şifalı olduğuna inanılan bu suyu çıkarıyor. Bu suyun yanında eskiden kürün adı verilen, çamdan yapılmış ve içi oyulmuş bir su yatağı bulunduğu söyleniyor.
Özellikle çok yakın zamanlara kadar koyun beslediklerini belirlediğimiz  Doğu Karadeniz Çepnileri için suyun ne kadar önemli olduğu ve yayla kültürünün de bu koyun besiciliğine bağlı olduğu açıktır. Burada suyun bulunması ile ilgili söylence kadar suyun akıtıldığı çamdan oyulan su birikme yerine verilen ad da çok önemlidir. Kürün ile yerleşim yerinin adı olan Kürtün hiç kuşkusuz ki  birbirinin kök olarak aynısıdır. Dolayısıyla bölgeye verilen adla kullanılan kap ve eşyalar arasında doğrudan bir ilgi olduğu görülebilir.

Hüseyin Güvendi’nin evinde bulunan ibrikler bakır üzerine pirinçten yapılmış, bu da ibriğin değerini yükseltiyor. Ayrıca, ibriklerin üzerindeki yılan motifleri de dikkat çekiyor. Hüseyin Güvendi’nin tasarrufunda yer alan bir diğer önemli malzeme ise, Güvenç Abdal’a ait olduğuna inanılan zırh ve kılıçtır. Zırhın yaka kısmı, omuz ve kol kısmı sağlam olarak kalmasına rağmen diğer kısımları kutsal olduğuna inanılarak götürülmüş. Kılıcın sapı ise sonradan eklenmiş bir ahşap eklentiden oluşuyor. Paslanmanın derinliğinden kılıcın ne kadar eski olduğu anlaşılabiliyor. Paslanmayla doğru orantılı olarak kılıcın ucundan başlayarak kınına doğru devam eden yazılarda yer yer silinmeler meydana gelmiş.

Kürtün’de geyikler için “erenlerin malı” tâbiri kullanılıyor. Eski zamanlarda geyik boynuzları evlere asılsa da bu gelenek artık köyde yaşamıyor. Bilindiği gibi Anadolu’nun bir çok yöresinde geyiklerin kutsal olduğuna inanılmaktadır. Geyiklerin erenlerle birlikte gezdikleri ve sabah çok erken onlara göründükleri hatta sütlerini sağdırdıklarına inanılmaktadır. Giresun Şeyh İdris yatırının bulunduğu çevrede,  geyiklerin  yakında bulunan tekkenin  ağaçlarını getirerek yapılacağı yere bıraktıklarına dair bir inanış da bulunmaktadır. Bu inanışın Doğu Karadeniz Çepnileri arasında sadece çok az kısmının kalmış olması dikkat çekicidir. Ancak Çepnilerin 19. yüzyılın ortalarında yaptıkları göçle birlikte bu inanışın Şalpazarında da yaşadığını görüyoruz. Nitekim sancaklarının Şalpazarı’nda bulunması ve burada toprağa gömülmesi de  geyikle ilgili inanışın canlı olarak varlığını gösterir.
Bu yazıda 1526 yılına kadar şecerelerini bulduğumuz Güvenç Abdal Ocağının merkezi olan Kürtün’e bağlı Taşlıca köyünün kültürel özellikleri üzerinde durduk. Yaptığımız derinlemesine araştırmalar, özellikle kültürleri daha özenle koruduklarına inandığımız kadınlar arasında yaptığımız araştırmada gördüklerimiz, Doğu Karadeniz yöresinde de hızlı bir kültürel erozyon olduğunu göstermektedir. Kültürel değişim  ise bazı güzelliklerin hızla ortadan kalkmasına sebep olmaktadır.

ŞALPAZARI ve GÜRGENTEPE

Çepniler başlangıçta sadece Doğu Karadeniz’de yoğun olarak, şu anda ise İzmit ve Kandıra dahil olmak üzere bütün Karadeniz yöresinde yaşamaktadırlar. Geçirdikleri sosyo-kültürel değişime rağmen kimliklerini henüz korumaya devam etmektedirler. Ancak anlayış bakımından aralarında gittikçe kökleşmeye başlayan derin bir ayrılık bulunmaktadır. Özellikle Batı Karadeniz yöresinde Çepniler kendilerinin daha çok Alemdar, Bayraktar veya Sancaktar olarak anılmasını, bu kimliklerinin öne  çıkmasını tercih etmektedirler. Halk arasında 93 Harbi olarak bilinen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Çepniler üzerinde büyük bir darbe olmuştur. Çünkü Osmanlı Devleti’nin, Doğu Karadeniz yöresinin güvenliğinden sorumlu tuttuğu  ve yetkilerle donattığı Çepniler doğal olarak Ruslara karşı büyük bir direniş içine girmişler, bu direniş başarılı olamayınca büyük bir göç faciası yaşamışlardır. Bu göçün ilk durak noktası Trabzon-Şalpazarı olmuştur. Şalpazarı merkez ve köylerinin tamamı (Ağasar adıyla ünlenen bölge) halen Çepni’dir ve bu kimliği taşıdıklarını ifade etmekte ve bundan gurur duymaktadırlar. Ancak kendilerinin Alevi olmadıklarını, geleneklerinin Alevi kültür ve geleneklerine çok benzediğini öne sürmektedirler.

[ (Kimi Ermeni olan bazı maksatlı tarihçiler, Çepniler’i, ‘Kızılbaş/Alevi/Rafızi’ olarak niteleseler de büyük tarihçi Prof.Dr.Faruk Sümer aynı görüşte değildir. O da, Çepniler ve diğer Türk boyları içerisinde Alevi olanların bulunabileceğini kabul eder; ancak bu Çepniler’in Trabzon Çepnileri olamayacağı kanaatindedir ve;

Bir ilim adamı olarak vazifemiz, gerçeği bulmaktır. Bizim için Sünni ve Alevi vatandaşlarımız arasında asla bir fark yoktur. Türk kültürünü almış her vatandaşımız, ilmen yani gerçek olarak Türk’tür. Bir insanın hangi millete mensup olduğunu, o insanın almış olduğu kültürü belirler..” demektedir.

16. ve daha sonraki yüzyıllarda, tabi gerek Çepniler arasında gerek komşuları olan diğer Türkler arasında Alevi inancını taşıyanlar bulunabilir. Fakat Ömer, Osman, Bekir isimleri, onlardan pek çoğunun Sünni olduğuna asla şüphe bırakmıyor. Diğer taraftan; beş-on haneli Çepni köylerinde camiler bulunuyor. 15.yüzyılın ikinci yarısı 16.yüzyılın birinci yarısında Âşıkî’nin dediği gibi ‘bîdin/dinsiz’ insanlar değil bilakis dindar bir topluluktur. Bir taraftan Safevi propagandası, diğer taraftan Osmanlı’nın -Anadolu’nun her tarafında yaptıkları gibi- tımarlarını ellerinden alıp kendi kullarına ve kul oğullarına(yani devşirme zümresine mensup olanlara) vermeleri yüzünden aralarında Alevilik belki daha az yayılmış olabilir.(Prof.Dr.Faruk Sümer, Çepniler, s.50, N:1, s.51, İst.1992 / Prof.Dr.Faruk Sümer, Tirebolu Tarihi, s.54, N:1 ve 3, İst.1992)

Şah İsmail’in Safevi Devleti’ni kurmasından sonra Anadolu’dan İran’a göç eden Türkler arasında da Çepniler vardır ve bunların büyük bir kısmı veya tamamı Doğu Karadeniz Çepnileri’dir.(Çepniler, s.37-40)

Çepniler’in, İran’dan çıkarılıp Doğu Karadeniz’e geldikten sonra bu bölgede Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir yörelerine yerleştikleri ve sayılarının 100.000 civarında olduğu rivayet edilmektedir.(Tirebolu Tarihi, s.83)

Hacı Bektaş Veli Vilayetname’sinde, H.Bektaş Veli’nin müritlerinin Çepniler olduğu anlatılır.(Vilayetname, s.26 / Prof.Dr.Faruk Sümer, Oğuzlar, s.318, İst.1992)

Hacı Bektaş, Kırşehir’e, Suluca Karahöyük’e (bugünkü Hacı Bektaş ilçesine) gelir. Burada Çepni Boyundan bir oymak oturmaktadır. Uluları, Yunus Mukri’dir. Yunus Mukri, okumuş-yazmış bir insan olup dört oğlu vardır: İbrahim, Süleyman, İdris ve Saru. İdris ile Saru da okumuşlardır. İdris’in karısı, Bektaşiler tarafından sonradan kutlu sayılacak olan ‘Kadıncık Ana-Kutlu Melek’tir. Kadıncık Ana’nın çocuğu olmamaktadır. Birgün rüyasında, ondört dolunay koynuna girer. İdris Hoca, bunun, çocuğu olacağı manasına geldiğini müjdeler. Daha sonra Hacı Bektaş Veli çıkagelir. Kadıncık Ana’yı evlat edinir. Onun duası sayesinde ve burun kanı kerametiyle Kutlu Meleğin çocuğu olur. Doğan çocuğun adı, Timurtaş veya Seyyid Âli Sultan’dır.” (M. Eröz, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, s.54-55, İst.1997)

Mehmet Âşıkî, Menazıru’l-Âvâlim adlı eserinde; “Birçok göçebeler gibi Alevi olan bu Çepniler, zamanla Sünnileşmiş ve Lazlar da tamamen Müslüman olmuştur. Sürmene ve Araklı kazalarında yaşayan ‘Çebi‘ adı taşıyan kalabalık ailelerin de Çepniler’den olduğu anlaşılıyor,” demektedir.(‘Trabzon Tarihine Bir Bakış’ Trabzon Fetih Yıllığı , s.40, Trabzon 1994)

18.yüzyılda (Osmanlı’da) uğranılan büyük mağlubiyetler sonucunda devlet otoritesi son derece zayıfladığı için yörelerin idaresi, oraların yerlisi olan güçlü şahısların eline geçer. Devlet ilk önce ‘mütegallibe’ ve ‘derebeyi’ deyip bunları tanımışsa da sonra ‘âyân’ adını vererek varlıklarını kabul etmiştir. Böylece Türkiye’nin çok bölgelerinde olduğu gibi, Karadeniz kıyılarındaki şehir ve kalelerde de âyânlar ortaya çıktı. Bu âyânlardan bazıları veya çoğu Çepniler’den idi. Batıdaki âyânlardan ve Tirebolu, Görele ve Vakfıkebir derebeyleri ile Trabzon’un doğu yörelerindeki derebeyleri arasında kesin ve sürekli mücadeleler vuku bulmuştur. Bu mücadeleler sonucu da kalabalık Çepni toplulukları Sürmene, Of ve Rize yörelerine yerleştiler…Ünlü haydut Çepni Ali, Rize Çepnileri’nden olup en sonunda başına 300 kişi toplayarak Rus harbine katılmıştır”(Tirebolu Tarihi,s.83).

Görüldüğü üzere, 18.yüzyılda Trabzon’un batısında bulunan Çepniler’le, doğusundaki Lazlar arasında uzun süren kavgalar olmuş ve 1738’de Çeteci Abdullah Paşa’nın Trabzon valisi olmasıyla kısa sürede bu kavgalar sona ermiştir.(Trabzon Tarihi, Mahmut Goloğlu, s.102-103, Ankara 1975 / Oğuzlar, s.149-327) ] (Geniş bilgi için bkz.: Ağasar Çepni Kültürü-Geyikli, Abdullah Gülay, s. 25-34)


(Ağasar / Şalpazarı yöresinde) yaptığımız araştırmada  Çepniler üzerine daha önce yapılan araştırmalardan ve ilçe tanıtım kılavuzundan söz etmişlerdir. “Her Yönüyle Dünden Bugüne Ağasar- Şalpazarı”(Sebahattin Karaca, Ağustos 2000) adıyla yayınlanan eser, Oğuzlar’ın 24 kolundan biri olan Çepnileri, Şalpazarı’nı ve onların tarihlerini, gelenek ve göreneklerini, kültürlerini tanıtmaktadır. Ancak bizim belirlediğimiz  sistematik dağılım ve kültürel dağılma konusunda ciddi bir bilgileri bulunmamaktadır. (Bu meyanda önemli birer araştırma olan “Trabzon -Şalpazarı Çepni Kültürü”,Doç.Dr.Ali Çelik, Trabzon Valiliği İl Kültür Müdürlüğü Yay., Aralık 1999 / “Ağasar Çepni Kültürü-Geyikli”, Abdullah Gülay, Geyikli Belediyesi Kültür Yay., Mayıs 2001 isimli eserlerin unutulmuş olması, bu konularda araştırma yapanlar için büyük bir eksikliktir. / H.B.)

Sözlü kültürde bulunan ve  Karadeniz’in bütün yörelerinde ses ve görüntü kayıtları ile belirlediğimiz  bir başka nokta da  Çepni Beylerinin Paşa unvanı taşımasıdır. Son temsilcileri olan ve Ruslara karşı direnen Cemal Paşa gelenekten gelen bir paşadır. Ruslara karşı  Gümüşhane’den Şalpazarı’na kadar direnmişler, direniş başarılı olamayınca Çepnilerin Güvenç Abdal’a verilmiş olan  kutsal sancağını Geyikli köyüne gömdükten sonra dağılmışlardır.

[Bu konuyu araştıranların, gömülen sancak hakkında Geyikli’de bir alan araştırması yapmaları, -daha doğru bilgiye ulaşmaları için- yerinde olurdu…Geyikli halkından yaşlı olanların hemen hepsinin haberdar olduğu “sancak” üzerine araştırmacı-yazar Abdullah Gülay, yıllar önce bir alan araştırması yapmış ve elde ettiği bilgileri bahsi geçen eserinde neşretmiştir. Bu konuyla ilgili Ağasar Çepni Kültürü-Geyikli isimli eserin 37. ve 38. sayfasındaki bilgi aynen şu şekildedir:

Araştırmalarımız sırasında, Geyikli’de Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma bir sancağın varlığını haber aldık. Sancakla ilgili bilgileri alabilmek için bazı yaşlı kişilerle görüştük.

Muhammet Bayraktar (Geyikli Halkından / yaşı 1988’de görüşürken 85 idi / şimdi merhum / D: 1903; Ö: 07 Haziran 1993): Bu kişi, sancaktan geriye kalan ‘alem’in muhafaza edildiği evin en büyük kişisiydi. Sancağın en son kullanılan direği(gönderi) ise kardeşi Mustafa Lütfü Bayraktar’ın evinde muhafaza edilmektedir.

Muhammet Bayraktar’ın sancak hakkındaki ifadesine göre; “Bu sancak, bu sülaleden Ali Bey’e bir kahramanlığından dolayı verilmiştir. Muhammet ve Mustafa Lütfü Bayraktar’ın babası Ali Osman Ağa, veliyyullah-Calluu Hoca’da, Geyikli Medresesinde 12 sene okumuş, ilim tahsil etmiş-öldüğünde ise bu sancak evin önüne dikilmiştir. Cenazesi, evden, Konakyanı Mezarlığı’na götürülürken beraberinde bu sancak sembolik olarak taşınmıştır. Bu sancak bazı özel günlerde dikilirmiş. İndirilirken kurban kesilirmiş”.

1916-1918’li yıllarda Ruslar köyü işgal edince sancak onların eline geçmesin diye toprağa gömülmüş. Hakkı Bayraktar’ın babası Mustafa L. Bayraktar’ın naklettiğine göre; ‘Ruslar’ın bu işgali boyunca toprakta gömülü kalan sancak çürümüştür.’

Hatibuu Muhammet Gülay(Geyikli’nin hemen hemen en yaşlılarındandı, kendisine de halk ‘ağa’ diye hitap ederdi; şimdi merhum)’a göre; “Sancak, Trabzon ve havalisinde iki(doğrusu; üç) tane idi. Osman Ağa ve öteki sancaktar, 93 Harbine bu sancakla gittiler. Bu iki sancaktar, Batum’u Ruslara vermemek için direnmişlerdir. Bu sancağı, Osman Ağa çok kullanmıştır. Osman Ağa’nın köyde emrinde 400 askeri varmış. Arasıra; ‘askerlerini topla, gel!’ diye çağrılırmış. Beldemizde,‘Konakyanı’ denen yerde ‘Sancaktar Konağı’ varmış ve sancaktar orada otururmuş”.

Araştırmalarımız sırasında, yukarıdaki alan çalışması bilgilerinin daha net anlaşılmasına yardımcı olabilecek aşağıdaki tarihi bilgilere ulaştık:

“18.yy’ın ilk yarısında(1700-1740 yılları arasında) Trabzon Eyaleti; Trabzon, Batum ve Gönye(bazen Soğucak kal’ası da ilave edilmektedir) sancaklarından müteşekkildir. Bu sancakları tasarruf eden(idare eden) paşa ve beyler arasında adı geçen (Gönye Sancakbeyi) Ali Bey(ana metinde sözlü tarih ifadelerinde zikredilen Ali Bey ismiyle sadece bu isim örtüşmektedir-H.B.), 05 Mayıs 1726 tarihinde(III.Ahmet devri) Faş Kalesinin muhafaza ve binasında gösterdiği yardım nedeniyle ve Tiflis’e giden yolun genişletilmesi ve tamiri hususunda yardım etmesi şartıyle mirlivâlık(sancakbeyliği) ile kendisine tevcih edilmiştir. 12 Mart 1729 tarihli bir ibkâ(uzatma) emri ile Ali Bey görevine devam ettirilmiştir. Gönye Sancağını tasarruf ettiğini tesbit ettiğimiz ümerânın(idarecilerin) 4’ü bey, 6’sı paşa rütbelidir. Bey rütbeli olanlardan Mustafa Bey, Çirmen Sancağından; Ali Bey, Faş muhafazasında gösterdiği başarıya mükâfeten; İbrahim Bey, ilk kez; Hasan Bey ise, ikinci kez tayinle Gönye Sancakbeyi olmuşlardır. Bey ve paşalar çoğunlukla Faş Kalesinin muhafazası şartıyla Gönye’yi tasarruf edebilmişlerdir (Gönye ve Faş Kalesi, bugünkü Hopa ile Batum arasında bir yerdir). Tevcih kayıtlarından anlaşılacağı üzere; bunlardan bir kısmına ber-vech-i ilhak(ilhak suretiyle), ber-vech-i zamime(eklenme/katılma suretiyle) ve ber-vech-i arpalık(arpalık olmak üzere / arpalık:Osmanlı Devletinde yüksek devlet memurları, bazı saray mensupları ile ilmiye sınıfının üst kademesine ek tahsisat,emekli veya azil maaşı olarak verilen gelirler) tevcih edildiği için bizzat sancakta bulunmamışlardır.”(BA, Kepeci Tahvil Mükerrer 523 (Yayına Haz..: F.Başar, Osmanlı Eyalet Tevcihatı/1717-1730, s.127-129; ayrıca bkz.. Doç.Dr.Orhan Kılıç, 18.yy’ın İlk Yarısında Trabzon Eyaletinin İdari Taksimatı ve Tevcihatı-Trabzon Tarihi Sempozyumu, s.182-191)

Bu bilgilere göre; Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Araştırma Merkezi’ninyaptığı araştırmalardaki “gelenekten gelen Cemal Paşa”nın Geyikli’ye gömdüğü söylenen sancak ile Geyikli’de kalıntıları hala muhafaza edilen sancağı geçmişten bugüne muhafaza edenlerin anlatımları çelişkili görünmektedir. Geyikli’deki malum sancağın verildiği Ali Bey, yöredeki Bayraktarların/Alemdaroğullarının atası olarak bilinmekte ve bugün bile Bayraktar soy ismi taşıyanlara, biraz yaşlılar tarafından “Sancaktar-Alemdar torunları” şeklinde -biraz da espritüel tarzda- hitap edilmekte ve bu durum Bayraktarlar tarafından bir şeref vesilesi addedilmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki, bu konu üzerindeki araştırmalar daha da derinleştirilmeli ve sonuçlar, belgelere/bulgulara dayalı olarak netleştirilmelidir.

Özel Bir Not: “Ağasar Çepni Kültürü-Geyikli” kitabında bahsi geçen sancağın -bizzat çektiğim- video kayıtları özel arşivimdedir. Ayrıca bahsi geçen sancak direği de, Geyikli’deki evimizde muhafaza edilmektedir. Şu anda 83 yaşında bulunan babam M. Lütfü Bayraktar’dan dinlediğime göre; gömülen ve çürüyen sancaktan geriye kalan çürümemiş simli püskülleri, kadınların -bellerine sardıkları kuşaklarına- süs olarak taktıklarını bizzat çocukluğunda görmüş. / H.B. ]

Çepnilerin Ruslara karşı mücadele sonrasında dağılışı, son 150 yılın en önemli ve acılı bir göçünü de beraberinde getirmiştir. Çepnilerin bir kısmı kimliklerini ifade etmeksizin Trabzon, Çaykara, bir kısmı Rize  bölgesine yayılmışlar; Vakfıkebir, Akçaabat, OrduGürgentepe ve Gölköy’e yerleşmişlerdir. Gölköy ve Gürgentepe, Çepniler açısından çok önemli bir merkezdir.
Karadeniz’de yapılan Çepniler ve Güvenç Abdal Ocağı ile ilgili alan araştırmasının son durağı olan Ordu-Gürgentepe’deki araştırmamıza Akören mahallesinden Kâzım Taşpınar Dede (Çolak Kâzım) kaynaklık etti.

Kâzım Dede, Çantacı Muharrem ile akraba olduğunu ve onların da kendilerinin de Güvenç Abdal’a bağlı olduğunu söylüyor. Çantacı Muharrem, Çepniler ve Güvenç Abdal Ocağı için kilit bir isimdir. Çünkü Çantacı Muharrem, bütün Çepnileri göç ettikleri ve dağıldıkları yörelerde ziyaret eden, onların görgüsünü yapan son kişidir. Çantacı Muharrem Dede’nin ölümünden sonra Çepniler arasındaki bağlantı kopmuş, görgü ve cemlerinin yürütülebilmesi için Hacıbektaş Çelebilerine başvurmuşlardır.
Çepnilerin görgüsüne ilk katılan Hacıbektaş Çelebisi Ahmet Cemalettin Çelebi’dir. Ahmet Cemalettin Çelebi, Gürgentepe ve yöresindeki cemlerde erkân yürütmede çok önemli olan  Erkan Çubuğu (İmam Rıza) geleneğini değiştirerek  Pençe-i Âli Aba adı verilen pençeli erkâna geçmiştir. Bu geçişle birlikte bir kısım  Çepniler, Güvenç Abdal’dan beri gelen ve Erdebil süreğinin devamı anlamına gelen erkân çubuğu ile erkân yürütürken bir kısmı ise pençeli süreğine dönmüşlerdir.  Bu kol Hacıbektaş’ta Yusuf Ulusoy’a bağlıdır. Bu yüzden de aralarında ciddi bir anlaşmazlık bulunmaktadır. Düzce-Gölyaka çevresi ise, geleneğine bağlı olarak Erkânlı Sürek yürütmektedir ve bu erkân Veliyyeddin Ulusoy tarafından görülmektedir. Gürgentepe, bu bakımdan çok önemlidir.

Araştırma ekibimiz Gürgentepe’ye akşama doğru gelebilmiş ve  Gürgentepe Belediye Başkan yardımcısının da yol göstermesiyle  bir cenaze erkânına katılmamız mümkün olmuştur. Bu cenaze erkânında,  kendilerinden ricamız üzerine cenaze erkânında  olmadığı hâlde bize  semah ve bazı diğer cem ritüellerini de göstermişlerdir. Gürgentepe’nin Akören  mahallesinde yapılan erkânı Kazım Dede yürütmüştür. Kâzım Dede’nin babasının lâkabı Yaralıoğulları olarak kabul edilmiş. Bu lakâbın hikâyesini Kâzım Dede şöyle anlatıyor:

Ruslar, Harşit’e gelip Kürtün’ü bastığı zaman dedemin malları varmış. Rusların malları almasına karşı koymak için savaşırken kimi baltayla kimi silahla yaralanmış. Bu nedenle Yaralıoğulları ismini almışlar.”

Kâzım Dede’nin büyük dedesinin adı Mustafa, kendi dedesinin adı ise Ali. Kürtün’den gelen dedesinin adını  bilmiyor. Kendi babası da dede olarak erkân yürütmüş.

Niksar Geyikgölü köyünde, Kıllıgeliş’te ve özellikle Bozören’de Güvenç Abdal Ocağından dedeler olduğunu, Malatya-Mineyik Ocağından gelenlerin ise erkânı yürüttüğünü söylüyor. Niksar’daki Güvenç Abdal Ocağı dedeleri olarak ise Gazelefe’den Deli Şıhlılar’ı örnek olarak gösteriyor. Kâzım Dede, en yakın akrabaları olarak Çolakoğulları diye anılan sülaleyi gösteriyor. Kâzım Dede, Niksar-Gazalefe’de Ali Duran isimli bir dedenin erkânı yürüttüğünü söylüyor.

Gürgentepe’de bulunan Akören mahallesinde gözleme şansı yakaladığımız erkânda bayanlar, başlarını örtünün iki ucu da öne düşecek şekilde örtüyorlar. Buna ek olarak, erkekler de başı açık ceme giremiyor. Kâzım Dede, atalarını (On İki İmam) örnek göstererek onların da başlarının sarılı olduğunu söylüyor.

Yapılan cenaze erkânı ailenin erkeğinin annesi Hanşan Hanım’ın 93 yaşında vefatı üzerine düzenlenen bir erkândı. Bu yas töreni ölümün 7., 40. ve 52. günlerinde yapılmakta ve yedi sene boyunca senede bir kere tekrarlanmaktadır. Yedi sene boyunca yapılan bu uygulamaya da Sene Başı Davet denilmektedir. Erkânda gelenekte olduğu gibi gülbank okunmakta ve ölü yemeği yenilmekteydi. Ölü yemeğinde yöresel bir yemek olup kuru fasülye, dövülmüş buğday, tavuk eti, tuz ve undan yapılan keşkek yemeğinin yanı sıra pilav, fasülye yemeği, şehriye çorbası, börek, biber dolması ve cacık yenildi. Ölü yemeğinde sunulan yemekler büyük tencere ve kazanlarda pişirilmiş olup her gelen misafire büyük bir misafirperverlikle ikram edildi. Yemekten sonra misafirler ve ev halkı, yas erkânı için toplandılar ve dedenin işaretiyle erkân başladı. Bize gösterilen bu erkânın yanı sıra dedenin ve ev sahiplerinin izin vermesi üzerine semah gösterileri yapıldı. Semahlarda iki kadın ve iki erkek semaha çıktılar ve yaptıkları semah Tokat Hubyar ocağı semahını andırmasına rağmen ondan daha farklı özellikler de taşıyordu. ( Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı: 35, Güz 2005

http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/html/modules.php?name=News&file=article&sid=642 )

GÜVENÇ ABDAL OCAĞI

Alemdar YALÇIN / Hacı YILMAZ

“Bir Boylu Ocak Olarak Karadeniz Çepnileri ve Güvenç Abdal Ocağı” üzerinde şimdiye kadar  yalnızca boy ekseninde çalışılmış olan Çepniler ve Çepni boyunun, inanç, tarihsel derinlik ve kültür boyutunda ele alınması sonucu bu ocaklı boyun Anadolu’da  Türk kültürüne ve sosyal örgütlenmesine katkısını bir bütün olarak ortaya çıkarmak mümkün olmuştur.

Çalışmamıza kaynaklık eden bilgiler, son derece ilginç ve değişik bir kaynaktan gelmiştir. Bu kaynaklardan birisi Sakarya ili Kocaali ilçesinden  Araştırma Merkezimizi arayan Şükrü Alemdar’dır. Şükrü  Alemdar, ismimizin Alemdar olması sebebiyle bir yakınlık duyarak Araştırma Merkezimizi aramış ve kendilerinin Alemdarlar, Sancaktarlar ve Bayraktarlar adıyla bir dernek kurduklarını, adları ve soyadlarında bu sözcüklerin bulunduğu birçok kişiyi aradıklarını söylemişlerdir. Dernek, her 04 Temmuz’da Düzce-Gölyaka’da Alemdar ve Bayraktarlar toplantısı yapmaktadır. Bu toplantılardan ilkine davet edildik ve 2003 yılının 04 Temmuz günü bu toplantıya katıldık. Toplantıya İzmit, Kandıra, Sakarya, Hendek, Gölyaka, Kocaali, İzmit, İstanbul ve daha birçok yöreden insanın katıldığını gördük.

( Bu tür toplantılar, birkaç yıl bir komitenin, daha sonra da Sancak-Der ismiyle kurulan derneğin organizesiyle yapılmıştır. Bu toplantıların ve adı geçen derneğin başkanlığını, yıllar önce Şalpazarı-Geyikli’den Kaynaşlı(Bolu) taraflarına göç ederek bugün büyük bir köy oluşturmuş olan Cabir (Bayraktar) Ağanın oğullarından Naci Bayraktar yapmıştır. Bu organize içinde ve derneğin yönetim kurulunda yer alanlardan ve her toplantıda önemsenen konuşmacılardan bir tanesi de bendenizim. Dernek, bazı sıkıntılar sebebiyle resmi varlığını sürdürememiş olsa da, bu tür toplantılar -yine bir komitenin organizesiyle- yapılmaya devam etmektedir. / H.B.)

Toplantıya katılanlar arasında en yaşlı kişilerden biri de 110 yaşındaki Emin Alemdar’dı. Emin Alemdar’la yaptığımız görüşmeler sırasında kendilerinin Gümüşhane-Kürtün üzerinden önce Şalpazarı’na oradan da Bolu-Düzce’ye açlık ve yoksulluk içinde geldiklerini büyüklerinden duyduğunu söyledi. Bu bilgileri daha sonra 04 Temmuz toplantısına gelen ve farklı il ve ilçelerde yaşayan Alemdar ve Bayraktarlar da söylediler. Ancak Emin Alemdar uzun  görüşme sonunda bizim ısrarla sormamız üzerine kendisinin Alevi olduğunu, göçle gelen ve Yunus Efendi köyünde yaşayan bütün köylülerin de Alevi orijinli olduğunu söyledi.

Toplantı yerinde tek tek görüştüğümüz yaşlıların tamamı kendilerinin  Gümüşhane-Kürtün’den Trabzon-Şalpazarı’na geldiklerini, oradan da göç ederek Batı Karadeniz yöresine  yerleştiklerini ancak kendilerinin Alevi olmadıklarını belirttiler. Burada çok açık bir çelişki vardır. Ses, görüntü ve notlarımızda da bulunduğu gibi orijin olarak aynı kökenden gelen insanlardan bir grubu kendilerinin Alemdarlar, Bayraktarlar olduklarını söylüyorlar ve Alevi kimliğini kabul etmiyorlardı.
Daha sonra Gümüşhane-Kürtün’den Murat Yılmaz ve Hüseyin Güvendi ile ilişkiye girdik. Ocağın en son temsilcilerinden biri olan Hüseyin Güvendi emekli bir öğretmendi. Güvenç Abdal Ocağı’nın devamı olduklarını ve babasının Elyaz Halife (İlyas Güvendi) olarak anıldığını, Ordu ve Giresun’da görgüye çıktığını, Düzce-Gölyaka’ya da zaman zaman uğradığını söyledi ve bizi  Güvendi yaylasında yapılan şenliklere davet etti.

Aynı bölgede ağız araştırmaları yapan Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Öğretim Üyesi  Doç. Dr. Necati Demir, Hüseyin Güvendi’den aldığı ve okunması gerçekten zor ve düzenlenişi birçok imlâ hataları ile dolu olan bir şecereyi verdi. Şecerenin düzenleniş biçimi daha önce hazırlanmış olanlardan çok farklıydı. Her ne kadar İstanbul Nakibü’l-Eşrafları tarafından düzenlenmişse de  imlâ hataları, kâğıdı ve düzenleniş biçimi daha önce gördüklerimizden tamamen farklıydı. Belgelerde iki ayrı Nakibü’l-Eşraf adı geçmektedir. Bunlardan biri Hamza bin Sadr Tacettin Ali el Hüseyin olarak geçmekte, diğeri ise yine İstanbul’da Seyyit Muhammed olarak gösterilmektedir. Diğer bütün şecerelerde olduğu gibi İmam Musa Kazım’a kadar giden bir soy şeceresi olarak verilmişti.
Şecerelerin çevirisini yaptıktan sonra  Yunus Abdal köyünde düzenlenen bir cem törenine katılmak ve araştırmalar yapmak üzere bu köye gittik. Önce  Gölyaka’da  daha sonra ise köyde yaşlılarla yüz yüze görüşmeler yaparak bunları kayda aldık. Yunus Efendi köyünün yaşlıları Güvenç Abdal’ın  Gümüşhane’ye gelişi, Harşit Çayı ortasında bulunan kaleyi alarak buradaki tekfuru görevinden uzaklaştırışı, daha sonra halka önderlik edişi ile ilgili olarak bütün söylenceleri anlattılar. Geriye doğru  ailenin  öncülerinin isimlerini saydılar. Bunlardan bir kısmı belgede bulunan isimlerle örtüşüyordu. Ancak sık sık Ordu-Gürgentepe’den söz ederek görgüye buradan dedelerin geldiklerini de söylediler.

Güvenç Abdal Ocağı’nın süreği  erkanlı sürek olarak Yunus Efendi köyünde bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Ancak dedeleri artık görgüye gelmediği için Hacıbektaş Çelebilerine bağlı dikme dedeler erkan yürütmektedir. Her hafta düzenli olarak toplandıkları, aralarında çok sıkı bir  dayanışma içinde olduklarını gözlemlemek çok zor değildi. Cem törenlerinde özellikle ikrar niyazlaşmalarla birlikte semahları sadece kendilerine özgü bir semahtı. Çark-ı felek adını verdikleri bir semah ise yine diğer  Alevi Ocaklarında görmediğimiz bir semah türü olarak ilk defa Araştırma Merkezimiz tarafından kayda alındı.

Buradan Ocağın temsilcilerin bulunduğunu düşündüğümüz Zonguldak Alaplı’ya bağlı Gümeli’ye gittik. Gümeli Belediyesinde  beldenin yaşlıları ile yaptığımız görüşmelerde elimizdeki belgelerle  beldenin sözlü tarihi arasında ciddi bir ilişki kurulamadı. Bunun üzerine Gümüşhane-Kürtün’den başlayarak sistematik bir araştırma gezisinin yapılmasının uygun olacağını düşündük ve  (sizlere bir rapor halinde sunduğumuz) gözlemlerimizi elde ettik.

Elde ettiğimiz belgelerden birinin üzerinde hicri 933, miladi 1526 tarihi bulunmaktadır. Düzenleyen kişinin yazısı ve düzenleniş biçimi yüksek eğitimli bir kimsenin elinden çıkmadığı izlenimini vermektedir. Belgelerin orijinallerini Gümüşhane Kürtün Taşlıca köyünde Hüseyin Güvendi’nin evinde gördük. Belgelerin aslından sonradan çoğaltılmış bir belge olduğu izlenimi ortaya çıkmaktadır. Bizim bu izlenimimizi güçlendiren unsurlardan birisi belgenin düzenleniş tarihi olarak 1526 tarihi bulunmakla birlikte belgenin üzerine Fatih Sultan Mehmet Vakfının vakıfnamesinden bazı kayıtların da eklendiği görülmektedir. Bu da  belge üzerine sonradan yapılan bir eklemedir. Vakıfname’de  Tortu, Ulu ve Çam köylerinden Fatih Sultan Mehmet Vakfıyesi’nden masrafları karşılanmak üzere yemek pişirilerek dağıtılması notu bulunmaktadır.

Bu not yörenin özellikleri Fatih Sultan Mehmet’in yöreye gösterdiği özel ilgi ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü tarih araştırmalarının tamamında Fatih Sultan Mehmet’in Şebinkarahisar ve Gümüşhane yöresindeki Türkmen oymaklarıyla yakından ilgilendiği bilinmektedir. Buralardan Türkmen boylarının bir kısmını Trabzon’a yerleştirdiği tarih kayıtlarının hepsinde bulunmaktadır. Bunun iki temel sebebi olacağını söyleyebiliriz. Bunlardan birincisi Akkoyunlularla Osmanlılar arasındaki savaş ve yöredeki Akkoyunlu gücü ve egemenliğini engellemek olabilir. Çünkü bilindiği gibi Akkoyunluların Trabzon Pontus Devleti  ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. İkincisi ise Gümüşhane  yöresinde çok eski dönemlerden beri işletilen gümüş madenlerinin Rumların ve Akkoyunluların elinden alınarak işletilmesini sağlamaya yönelik bir çalışma olabilir. Böylece Fatih Sultan Mehmet’in bölgedeki Çepnilere  büyük yetkiler verdiği ve kendisinden önceki Selçuklu ve Akkoyunluların izinden gittiği düşünülebilir. Nitekim Akçakoca’da gümüş işleme merkezlerinin bulunması ve akçelerin bir kısmının burada basılması da bu görüşümüzü destekleyici bilgilerdir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarında Selçukluların yaptıkları yayla ve kırsal alan örgütlenmesine fazlaca  karışmadıkları, hatta bu örgütlenmeyi destekledikleri bilinmektedir. Osmanlı sipahi sisteminin de yine bu  yayla ve ocak örgütlenmesine bağlı olduğunu görüyoruz. Sipahilerin savaşa hazırlık ve olağanüstü  durumlarda toplanmaları da belirli bir sistem içinde bulunmaktadır. Bilindiği gibi boylar kendi içinde oymaklar ve obalar olarak ayrılmakta ve birbirleri ile her hafta, her mevsim ve olağanüstü durumlarda hemen buluşmakta ve dayanışma içinde olmaktadırlar. Bu haberleşme ve toplanma sistemlerinde boyun sancağının emanet edildiği oymaklar boyun en önemli oymaklarıdır.

Buradan yola çıkarak Doğu Karadeniz Çepnilerinin sancağını taşıyan, buluşma anında açarak altında bütün oymakların belirli bir düzenle toplanmasının sağlayan oymak kendisini uzun bir süre Alemdarlar olarak tanımış ve tanıtmıştır. Nitekim 1530 tarihli Hazine kayıtlarına baktığımız zaman Anadolu’nun birçok yerinde Alemlü ve Alemdar mezraları, köyleri ve yerleşim yerleri olduğunu görüyoruz. Bu durum bizim tezimizi güçlendiren önemli kanıtlardan biridir.

Böylece karşımıza Doğu Karadeniz Çepnilerinin Ocaklı Boy olarak örgütlendiğine ve oymaklarından birinin de Alemdarlar olarak anıldığına dair güçlü kanıtlar ortaya çıkmıştır.

Doğu Karadeniz Çepnilerinin bu varlıklarını 1877/1878 Osmanlı Rus savaşına kadar canlı bir biçimde sürdürdükleri, bu savaştan sonra  Bütün Karadeniz yöresine  trajik bir göçle dağıldıklarını kesin bir bilgi olarak alan araştırması ile ortaya koyduk.

Kendilerini ister Alemdar-Bayraktar veya Sancaktar olarak adlandırsınlar, isterse Çepni veya Güvenç Abdal Ocağı olarak belirtsinler, bu tanımların her üçü de aynı kökte birleşmektedir. Şu anda sayıları iki milyon civarında olarak tahmin ettiğimiz bütün Karadeniz yöresine dağılmış olarak yaşayan Karadeniz Çepnilerinin derinlemesine bir analizi yapılmış olmaktadır.

Yine bölgede  daha önce yapılan çok değerli araştırmalarda Çepnilerle Birlikte Kargın Boyu ile Beydili, Şadilli, Saltuklular gibi oymakların da yaşadıkları bilinmektedir. Elimizdeki belgelerden son döneme kadar şecereyi sayan belgede Dede Kargın adının geçmesi de çok ilginçtir. Bu bize Güvenç Abdal Ocağı yani Çepni Boyu ile Kargınlar arasında ciddi bir ilişkinin bulunduğunu göstermektedir. Bu durum hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü Develi Kargınların bu bölgede develerle maden, kömür ve yük taşıdıklarına dair birçok belge bulunmuştur. Ayrıca Ordu, Giresun bölgesinin yaylalarında kargınların varlığını gösteren birçok kanıt bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Giresun’daki Şeyh İdris yatırıdır ki bunun bir Dede Kargın Ocağı dedesi olduğu kesindir.

Üstelik Kargınların  Boz Geyikli Kargın kolundan olduğu açıktır. Yine aynı yörede bulanan Pir Aziz de bir Kargın Ocağı ileri gelenidir. Örnekleri bu şekilde çoğaltabiliriz. Ancak biz burada doğrudan Çepniler ve onların bağlantıları üzerinde duruyoruz.

Güvenç Abdal Ocağı ve Çepnilerle ilgili olarak bulduğumuz bir başka bilgi de Güvenç Abdal’la  Sarı Saltuk’un musahip kardeş olmaları, Saru Saltuk’un Erzincan ve Tunceli yöresinden Trabzon, Giresun, Ordu ve belki de Sinop’a kadar giderek buradan kendisine bağlı Türkmen boyları ile Ukrayna’ya veya bir başka rivayete göre Dobruca’ya geçmesidir. Sarı Saltuk’ın, Ortodoks Hıristiyanlar arasında da sevilmesi ve kutsanması, ana dili Türkçe olan Ortodoks Hıristiyanların taşıdıkları  güçlü Anadolu kültürü, Karadeniz’deki Çepni, Beydili, Şadilli, Saltukoğulları gibi Türkmen boy ve oymaklarının durumları ile ilgili çok ciddi çalışmaların yapılmasını gerektirmektedir.

( Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı: 35, Güz 2005 http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/html/modules.php?name=News&file=article&sid=642 )

GÜVENÇ ABDAL OCAĞI ÜZERİNE

BİR DEĞERLENDİRME

Coşkun KÖKEL

( Genel Değerlendirme: Hakkı BAYRAKTAR )

( Bu çalışmada bir Türkmen dedesi olan Güvenç Abdal ve Güvenç Abdal’ın adıyla anılan Güvenç Abdal Ocağı’na ait bilgiler sunulmaktadır. Ayrıca 2005 yılında Düzce, Ordu, Gümüşhane, Trabzon illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıları üzerine yapılan alan araştırmalarıyla derlenmiş bilgiler değerlendirilmektedir. Özellikle Karadeniz Bölgesinde yerleşik Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri ile Güvenç Abdal Ocağı arasındaki tarihsel ve inançsal bağlar belirtilmeye çalışılmaktadır. )

13. yüzyıl, Anadolu’da Hacı Bektaş Veli merkezli düşüncenin etkinlik gösterdiği ve bu hümanist söylemin aktif nitelik kazandığı dönemdir. Türkistan’da Hoca Ahmet Yesevi’nin öğrencisi Hacı Bektaş Veli’ye ilettiği şu sözlerinde de belirttiği gibi:

Döndü Hoca didi Ya Bektaş işit
Her ne dir isem sana sen anı it
Rum erenlerine baş kıldık seni
Var iriş talipleri eyle gani
Suluca karayöğe var mesken it
Yurt verdik durma var anda git”
(Noyan, Bedri; Hacı Bektaş-ı Veli Manzum Vilayetnamesi, s.163, İstanbul-1996) Hacı Bektaş Veli önderliğinde Anadolu’ya taşınan bu hümanist söylem, Anadolu’da yurt, ocak tutmuş gönül elleriyle köklenir. Bu süreç Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde şöyle öykülenir:

Rum kurbuna gelince ol hümam
Rum erenlerine virdi hoş selam
Nakildir ol vakti Rum’un pirleri
Elli yedi bin temam Rum elleri”
(Noyan, s. 168)

13. yüzyılda tarihsel kimliğini Hacı Bektaş Veli ile ifade eden bu düşünce geleneği, Hacı Bektaş Veli ile beraber hareket eden onlarca tarihsel kişilikle temsil edilir. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde adı geçen Tapduk Emre, Yunus Emre, Karadonlu Can Baba, Sarı Saltık, Ahi Evren, Karacaahmet Sultan, Kolu Açık Hacım Sultan, Seyyid Cemal Sultan gibi birçok Türkmen dedesi Anadolu’nun hatta Balkanların dört bir yanında bu felsefenin temellenmesini sağlar. Hacı Bektaş Veli ile beraber adı anılan Türkmen dedelerinin en önemlilerinden biri de Güvenç Abdal’dır. Güvenç Abdal, Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde, tasavvufi bir menkıbede adı geçen, tanınan bir Alevi-Bektaşi erenidir. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde Güvenç Abdal’ın adı, Alevi-Bektaşi inanç terminolojisinde ve metin literatüründe sıklıkla işlenen şeyhlik, müritlik, muhiblik, âşıklık kavramlarının betimlendiği felsefî bir menkıbe ile anılır.

Şeyhlik, müritlik, muhiblik, âşıklık Alevi-Bektaşi inanç literatüründe felsefî kavramlar olarak yer alırlar. Bu kavramlar aynı zamanda Alevi-Bektaşi düşüncesinde dört kapı kırk makam süreci ile oluşan düşünsel yükselişi de ifade eder. İnsan-ı kâmil olgusu, Alevi-Bektaşi düşüncesinin temel amacıdır. Alevi-Bektaşi düşüncesi bu temel amacın araçları olarak bireyin düşünsel, inançsal, psikolojik gelişimi için belli kategoriler belirlemiştir. Bu gelişim kategorilerinin başında aşıklık, yükselişinin son aşamasında ise şeyhlik (mürşid-i kâmil) yer alır.

……..

Birçok tarihî metinde Güvenç Abdal, Hacı Bektaş Veli’ye en yakın Türkmen dedelerinden biri olarak anlatılır:

Hünkârın tatarı idi. Bir yere name iletmek dilerse, Güvenç Abdal giderdi. Hindistan, Delhi şehrinde gördüğü alem güzeline âşık oldı.Hünkâr’a dediler, iki âşığu izdivaç eyledi. Hünkâr’ın dergahında bir haymada yatarlar. Keramatları saymakla dile gelmez.”(Altınok, Baki Yaşa, “Hacı Bektaş Veli Hakkında Yazılmış Bir Menakıbname ve Bu Menakıbnamede Belirtilen Anadolu’daki Alevi Ocakları”, Gazi Üniversitesi Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, s. 188, Ankara-2003)

Güvenç Abdal’ın adı birçok Alevi-Bektaşi metninde on iki hizmet, on iki post sistematiği ile beraber anılır. On iki hizmet ve on iki post, Alevi-Bektaşi düşünce evreninde dört kapı, kırk makam anlayışına bağlı olarak bireyin insan-ı kâmil olgusu bağlamında düşünsel gelişimini tanımlar. Alevi-Bektaşi metinlerinde on iki hizmet ve on iki postun birer manevi önderi vardır. On iki hizmetin, on iki postun bu manevi temsilcileri metinlerde adları sıklıkla geçen Türkmen dedeleridir. Yaygın olarak on iki post ve on iki hizmetin kategorik düzenlenişi şu şekildedir:


 On İki Post:
 1. Mürşid Postu: Hünkâr Hacı Bektaş Veli
 2. Rehber Postu: Habib Emircem Sultan
 3.  Türbedar Postu: Hızır Lale Cüvan
 4.  Ahçı Postu: Karadonlu Can Baba
 5.  Ekmekçi Postu: Seyyid Mahmut Hayrani
 6.  Şerbetçi Postu: Kızıl Deli Sultan
 7.  Nakib Postu: Sarı Saltuk Sultan
 8. Meydancı Postu: Seyyid Cemal Sultan
 9.  Atçı Postu: Boz Geyikli Dede Karkın
 10. Kurbancı Postu: Şah İbrahim Hacı Sultan
 11. Ayakçı Postu: Abdal Musa Sultan
 12. Mihmandar Postu: Kolu Açık Hacım Sultan (Altınok, s.189)

 On İki Hizmet:
 1. Tarikatçı: Hz. Hasan Mücteba
 2. Davetçi: Hz. Hüseyin Desti Kerbela
 3. Saki: Hallac.ı Mansur
 4. Zakir: Seyyid Nesimi
 5. İbriktar: Sarı İsmail
 6. Gözcü: Karaca Ahmet
 7. Çerağcı: Kara Pirabat Sultan
 8. Sofracı: Garip Musa Sultan
 9. Meydancı: Barak Baba
 10. Ferraş: Resül Baba Sultan
 11. Pervane: Taptuk Emre
 12. Kapıcı: Güvenç Abdal (Altınok, s.189)


On iki hizmet, on iki post örgüsünde tarihsel kimlikleri bağlamında ön plana çıkan Türkmen dedelerinden birisi de Güvenç Abdal’dır. Güvenç Abdal, Alevi-Bektaşi nüfus içerisinde saygı ve takdir görmüş bir Türkmen erenidir, aynı zamanda adıyla anılan Alevi inanç ocağının da kurucusudur. Güvenç Abdal Ocağı, onlarca Alevi inanç ocağından biridir. Güvenç Abdal Ocağı, Alevi-Bektaşi inancında bir dede ocağı olarak kabul edilir.

Güvenç Abdal Ocağı, genel olarak Anadolu’nun kuzeyinde, Batı’da, İzmit’in, Kandıra ilçesine bağlı Ballar köyünden, Doğu Karadeniz’de, Trabzon’un, Akçaabat ilçesine bağlı Eskiköy’e kadar uzanan geniş coğrafyada örgütlenmiş bir ocaktır. Güvenç Abdal Ocağı, özellikle Karadeniz Bölgesi’nde yerleşik Alevi-Bektaşilerce adı sıklıkla anılan bir ocaktır. Karadeniz Bölgesi Alevi-Bektaşilerinin ocak aidiyeti açısından baskın oranda dahil oldukları ocak da Güvenç Abdal Ocağı’dır.
Karadeniz bölgesinde, Trabzon, Gümüşhane, Giresun, Tokat, Ordu, Samsun, Düzce, Zonguldak, İzmit illerine bağlı köylerde Güvenç  Abdal Ocağı’na bağlı Alevi-Bektaşi nüfus yaşamaktadır. Bu köylerde yapılan saha çalışmaları sonucunda  özellikle Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi Taşlıca köyü; Trabzon ili Akçaabat ilçesi Eskiköy; Düzce ili Gölyaka ilçesi Yunus Efendi köyü; İzmit ili Kandıra ilçesi Ballar köyünde yerleşik Güvenç Abdal ocaklılarının kendilerini Güvenç Abdal Ocağı’na bağlı Çepni Alevisi olarak tanımladıkları tespit edilmiştir.

Oğuzlar’da boy teşkilatı 24 boyun birliğiyle oluşmuştur. 24 boyun şematik yapılanışı şu şekildedir:
  “Oğuz Destanı’na göre Oğuz Han’ın Günhan, Ayhan, Yıldızhan, Gökhan, Dağhan ve Denizhan adlı 6 çocuğu vardı. Bunlardan her birinin dörder çocuğu oldu. Oğuz boylarını oluşturan bu 24 çocuğun adları şudur: Günhan oğulları: Kayı,Bayat, Alkaevli, Karaevli; Ayhanoğulları: Yazır, Döger, Dodurga, Yaparlı; Yıldızhanoğulları: Avşar, Kızık, Begdili, Kargın; Gökhanoğulları: Bayındır, Peçenek, Çavuldur, Çepni; Dağhanoğulları: Salur, Eymür, Alayuntlu, Yüregir; Denizhanoğulları: İğdir, Büğdüz, Yıva, Kınık. (Büyük Larousse, 1986: 8793)

Çepni boyu, Oğuz boy teşkilatlanışı içinde 24 boydan biridir. Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması bu 24 Oğuz (Türkmen) boyu ve bu boyların siyasi ve manevi önderleri konumundaki Türkmen dedeleri aracılığı ile  olmuştur. Çepni boyu da Horasan coğrafyasından Anadolu’ya göç ederek özellikle Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşme ve İslâmlaşmasında birincil rol oynamıştır. 13. yüzyıldan başlayarak Karadeniz Bölgesi’nin sosyal, siyasi, askeri, kültürel hayatında Çepni Türkmenlerinin etkisi tartışılmaz yoğunluktadır. Çepnilerin Anadolu’daki tarihleri ile ilgili önemli çalışmaları olan Prof. Dr. Faruk Sümer şunları aktarıyor:

Çepniler, Giresun’dan Batum’a kadar uzanan Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yurt tutarak bu bölgede Türklüğü hâkim kılmışlardır…1486 (Hicri 891) tarihli bize kadar gelmiş en eski defterdeki Çepniler’e ait bölümün yayımlanması ile bu büyük Oğuz  boyunun Doğu Karadeniz Bölgesi’nin Türklüğünde ne kadar önemli bir mevki’ye sahip olduğu, çok daha iyi anlaşılmış bulunacaktır; ancak bazı önemli açıklamalar yapmak gerekiyor:

1.  Trabzon Sancağı’nda Türkler yoğun bir şekilde sancağın batı kesiminde yani Eynesil-Kürtün, Dereli, Giresun-Tirebolu arasındaki geniş yörede yaşamaktadır.

2. Bu Türkler, daha önce de söylendiği gibi, Osmanlılar gelmeden önce bu yurtlarında oturmakta idiler. Onlar 16. yüzyıldan itibaren bu yöreye gelip orayı yurt edinmişlerdi. Bu yurtları kuzeyde Karadeniz’e kadar ulaşmıştı. Çepniler, Kürtün’den hareket ederek Harşit Vadisi yolu ile Karadeniz’e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki güzel toprakları yurt edinmişlerdir.
3. Sınırları çizilmiş olan bu yöredeki Türklerin ezici çokluğu Çepni boyuna mensuptur. Bazı yer adları yadigârları, bu Türk yerleşmesinde Çepnilerin yanında Yüreğir (Üreğir), Alayuntlu, Döğer ve Eymür boylarına mensup obalarında rol oynamış olduklarını açıkça gösteriyor.
(Sümer, Faruk; Çepniler, s.45, İstanbul-1992)

Prof.Dr. Osman Turan da, Çepniler’in Anadolu’da özellikle Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşmesindeki önemini şu şekilde ifade eder:

Şarki Karadeniz Bölgesi’ne yaylalardan, geçitlerden ve Harşit Vadisi’nden inen Türkmenler mevcut olmakla beraber bu havali daha ziyade Samsun’dan itibaren sahili takip eden Oğuz Çepni boyu tarafından Türkleştirilmiş; Canik Bölgesine adını veren yerli Hıristiyan Çan kavmi tedricen kaybolmuştur. Türkmenler 1302’de Giresun’a kadar ilerlemiş ve birtakım küçük beylikler kurmuşlardır.” (Turan, Osman; Selçuklular Tarihi ve Türk – İslam Medeniyeti, s. 233, İstanbul 1969)

Karadeniz Bölgesi’nin Türkleşmesinde Çepni boyu o kadar etkin görev alır ve önem taşır ki, Osmanlı belgelerinde Karadeniz Bölgesi’nin bir bölümü Vilayet-i Çepni olarak tanımlanır.
“Çepni İli’ne (Vilayet-i Çepni) gelince, bu il Giresun’un merkez kazası ile Keşap ve Dereli kazalarının topraklarını içine almaktadır. Çepni İli’nde 59 köyün varlığı tespit edilmiştir.”(Sümer, s.62)
Tarihî veriler ve yapılan bilimsel çalışmalar, Karadeniz Bölgesi’nde, bugünkü Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi merkez olmak üzere Harşit Vadisi’nin Çepni iskânının yoğunlaştığı bölge olduğunu göstermektedir. Prof. Dr. F. Sümer, bu tarihsel gerçeği şu şekilde ifade eder:

Çepniler’den kalabalık bir kol da Yukarı Kelkit Vadisi’nde yaşıyordu. Görmüş olduğumuz gibi bu Çepniler, Trabzon Rum İmparatorluğu’na güneyden yapılan seferlere katıldılar. Bununla ilgili olarak 1380 yıllarında onların (Çepnilerin) kışlıklarının Yukarı Harşit Vadisi’ne kadar gitmiş olduğunu kesin olarak biliyoruz. XV. yüzyılın birinci yarısında ise onların Eynesil-Kürtün-Dereli-Giresun arasındaki geniş bölgenin tamamen kendi tasarruflarında olduğu görülmüştür.”(Sümer, s.130)

Bu bağlamda Çepniler’in, Anadolu’nun Türkleşmesi açısından taşıdıkları askeri ve siyasi önemin paralelinde genel hatlarıyla düşünsel ve felsefi dünyalarının karakterini belirlemeye çalışırsak, 13.yüzyıl Anadolu aydınlanmasının karizmatik lideri Hacı Bektaş Veli ile Çepni boyu arasındaki düşünsel, sosyal iletişim temel ölçüt olarak kabul edilmelidir. Hacı Bektaş Veli, 13. yüzyılda Anadolu’ya gelip Sulucakarahöyük’ü düşüncesinin merkezi yapmaya karar verince, o yörede yerleşik bir Türkmen obası ile diyalog kurar. İlginçtir ki bu oba, bir Çepni obasıdır. Hacı Bektaş Veli Vilayetnamesi’nde bu Çepni obası hakkında şu bilgiler verilir:

Çepni boyunun ulularından Yunus Mukri adlı birisi vardı. Bilgin, üstün, olgun ve hafızdı. Çepni boyundan ayrılıp Karaöyük’ün yakınında Mikail adlı bir yere gelip yerleşmişti. Bu zat, bir müddet sonra ordan da ayrılmış, yukarı tarafta Kayı denen yere gelmişti. Kayı ile Karaöyük’ün arası iki mil kadardı. Karaöyük’ü, Sultan Aliyyüddin’in Yunt bendesi mamur etmişti. Çepni boyunun ulularından  Gevherveş de üç komşusuyla bu Yunt-bende’yi  Sulucakaraöyük’e getirmişti. Yunt-bende, orda öldü, oranın mezarlığına gömüldü. O vakit, o civarda bilgin olarak yalnız Yunus Mukri vardı. Hatta Gevherveş’in yakınlarından biri ölmüştü. Yunus Mukri de tesadüf bu ya, evinde yoktu, bir iş için bir yere gitmişti. Ölüyü üç gün gömmediler. Nihayet Yunus Mukri geldi de ölü gömüldü. Gevherveş, bunun üzerine Yunus Mukri’ye yalvardı, biz, siz olmadan bir iş yapamıyoruz,lutfet de burda bizimle otur dedi.Yunus Mukri, Gevherveş’in bu sözleri üzerine Konya’ya gitti, Sultan Aliyyüddin’e kendisini tanıttı, Sulucakaraöyük’ü yurt olarak vermesini istedi. Sultan Aliyyüddin, orasını Yunus Mukri’ye yurt olarak verdi. Yunus Mukri beratını alıp köye geldi, yerleşti, bir müddet sonra da öldü. Yunus Mukri’nin, İbrahim, Süleyman, Saru ve İdris adında dört oğlu kaldı. İdris, babası gibi bilgin ve üstün bir kişiydi. Saru da okumuştu, fakat ikisi, okuma yazma bilmezdi. İdris’in ahiret Hatunlarından bir karısı vardı. Adına Kutlu Melek derlerdi, aynı zamanda kendisini sayıp ağırlarlar, Kadıncık diye hitap ederlerdi. Yunus Mukri’nin ölümünden sonra oğulları, evleriyle barklarıyla Kayı’dan göçüp Sulucakaraöyük’e geldiler.” (Gölpınarlı, Abdülbaki; Vilayetname, s.26-27, İstanbul-1995)

Çepni boyunun düşünce dünyasının çerçevesini belirlerken önem taşıyan bir diğer ölçüt, Alevi-Bektaşi kültürü içerisinde son derece önem taşıyan karizmatik bir Türkmen dedesi olan Sarı Saltık ile Çepniler arasındaki diyaloğu ve teması dile getiren değerlendirmelerdir. Sarı Saltık ve Çepni boyunun adı 1263 yılında Dobruca yöresinde yaşanan Türkmen iskanı ile beraber anılmaktadır. Prof. Dr. Z. V. Togan, bu süreç ve diyalog ile ilgili şu değerlendirmeleri yapmaktadır:

 “Anadolu’dan dahi Sarı Saltık ismindeki Türk şeyhi de, 1263 yılında 12.000 hane kadar Türkmen ailesi (belki de çoğu Çepniler) ile birlikte Kırım ve Dobruca’ya yani Şehzade Nogay’ın bulunduğu yerlere gidip yerleşti ve İslamiyet’in neşri uğrunda çalıştı.(Togan, Zeki Velidi; Umumi Türk Tarihine Giriş, s.268, İstanbul 1981)

Alevi-Bektaşi sözlü kültüründe Güvenç Abdal ve Sarı Saltık’ın musahip kardeş oldukları ve iki erenin adıyla anılan Alevi inanç ocaklarının birbirleriyle musahip ocak oldukları belirtilmektedir. Yapılan saha çalışmaları bağlamında sözlü ve yazılı bilgiler değerlendirildiğinde Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerinin inanç evrenlerini belirleyen   iki karizmatik Türkmen dedesi karşımıza çıkmaktadır. Bu iki eren, Güvenç Abdal ve Sarı Saltık’tır. Bu bağlamda Hacı Bektaş Veli düşüncesinin Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerine  ulaştırılmasında Güvenç Abdal ve Sarı Saltık’ın aynı misyonu taşıdıkları, Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenlerinin sosyal ve düşünsel tarihlerinde aynı oranda kalıcı izler bıraktıkları görülmektedir.

Çepnilerin Hacı Bektaş Veli ve Sarı Saltık ile temaslarını, diyaloglarını dile getiren bu değerlendirmeler, Çepnilerin  düşünsel dünyasında Alevi-Bektaşi düşüncesinin önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Yapılan bu açıklamalar ışığında Güvenç Abdal, Karadeniz Bölgesinin Türkleşme ve İslâmlaşma sürecinde Çepni boyunun manevi önderlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

2005 yılında yapılan saha çalışmaları ışığında tarihsel yurtları Harşit Vadisi, Kürtün yöresi olup zaman içinde buradan göçle farklı coğrafyalara dağılan Düzce ili Gölyaka ilçesi Yunusefendi  köyü; İzmit ili Kandıra ilçesi Ballar köyü; Trabzon ili Akçaabat ilçesi Eskiköy ve Gümüşhane ili Kürtün ilçesi Taşlıca köyü gibi yerleşim birimlerinde yerleşik topluluklarda Çepni kimliği ile Alevi-Bektaşi kimliğinin Güvenç Abdal Ocağı aidiyeti ile beraber devam ettiği tespit edilmiştir. Böylece çoğu araştırmacının Balıkesir tarafındaki Çepniler tamamen Alevi oldukları hâlde, Trabzon taraflarında Harşit Deresi boyundaki Çepni köylüleri külliyen Aleviliği unutmuşlardır.(Eröz, 1990: s.22) şeklindeki değerlendirmeleri geçerliliğini yitirmektedir.

Yapılan çalışmalar sonucunda Gümüşhane ili, Kürtün ilçesi, Taşlıca köyünün Güvenç Abdal Ocağı’nın tarihsel merkezi olduğu tespit edilmiştir. Kürtün yöresinin Türkleşmesi sürecinde tarihsel kişilik olarak Güvenç Abdal’ın adı yöre insanının toplumsal belleğinde günümüzde de önemini korumaktadır. Kürtün yöresinin en önemli yaylası Güvendi Yaylası olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca Güvendi Yaylası’nda asıl kabri Hacı Bektaş Veli Zaviyesi’nde bulunan Güvenç Abdal’ın bir de makam mezarı yer almaktadır. Kürtün’de her yıl Güvenç Abdal, Güvendi Yaylası törenleri ile anılmaktadır. Kürtün yöresi Çepnileri içerisinde sadece Taşlıca köyü Çepnilerinde Alevi-Bektaşi kimlik ve Güvenç Abdal Ocağı aidiyeti ile beraber devam etmektedir. Taşlıca Köyü, Güvenç Abdal Ocağı’nın tarihsel merkezi, dede ve ocak köyü olarak yüzyıllarca bu misyonunu sürdürmüştür. Günümüzde de Taşlıca Köyü Alevileri arasında Güvenç Abdal Dede ve eşi Topal Emine Ana’nın adı sıklıkla anılmakta ve ikisi ile ilgili sözlü menkıbeler anlatıla gelmektedir. Güvenç Abdal Ocağı’na ait şecere ve daha birçok tarihi belge Taşlıca köyünde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı’nın son dönem dedelerinden olup 1990’lı yıllarda vefat eden İlyas Güvendi (Küçük İlyas Halife)’nin ailesi tarafından korunmaktadır. Özellikle Ordu, Giresun, Samsun, Trabzon, Düzce, Zonguldak, İzmit illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı dedeleri de asıl yurtlarının ocak köylerinin Taşlıca Köyü olduğunu belirtmektedirler. Özellikle Eskiköy, Yunusefendi, Ballar Köylerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıları 19. yy.ın son çeyreği içerisinde bugünkü yerleşik oldukları yerleşim birimlerine Kürtün, Harşit Vadisi yöresinden göç ile gelerek yerleşmişlerdir.

Güvenç Abdal Ocağı’nı inanç ritüelleri açısından değerlendirecek olursak, Güvenç Abdal Ocağı, Erdebil Süreğini kabul eden, tarık (erkan) ile ayin-i cemlerini yapan musahipliği ocak talipliğinin temeli kabul eden bir ocaktır. Ordu, Samsun, Zonguldak illerinde yerleşik Güvenç Abdal Ocaklıların da ise tarık (erkan) uygulaması yerine pençe-i ali-i  aba uygulaması temel alınmakta ve müsahiplik kurumu ocak talipliğinin başlangıcı sayılmaktadır. Trabzon, Gümüşhane, Düzce, İzmit illerinde yerleşik Güvenç Abdal ocaklılarında tarık (erkân) geleneği, müsahiplik ritüeliyle beraber devam etmektedir. Özellikle Yunusefendi, Eskiköy, Ballar köylerinde ayin-i cem pratikleri düzenli olarak devam etmektedir. Bu üç yerleşim biriminde âşıklık geleneği, nefes, deyiş kültürü canlılığını korumaktadır. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde uzun dönemden beri cemevleri bulunmakta olup bu cemevleri köylülerin kültürel bağlarını devamında birincil önemde sosyal birimler olarak karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Yunusefendi köyünde ayin-i cemlerde müsahiplik kurumu, tarık (erkân) geleneği ve on iki hizmet ritüelleri tüm otantikliğini koruyarak devam ettirilmektedir. Yunusefendi köyünde ayin-i cemlerde gerçekleştirilen el hizmeti, katar çekme, semah ritüelleri, Alevi-Bektaşi inanç ritüellerinin temellendirilmesi ve tanımlanması açısından son derece önem taşımaktadır. Nevruz, Muharrem Orucu uygulamaları düzenli olarak devam ettirilmektedir. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde gözlemlenen Dede-Halife-Çelebi Postnişin yapılanışı Güvenç Abdal Ocağı içerisindeki yetki piramidi açısından önemlidir. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köylerinde talip grup içerisinden seçilerek görevlendirilmiş dedeler vardır. Bu dedeler köyün ayin-i cem hizmetlerini düzenli olarak yönetirler. Bu dedelerin bir üst makamında Halife olarak tanımlanan Güvenç Abdal Ocağı dedeleri yer alır. Güvenç Abdal Ocağı dedeleri her yıl bu köyleri düzenli olarak ziyaret ederler. Güvenç Abdal Ocağı dedelerinin bir üst makamında da Efendi  olarak tanımlanan Hacı Bektaş Çelebi Postnişini bulunur. Yunusefendi, Eskiköy ve Ballar köyleri Güvenç Abdal ocaklarına ait bu yetki piramidi genel anlamda Alevi ocak hiyerarşisini örneklemesi açısından önemlidir.

Sonuç


Oğuzların önemli bir boyu olan Çepniler’in düşünsel hayatında Türkmen dedesi Güvenç Abdal’ın etkisi büyüktür. Alevi-Bektaşi düşüncesinin Çepni Türkmenleri içerisindeki yeri tespit edilirken daha çok Balıkesir, Manisa, İzmir illeri köylerinde yerleşik olan Köse Süleyman Ocağı’na bağlı onlarca Alevi-Bektaşi Çepni köyü örnek verilmektedir. Günümüze kadar yapılan çalışmalardaki genel tez; Karadeniz Çepni Türkmenlerinde Alevi-Bektaşi kimliğinin görülmediği şeklindedir. Fakat Düzce, İzmit, Gümüşhane, Trabzon illerine bağlı Çepni kimlikli köylerde yapılan saha çalışmalarında bu köylerde Çepni kimliğinin, Alevi-Bektaşi kültürü ve Güvenç Abdal Ocağı mensubiyetiyle beraber devam ettiği tespit edilmiştir.

Yeni bilimsel çalışmalarla Balıkesir, Manisa, İzmir köylerinde yerleşik Köse Süleyman Ocağı mensubu Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri ile Karadeniz Bölgesi’nde yerleşik Güvenç Abdal Ocağı mensubu Alevi-Bektaşi Çepni Türkmenleri hakkında karşılaştırmalı olarak yapılacak sosyolojik, sosyal-antropolojik çalışmalar Türk kültür tarihi ile ilgili yeni bilgiler ve açılımlar kazanılmasını sağlayacaktır.( Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı: 35, Güz 2005 http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/html/modules.php?name=News&file=article&sid=642 )

Genel Değerlendirme

DÜNDEN BUGÜNE ALEVİ-BEKTAŞİ GELENEĞİ

Hakkı BAYRAKTAR

Alevi-Bektaşi geleneğinin inanç ve ibadet bakımından dünden bugüne geçirdiği başkalaşımın göz önünde bulundurulması ve Güvenç Abdal Ocağı’na bağlılıktan izler taşıdığı -alan araştırmalarıyla- tesbit edilen bugünkü Çepnilerin bu açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Bugün Alevi olduğunu iddia eden bazı kesimlerin; -Hz.Muhammed’in amcazadesi, damadı ve halifesi olan ve camie/namaza bağlılığının bir göstergesi sayılması gereken bir tarzda namazda katledilmesi düşünülürse- ne kadar Alevi (Hz.Ali’nin yolunda) oldukları malumdur.

Anadolu Aleviliğinin köklerinin Yesevilik ve Bektaşiliğe dayandığı ve onların bir devamı olduğu bilinmektedir.

Kurucusu Ahmed Yesevi(ö.1116) olan Yesevilik, Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı bir meşreptir. Ahmet Yesevi’nin; “Bir vakit namazını terk edenin domuzdan farkı yoktur,” sözü tavizsiz bir ibadet anlayışını simgeler. “Hoca Ahmet Yesevi, Hanefi mezhebinde bir fakih, bir şeriat âlimi olduğundan şeriatla tarikatı daima kaynaştırmış; dinin gereklerine karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyla uyuşamayacağını telkin etmiştir.”(Dr. Hikmet Özdemir, Zaman Gazetesi, 11 Ekim 94, s.2 / Ayrıca bak: Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında Ilk Mutasavvıflar)

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik hakkında ise, tarihin kaydı şudur: “Hacı Bektaş-ı Veli(ö. 1271)’nin Sünni bir şeyh olduğu bilinmektedir. Fakat Bektaşiye, zamanla Batıniye, Hurufiye, Alevilik hatta Hıristiyanlık ve Şamanizmin karışımı bir mistik cereyan haline gelmiştir.”(Doğuştan Günümüze Büyük Islam Tarihi, c.14, s. 424)

Şu da tarihi bir hakikat ki; Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan itibaren bütün devirlerinde -yasaklanıncaya kadar- bozulmamış Bektaşilikten büyük destek almıştı. Yeniçerilik, Bektaşilikle mayalanmıştı. Daha sonra Yeniçeriliğin bozulması ve kapatılmasıyla Bektaşilik de yasaklanmıştır.

[ Osmanlı ordusunun daimi olan ve hazineden maaş (ulufe) alan kapıkulu askeri zümresinin en önemli sınıfını Yeniçeri askerleri oluşturmaktadır. Yeniçeriler padişahın hassa kuvveti olup, hem seferlerde onun emir ve kumandası altında bulunurlar hem de padişahın merkezi otoritesini temsil ederlerdi.(İlgürel, Mücteba, “Yeniçeriler”, İslâm Ansiklopedisi, c.13, s.385, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Eskişehir-1997)

‘Osmanlı padişahlarının bizzat hizmetini gören ve I. Murat zamanında 1362’de kurulduğu kabul edilen’ Yeniçeri Ocağı, XVII. Yy. başlarına kadar Osmanlı ordusunun en mükemmel yaya kuvveti iken, bu tarihten itibaren bozulmaya başlamıştır. Bu bozulmada, ocağa kanuna aykırı kişilerin alınması ve bu başıboş kişilerin askerlikten çok siyasetle uğraşmaları gösterilebilir. Bunun yanında Yeniçerilerin zaman zaman devlet otoritesine de karşı çıktıkları, padişahı tahta çıkaran ya da tahttan indiren bir kuvvet hâline geldikleri görülmektedir. Aynı zamanda Osmanlı Devletinde dış ve iç faktörlere bağlı olarak başlayan zayıflama ve bozulmalar askerî sınıfı da etkilemiş, harp etme kabiliyetini yitiren ocak, zararlı bir topluluk hâline gelmiştir. Nitekim yeniçeriler İstanbul’da ocağın ortadan kaldırıldığı tarihe kadar birçok isyan ve kargaşaya sebep olmuşlardır. Bu nedenlerle ocak, II. Mahmut tarafından 1826’da kaldırılmış ve Osmanlı tarihinde bu olaya Vaka-i Hayriye adı verilmiştir (Çamuroğlu,Reha, Yeniçerilerin Bektâşîliği ve Vaka-i Hayriyye, 2. Baskı, s.77-93, Ant Yayınları, İstanbul 1994; İlgürel, Mücteba, “Yeniçeriler”, İslâm Ansiklopedisi, c.13, s.385, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Eskişehir-199; Büyük İslâm Tarihi, s.344, 1990)

Osmanlı Devleti’nin kuruluş devirlerinden itibaren devletin büyüyüp bir imparatorluk haline gelmesinde Yeniçeri Ocağı’nın önemli katkısı olmuştur. Ancak Osmanlı Devleti’nin XVIII. yy.dan itibaren zayıflamaya başlaması, toprak kayıpları, askeri başarısızlıklar, ekonomik ve sosyal buhranlar Yeniçeri Ocağı’na karşı tepkileri artırmıştır. Bu gelişmeler Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılarak yeni bir ordunun kurulmasına zemin hazırlamıştır.

Yukarıda da değinildiği gibi, Osmanlı ordusunun kuruluşundan itibaren Bektaşilik tarikatı ile olan yakın ilişkisi bilinmektedir. Bu ilişki zamanla kuvvetlenmiş ve her iki kurum âdeta tek bir müesseseye dönüşmüştür. Öyle ki,  Yeniçeriliğin adı Ocağ-ı Bektâşîyan, ordudaki rütbeler silsile-i tarîk-i Bektâşîyan şeklini almış, askerler ise Zümre-i Bektâşîyan olmuştur. Geleneğe göre Bektaşi babalarından biri Hacı Bektaş Veli’nin vekili olarak 94. kışlada otururdu. Hacı Bektaş Veli dergâhında göreve başlayan şeyh, an’aneye göre İstanbul’a gelir, gösterişli bir resmi törenden sonra Ağakapısı’na götürülür ve tâcı, Yeniçeri Ağasının başına geçirilirdi.(Birge, John Kingsley, Bektaşilik Tarihi, s.85, Ant Yayınları, İstanbul 1991; Şener, Cemal, Alevîlik Üstüne Ne Dediler?, s.134, Ant Yayınları, İstanbul 1990; Melikoff, İrene, Uyur İdik Uyardılar, Cem Yayınevi, s.222, İstanbul 1994)

Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarından itibaren, Bektaşi tarikatına mensup dervişlerle ilk Osmanlı Sultanları arasındaki sıkı bağlar sebebiyle bu tarikat devlet içinde ayrıcalıklı bir yere sahip olmuştur. Sultan II. Mahmud dönemine kadar bu ilişkiler zaman zaman zayıflamakla beraber devam etmiştir. II. Mahmud dönemine gelindiğinde Yeniçerilik ile Bektaşilik arasındaki maddi ve manevi ilişki Osmanlı Devleti’ni güç durumda bırakmıştır. Yeniçeriler Bektaşi tekkelerinden aldıkları destekle isyan çıkarmaya, kazan kaldırmaya ve başıboş hareket etmeye başlayınca, devlet Yeniçeri Ocağı’yla birlikte Bektaşi tekkelerini de 1826 tarihinde lağvetmiştir. Önce Yeniçeri Ocağı kaldırılmış, ardından da Bektaşi tekkeleri kapatılmıştır. Bektaşi tekkelerinin kapatılmasının gerçek sebepleri bunlar olmasına karşın, devletin resmî kayıtlarında farklı sebepler görülmektedir.(Öz, Baki, Osmanlı’da Alevî Ayaklanmaları, 2.Baskı, s.134-135, Ant Yayınları, İstanbul 1992; Dierl, Anton Jozef, Anadolu Alevîliği, s.52, Ant Yayınları, İstanbul 1991; Temren, Belkıs, Bektaşiliğin Eğitsel ve Kültürel Boyutu, s.99, Kültür Bakanlığı Yayınları,  Ankara 1995; Melikoff, İrene, Uyur İdik Uyardılar, s.222, Cem Yayınevi, İstanbul 1994; Soyyer,Yılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Bektaşîlik-Devlet İlişkileri”, Yeni Harran Çevresi, S. 3, s.39, Şanlıurfa 1993)

Yukarıda da değinildiği gibi, kuruluşunda doğru fikirleri ve inançları içine alan Bektaşîlik bir müddet sonra aslını kaybetmiş, siyaset ve çıkar gruplarının toplandığı bir yer haline gelmiştir. Bunun yanı sıra Bektaşi zaviyelerinin kapatılması, Şer’i Şeriften uzaklaşma, şarap içme vb. nedenlere bağlanmaktadır.(Erişen İ. Mesut – Samancıgil Kemal, Hacı Bektaş Veli-Bektâşîlik ve Alevîlik Tarihi, s.313, Ay Yayınevi, 1966; Soyyer, Yılmaz, “Osmanlı Devleti’nde Bektaşîlik-Devlet İlişkileri”, Yeni Harran Çevresi, S. 3, s.40, Şanlıurfa 1993; Soyyer, Yılmaz, Alevî Bektâşî Geleneği, s.115, Seyran Yayınları, İstanbul 1996)

II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasına dair fermanı da hemen hemen aynı hususları göstermektedir. Buna göre İşbu Yeniçeri taifesi şeriata mugayır ve küfre götürecek, haramları helâl sayma, oruç ve namazı terk ve Hülâfa-i Raşidin Hazretlerine sövüp küfretme gibi hareketlere cesaret ederek, bir takım saf iman sahiplerini, bilgisizliklerinden yararlanmak suretiyle saptırarak dalalet yoluna sevk etmişlerdir( Öztürk, Yaşar Nuri, Tarihi Boyunca Bektaşilik, 2. Baskı, s.193-194, Yeni Boyut Yay., İstanbul 1992)

Hülasa Yeniçeri Ocağı 1826 yılında II. Mahmud tarafından kapatılmış, yerine de Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye adlı yeni bir askeri ocak kurulmuştur. Böylece askerin Bektaşilik ile ilgisi fiilen kesilmiş oldu. O zamana kadar Yeniçeri Ocağı’nda Miralay rütbesiyle temsil edilen Bektaşi Şeyhliği de ortadan kaldırılmıştır.(Cleyer, Nathalie, “Bektaşîlik ve Arnavut Ulusçuluğu”, / Çev. Orhan Koloğlu, Toplumsal Tarih Dergisi,  S. 2, s. 58-61, 1994; Fığlalı, Ethem Ruhi, Türkiye’de Alevilik Bektaşilik, 3. Baskı, s.207, Selçuk Yayınları, Ankara 1994)

17 Haziran 1826 günü Şeyhülislâm Tahir Efendi’nin de fetvasıyla Yeniçeri Ocağı’nın lağvedilmesinden sonra Bektaşiliğin durumunu görüşmek üzere 8 Temmuz 1826’da Osmanlı sarayındaki bir toplantı düzenlenmiştir. Bektaşi Zâviyelerinin kapatılmasının ve pek çok Bektaşinin sürgün ya da idamının kararlaştırıldığı toplantıda Şeyhülislâm Tahir Efendi şunları söylüyor:

Hacı Bektaş Veli ve diğer büyük pîrlerin hepsi Allah erleri olup onlara asla ve asla bir diyeceğimiz yoktur. Şeriatta mekruh olan, tarîkatta haram menzilesinde olduğu halde, bazı cahiller, Bektaşîlik adı altında nefislerinin sefil arzularına uyarak, farzları yerine getirmek şurda kalsın, haramları helal ilan etmek ve ibadetleri küçümsemek suretiyle kâfir oldukları şayi ve mütevâtır olmakla, diğer büyük tarîkatların temsilcileri olarak sizler ne dersiniz… Bazı Bektâşîlerin oruç yemek, namazı terk etmek gibi kötülüklerinden başka, dört büyük halifeye sövdükleri, tevatür derecesinde vaki ve malum olduğundan…” Bektaşi tekkelerinde bulunan babalar ile müridler adına olan piçlerin itikatlarını düzeltmek üzere Hadim, Birgi, Kayseri gibi ulema makarrı olan beldelere sürülmelerine karar verilir.(Cevdet Paşa, 2938 vd., 1993; Öztürk, Yaşar Nuri, Tarihi Boyunca Bektaşilik, 2. Baskı, s.194, Yeni Boyut Yay., İstanbul 1992; Şener, Cemal, Alevîlik Üstüne Ne Dediler?, s.139, Ant Yayınları, İstanbul 1990) Böylece Bektaşi babalarının bir kısmı sürgüne gönderilmiş ya da idam edilmiştir.(Geniş bilgi çin bkz.: Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı:34, Yaz-2005 /

http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/html/modules.php?name=News&file=article&sid=599)]

Bütün bu tarihi seyri de gözönünde bulundurulduğunda, bugün ülkemizde bulunan bazı Bektaşi ve Alevi oluşumların, itikadi ve ameli bakımdan özünden tamamen sapmış olduklarında kuşku yoktur.(bkz.: http://www.hakikat.net/icerik/inceleme-arastirma/alevilik_ne_degildir.php / Hakkı Bayraktar )

BAYRAKTAR, SANCAKTAR , ALEMDAR AİLELERİ ev ELİK KEÇİ EFSANESİ

YA DA

TARİHİ BİLİNÇALTININ ORTAYA ÇIKIŞI

Doç. Dr. Necati DEMİR / Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi-Sivas


( Bu makalede, Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesinde bulunan Bayraktar, Sancaktar ve Alemdar aileleri ile ilgili bilgi verilmektedir. Belirtilen üç aile ilgili bilgi verilerken bölgenin tarihî ve sosyal gelişimine de yer verilmiştir. Ayrıca konuyla ilgili olarak Elik Keçisi Efsanesi de anlatılmıştır. Bu bilgiler verilirken Karadeniz Bölgesi’nde yapılan dil, tarih ve kültür araştırmalarından yararlanılmıştır. )

Saha araştırmalarımız sırasında önemle üzerinde durduğumuz konulardan biri de ailelerdir. Ailelere yönelik olarak, “Köyünüzde hangi aileler var, bunlar bu yöreye nereden gelmişler?” sorusuna aldığımız cevaplar, çok büyük bir bilgi birikimi durumuna gelmiştir. Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nin nüfus örgüsü, hayâl bile edilemeyecek bir biçimde ortaya çıkmıştır.

 Karadeniz Bölgesi Dil, Tarih ve Kültür Araştırmaları çalışmalarımıza Orta ve Doğu Karadeniz Bölümünde devam ederken karşımıza dikkat çekici bir konu çıkmıştır: Bayraktar, Sancaktar ve Alemdar aileleri. 

Bayraktar, Sancaktar, Alemdar ailelerinin isimlerinin, Osmanlı Devleti’nin ordu yapılanması ile ilgili olduğu hemen hemen açıktır. Ancak biz bu ailelerin iki farklı yönü, Uluğ Türkistan bağlantısı ve Türkiye’de iskân etmeleri üzerinde duracağız.

23.07.2002’de Şalpazarı ilçesi Gökçeköy’de alan araştırması yaparken kaynak şahsımız 59 yaşındaki Naci Bayraktar’a, tarafımızdan: “Aileniz bu köye nereden gelmiş?” sorusu yöneltilmiştir. Naci Bayraktar, ailesinin Çepni Türklerine mensup olduğunu, köklerinin Niksar’da bulunduğunu söylemiştir. Ayrıca ailelerinin hayatını devam ettirmesi ile ilgili ‘Elik Keçisi Efsanesi’ni anlatmıştır.
Şimdi sıra ile Bayraktar, Sancaktar, Alemdar aileleri ile Çepni-Niksar ve  Elik Keçisi Efsanesi  bağlantıları üzerinde duralım:

Malazgirt Savaşı’ndan sonra Dânişmendliler Niksar’ı  başkent yapmışlar, Karadeniz Bölgesi’ndeki faaliyetleri buradan yönetmişlerdir.(1) Naci Bayraktar’ın yaşadığı yöre, yani Şalpazarı ve Beşikdüzü çevresi(Ağasar) Dânişmendlilerin (Çepni Türkmenlerinin) devamı olan Hacıemiroğulları topraklarının uç sınırıdır.

Çepnilerin/Hacıemiroğulları’nın bu yörede kurduğu birliğin adı tarihî kaynaklarda Bayramoğulları Beyliği ya da Hacıemiroğulları Beyliği olarak geçmektedir.(2) Hacıemiroğulları, köken bakımından Danişmendliler’e dayanmaktadır.(3)

Danişmendliler’in Orta Karadeniz Bölgesi’ndeki mirasçıları olan Çepni Türkmenleri, bu yörede iki beylik ile yer almışlardır. Bunların biri Danişmenliler’in de merkezi olan Niksar’da kurulan Taceddinoğulları Beyliği,(4) diğeri ise merkezi Danişmendliler’in sınır kalesinin bulunduğu Mesudiye Kaleköy’de teşkilâtlanan Hacıemiroğulları Beyliği’dir. (5)

Hacıemiroğulları, kendilerinden önce Türk toprakları olan Tokat’ın kuzeyi ve Mesudiye ile, kendilerinin Türk topraklarına kattığı Ordu, Giresun, Samsun’un doğusu ve Trabzon’un batısında hüküm sürmüş, Orta Karadeniz Bölgesi’nin büyük bir bölümünü Türk vatanı yapmış Türk beyliğidir. Bu beylik yurt tutmuşlardır. Dolayısıyla Orta-Doğu Karadeniz Bölgesi’nin fethi sırasında, büyük mücadeleler Canik Dağları’nın zirvesinde gerçekleşmiştir. Canik Dağları’nın kuzeyinde, Trabzon’a yapılan seferler hariç, büyük savaşlar olmamış ordu biçiminde teşkilâtlanmış Hacıemiroğlu Beyliği halkı, yani Çepni Türkmenleri bölgeyi iskân etmişlerdir.

Osmanlı Devleti’nin fethine kadar Hacı Emir ve oğulları tarafından idare edilen bu beyliğin sınırları, 1403 yılında, sahilde Vakfıkebir’in batısından Terme’ye kadar uzanıyordu. Terme’den güneyde Niksar’ın doğusuna çekilecek Türkmenleri, ağırlıklı olarak Selçukluların bölgeyi fetih için sınır boyuna yerleştirdiği Oğuzların Çepni boyuna mensuptur.

Bölgedeki Türkmenler, müstakil beylik hâline geldikten sonra çevrelerindeki beyliklerle mücadele içerisinde olmuşlardır. Mesudiye’den sık sık hareket ederek Doğu Karadeniz Dağları’nın zirvesinden doğuya doğru akınlar düzenlemişlerdir. Bu dağlar üzerinde bulunan, ne zamandan ve kimlerden kaldığı belli olmayan  çok sayıdaki toplu mezar muhtemelen yörede yüzyıllar boyunca süren  mücadelelerin ürünüdür.(6)  

Bir yandan akınlar devam ederken bir yandan da Türkler uygun yerlerde iskân edilmiştir. Fırsat buldukça Harşit Irmağı, Aksu Irmağı, Melet Irmağı, Bolaman Irmağı vadilerinden sahile doğru yerleşerek ilerlemişler ve bir çizgi, beyliğin batı sınırını oluşturmaktaydı. Güney sınırı Kelkit vadisini takip ediyor, sonra Koyulhisar ve Şebinkarahisar’ı dışarıda bırakacak şekilde, Şebinkarahisar’ın güneyinden Kürtün’e, oradan da Vakfıkebir yakınlarına inen bir hat da, beyliğin doğu sınırını gösteriyordu.(7)

1404 yılında Semerkand’a giderken Trabzon’a uğrayan İspanyol elçisi Clavijo’nun verdiği bilgilere göre Orta Karadeniz Bölgesi’ne  Arzamir (Hacı Emir) isimli bir Türk beyi hâkimdir. Bu beyin on bin atlı askeri bulunmakta olup Trabzon Devleti’nden vergi almaktadır.(8)

Bu bölge 1427 yılında Osmanlı Devleti’ne kesin olarak ilhak etmiş, Hacıemiroğulları’na ait topraklar bölünüp kazalar hâline getirilmiştir. Bölge Osmanlılara dahil olunca tahriri yapılmış ve tımar idaresi uygulanmaya başlamıştır.

Osmanlılar yöreyi topraklarına kattıktan sonra Hacıemiroğulları Beyliği’nin eski idarî iç teşkilâtlanmasını pek değiştirmemiştir. Dış teşkilâtlanmasında ise, 1455-1613 yılları arasında Bolaman Irmağı ve Aksu Irmağı’nı sınır olarak belirleyip bölgeyi üç kazaya bölmüştür. Bolaman Irmağı’nın batı tarafında kalan bölüm Canik Sancağı’na katılmıştır.(9) Bahsedilen iki ırmağın arası Vilayet-i Bayramlı, Aksu Irmağı’nın doğusunda kalan kısım ise Vilayet-i Çepni (Çepni ili, Çepni memleketi) olarak adlandırılmıştır.

Giresun’un doğu kısmı, Dânişmendliler döneminde Trabzon’un güneyine yerleşmiş Çepniler(10) tarafından Türk topraklarına katılmıştır. Onlar, Kürtün’den hareket ederek Harşit vadisi yolu ile Karadeniz’e erişmişler ve bu vadinin iki yanındaki güzel toprakları yurt edinmişlerdi.(11) Fatih Sultan Mehmet, 1461 yılında gerçekleştirdiği Trabzon seferi sırasında, Kürtün, Dereli, Giresun, Tirebolu, Eynesil, arasındaki geniş kırlık kesim Çepni beylerinin elinde bulunuyordu.(12) 1486 yılında kaleme alınmış Trabzon Sancağı tahrir defterine göre bu bölgede Vilâyet-i Çepni  isimli bir il bulunmaktadır.(13) Adı geçen il Giresun’un merkez kazası ile Keşap, Dereli kazalarının topraklarını içine almaktadır. Çepni ilinde 59 köyün varlığı tespit edilmiştir. Bu 59 köyde 2243 vergi nüfusunun yaşadığını görüyoruz.(14) Bu defterde yer isminden başka Çepnilerle ilgili pek çok bilgi yer almaktadır. Ayrıca XVI. yüzyıl Osmanlı coğrafyacılarından Mehmed Âşikî’nin verdiği bilgilere göre yörede yaşayan Türk halkından önemli bir kısmı Dânişmendli Çepnilerden meydana gelmektedir.(15)
Öyle anlaşılmaktadır ki, Niksar ve Mesudiye çevresinde birlikte yaşayan aileler Hacıemiroğulları’nın fetihleriyle Orta Karadeniz Bölgesi’ne dağılarak yerleşmişlerdir.

Trabzon kuşatması sırasında Çepni beyleri ve bölge halkı Fatih’i desteklemiş ve ordusuna katılmışlardır.(16) Trabzon ve çevresi Türk topraklarına katıldıktan sonra çok sayıda Çepni ailesi Trabzon ve Rize’ye yerleşmiştir. Bayraktar, Sancaktar ve Alemdar ailelerinin Doğu Karadeniz Bölgesi’ne dağılmaları 1461’den sonra olmalıdır.

***

Naci Bayraktar’ın, Bayraktarlar, Sancaktarlar ve Alemdarlar ile ilgili olarak anlattığı bir başka bilgi de, yukarıda da bahsedildiği gibi, Elik Keçisi Efsanesi’dir. 

Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde hemen hemen her köyün yaylada bir obası vardır. Eskiden köylüler kışın köylerinde otururlar, yazın topluca yaylaya göç ederlermiş. Bu gelenek kısmen devam etmektedir. Fakat eskiden olduğu gibi değildir. Günümüzde az sayıda aile, yaylaya çıkar. Obalarda kalan insanlar, eski günleri anarken gözleri dolar. Hep yayladaki yalnızlıktan şikâyet ederler.
Yaylacılığın canlı olduğu yıllarda, Gökçeköylüler yaylaya göçmüştür. Bir aile köydeki işlerini toparlayamadığı ve hazırlıklarını tamamlayamadığı için birkaç gün gecikmişlerdir. Toparlandıklarında hemen alelacele yola çıkarlar.

Ailenin, biri bir haftalık olmak üzere, dokuz oğlu vardır. Her biri yaylada kullanılacak eşyaları yüklenmiştir. Yükleri çok ağırdır. Sırtlarındaki ağır yüklerle saatlerce yürüdükten sonra ormanlarına çıkarlar. Hepsi çok yorulmuştur. Fakat hem yük hem de bir haftalık bebeği taşıdığı için anne daha çok yorulmuştur. Artık gidecek gücü kalmamıştır.

Daha fazla bu hâlde yola devam edemeyeceğini anlayan annenin aklına bir fikir gelir. Biraz tereddüt ettikten sonra kocasının kulağına: “Nasıl olsa yetişkin sekiz oğlumuz var. Ben bu çocuğu taşıyamıyorum. Şuracıkta bir ağacın kovuğuna bırakalım. Bu da olmayıversin.” der. Kocası önce kabul etmez. Fakat bakar ki olacak gibi değil, karısının dediğini yapar. Bir ağaç kovuğu bulurlar, küçük bebeği buraya bırakıp yollarına devam ederler, yaylaya çıkarlar.

Yaylayı  o yıl bir salgın hastalık kasıp kavurur. Bu salgın hastalık genç ihtiyar demez, çok sayıda insanın ölümüne sebep olur. Bu ailenin sekiz yetişkin erkek evlâdı da ölenler arasındadır. Aile harap olur. Aynı yıl içerisinde dokuz çocuğu kaybetmenin üzüntüsü içerisinde çaresiz köylerine dönmeye karar verirler.

Dönerken ormana ulaştıklarında bıraktıkları en küçük çocukları akıllarına gelir. Oturup hem diğer çocukları hem de burada bıraktıkları bebek için feryat ederek ağlarlar. Sakinleşince: “Gidip bebeğimizin kemiklerini olsun görelim.” derler.

Karı koca bebeği bıraktıkları ağacın yanına yaklaşınca ağacın dibinden büyük bir kuş uçar. Bir keçi de yanında beklemekte. Anne: “Eyvah! Bebeğimi şimdi bu kuş yedi gidiyor. Keşke birkaç dakika evvel gelseydik.” der. Bu arada bebeğin ağlama sesini duyarlar. Koşarlar, bakarlar ki bebek yaşıyor. Hem de sağlıklı olarak. Hatta etlenmiş, butlanmıştır. Dünya anne ve babanın olur. Hemen çocuğu alırlar. Sevinerek yola devem ederler. Fakat biraz önce çocuğun yanından kalkan elik keçisi bunların peşini bırakmaz. Feryat edip bağırmaktadır. Onlar ilerde keçi arkada köye kadar gelirler.
Keçiyi köyden uzaklaştıramazlar. Bakarlar olacak gibi değil. Bebeği beşikle birlikte bir dağın zirvesine çıkarırlar. Keçi gelip bebeği emzirir, sever, okşar, geri gider. Bir sonraki gün tekrar geri gelir. Aile de her gün aynı işi çocuk büyüyene kadar yapar. Çocuk büyüyünce keçi kaybolup gider.
Bu çocuk Bayraktar ailesinin devamını sağlar. Beşiği bıraktıkları yerin ismi Beşikdağı olur. Yakın zamanda Beşikdağı’nın eteklerinde yerleşim yeri kurulur. Beşikdağı’nın eteklerinde olduğu için buraya Beşikdüzü  ismi verilir. Yani Trabzon’a bağlı Beşikdüzü ilçesinin isminin alması bu efsaneye dayanmaktadır.
Aynı efsane 05 Temmuz 1997’de tarafımızdan Ordu ili Ulubey ilçesi Durak köyünde ikamet etmekte olan Rasim Elikçioğlu’ndan(17) da derlenmiştir. Durak köyünde oturan bu ailenin soyadı elik keçisinden dolayı Elikçioğulları kalmıştır. Oturdukları mahallenin ismi ise Elikçioğulları Mahallesidir. Bebeği, keçinin emzirmesi için bıraktıkları yerin ismi Beşikavlusu, buradan köye giden yola da Beşikboğazı denmektedir.

Elik Keçisi efsanesinden dolayı Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’nde keçi avlanmaz. Keçi avlayan veya öldüren kişinin çok büyük belalarla karşı karşıya kalınacağına inanılır.

Bu efsanenin bir benzeri, Ana Geyik adıyla Giresun’un Çanakçı ilçesinde de derlenmiştir.(18)
Elik Keçisi/Ana Geyik Efsanesinin, Hacıemiroğulları Beyliği’nin iskâna açtığı bölgede anlatılması, tesadüf olmasa gerektir. Bu konunun tarihî bir alt yapısının olduğu da ortaya çıkmaktadır. Muhtemelen Gökçeköy’deki Bayraktar Ailesi, Giresun’un Çanakçı ilçesindeki aile ve Ulubey’in Durak köyündeki Elikçıoğulları aynı kökten gelmektedir. Zaman içerisinde Şalpazarı’nda oturan aile, Osmanlı ordusunda aldığı görevden dolayı Sancaktar ismini almış olmalıdır. Bu efsaneye bağlı olarak  aileler arasındaki tarihî bağları ortaya çıkarabilmek için yeni araştırmalara gerek bulunmaktadır.
Konunun bir başka yönü de, Orta ve Doğu Karadeniz’de anlatılan Elik Keçisi/Ana Geyik Efsanesi ile Türeyiş Destanı’ndaki benzerliklerdir. Çin kaynaklarında şöyle bir efsane geçmektedir:
“Wu-sun’ların Kralına Kun-mo derler. İşittiğimize göre, bu kralın babasının, Hunların batı sınırında küçük bir devleti varmış. Hun Hükümdârı, bu Wu-sun Kralına taarruz etmiş ve Kun-mo’nun babası olan bu kralı öldürmüş. Kun-mo da, o sıralarda çok küçükmüş. Hun Hükümdarı ona kıyamamış. Çöle atılmasını ölümü ile kalımının, kendi kaderine bırakılmasını emretmiş. Çocuk çölde emeklerken, üzerinde bir karga dolaşmış ve gagasında tuttuğu eti, ona yavaşça yaklaşarak vermiş ve uzaklaşmış. Az sonra çocuğun etrafında, bu defa dişi bir kurt dolaşmağa başlamış. Kurt da çocuğa yanaşarak memesini çocuğun ağzına vermiş ve iyice emzirdikten sonra yine oradan uzaklaşmış. Bütün bu olan biten şeyleri, Hun Hükümdarı da uzaktan seyredermiş. Bunları görünce, çocuğun kutsal bir yavru olduğunu anlamış ve hemen alıp adamlarına vermiş. İyi bir bakımla da büyütülmesini emretmiş. Çocuk büyüyerek bir yiğit olmuş. Hun Hükümdarı da onu ordularından birine komutan yapmış. Gittikçe gelişen ve başarı kazanan çocuğa gönül bağlayan Hun Hükümdarı, babasının eski devletini ona vererek, onu Wun-sun Kralı yapmış …” (19)

Her iki efsanedeki benzerlikler gerçekten dikkat çekicidir. Uluğ Türkistan’da yalnız kalan çocuğa kuş ve kurt yardım eder. Orta ve Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki bu ailenin yaşamasını ise kuş ile keçi/geyik sağlar. Türk kültürünün binlerce yıl sonra bir başka coğrafyada bilinç altının ortaya çıkması gerçekten ilginçtir. ( Hacı Bektaş Veli Araştırma Dergisi, sayı: 35, Güz 2005 http://www.hbektas.gazi.edu.tr/portal/html/modules.php?name=News&file=article&sid=642 )

________________________

DİPNOTLAR

1 Dânişmendli Devleti’nin ağırlıklı nüfusu Çepniler idi. Çepnilere ait yer isimlerinin büyük bir çoğunluğunun Anadolu’nun kuzeyinde yoğunlaşması bunun bir delilidir diyebiliriz. Ayrıca Türklerin Anadolu’da inşa ettiği ilk büyük eserlerden biri olan ve günümüze ulaşan Niksar Ulu Camii’nin 1145 yılında Çepnizâde Hasan Efendi tarafından yaptırılması ve yine Niksar’da Çepnibey ismiyle bir mahallenin bulunması önemli deliller olsa gerektir. 1455 yılında kaleme alınan tahrir defterine göre Ordu sınırları içerisinde Çepnilere ait dört yer ismi bulunmaktadır. Bunlardan Habsamana’ya bağlı Çepni karyesinde yaşayan iki kişinin adının Bayram veled-i Mehmed Çepni ve Yusuf veled-i Ahmed Çepni olması dikkat çekicidir. Niksar Serenli beldesinde bir çeşmenin üzerinde Çepnilerin damgası bulunmaktadır. Kürtün, Şalpazarı ve Beşikdüzü’nde Çepni kültürü canlılığını korumaktadır. (Geniş bilgi için bk. Ali Çelik, Trabzon-Şalpazarı Çepni kültürü, Trabzon Valiliği Yay., Trabzon 1999.
2 Faruk Sümer, Tirebolu Tarihi, Tirebolu Kültür ve Yardımlaşma Derneği Yay., İstanbul 1992, s.3; Yaşar Yücel, Kadı Burhaneddin Ahmed ve Devleti (1344-1398), Sevinç Matbbaası, Ankara 1983, s.89, nu. 86.
3 Kadı Burhaneddin, Hacıemiroğulları Beyliği’ne saldırıda bulunan Taceddin Bey’e gönderdiği mektupta: “Onların atalarından miras kalmış mülküne göz dikip düşmanlık ve kavga yolunu tutmuş, dostluk ve kardeşlik haklarını çiğnemişsin.” şeklinde ifade kullanması, bunun bir delili olsa gerektir (Aziz b. Erdeşir-i Esterâbadî, Bezm u Rezm, Çev. Mürsel Öztürk), Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990. s. 311). Ayrıca bir tesadüf değilse Ordu yöresinin 1455 tarihli tahrir defterinde “Bayramdanişmend“ ismiyle kaydedilen köy, bir geçişi anlatmaktadır.
4 İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Anadolu Beylikleri, TTK Yay., Ankara 1988, s.153-154.
5  Mesudiye ilçesine bağlı Kaleköy’de bulunan Hacıemiroğuları Beyliği’ne ait saray, kale ve kümbetler ile mezar kitabeleri büyük oranda tahrip olmuştur. Buna rağmen beyliğin ilk merkezi olduğunu ortaya koyacak deliller hâlâ mevcuttur.
6 Perşembe Yaylası, Kumru Düzoba Yaylası, Ulubey Kirazlık köyü Kızılot mevkii, Yeşilce Beldesi ve Eğriçon Tepesi’ndeki toplu mezarlar bunlardan bazılarıdır. Bu mezarlıklarla ilgili anlatılan efsaneler, Oğuz öncesi Türklerle Müslüman Türklerin mücadeleleri ile ilgilidir.
7 Bahaeddin Yediyıldız, Ordu Kazası Sosyal Tarihi, Kültür ve Turizm Bakanlığı yay., Ankara 1985, s. 41; Kazım Dilcimen, Canik Beyleri, Samsun 1940, 1403 den sonra Canik mıntıkası haritası. Dilcimen, beyliğin doğu sınırını Giresun’un yakınlarında göstermiştir. Ancak 1515 tarihli Trabzon Sancağı Tahrir Defteri’ndeki bilgilerden anlaşıldığına göre sınır Vakfıkebir yakınlarına kadar uzanmaktadır.
8 Ruy Gonzlez de Clavijo, Embajada à Tamorlan,  Madrid 1943, s.83.
9 Mehmet Öz, XV-XVI. Yüzyıllarda Canik Sancağı, TTK Yay., Ankara 1999.
10 Mehmed Âşikî’nin Trabzon’un güneyi ve batısındaki dağları “Çepni Dağları” olarak isimlendirmesi, bu bölgede Çepnilerin nüfus yoğunluğundan dolayı olsa gerektir (Faruk Sümer, “Çepniler–III” , Türk Dünyası Tarih Dergisi, S.57, Eylül 1991, s.12, nt. 2’den naklen).
11 Sümer, agm, s.10.
12 Sümer, agm, s.9.
13 Sümer, agm, s.13-17.
14 Faruk Sümer, “Çepniler -IV-”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, S. 58, Ekim 1991, s.5.
15 Faruk Sümer, Oğuzlar, İstanbul 1992, s. 246’dan naklen.
16 Faruk Sümer, Tirebolu Tarihi, s.48.
17 Elik Keçisi Efasnesi, memur emeklisi olan ve hâlen Ulubey ilçesi Durak köyünde ikâmet eden Rasim ELİKÇİOLU’ndan 05 Temmuz 1997 tarihinde tarafımızdan derlenmiştir. Adı geçen kaynak şahıs ilkokul mezunu olup 1941 doğumludur.
18 Bilgehan Atsız Gökdağ-Cengiz Coşkun, “Giresun Efsaneleri”, Giresun Kültür Sempozyumu (30-31 Mayıs 1988) Bildirileri, İstanbul 1988, s.211-212.
19 Bahaeddin Ögel, Türk Mitolojisi, C. I, TTK Yay., Ankara 1993, s.14.

HENÜZ YORUM YOK

YORUM GÖNDER

Please enter your comment!
Please enter your name here

Exit mobile version