Batılı oryantalistler doğuyu ve doğuluları nasıl görüyor ve gösteriyorlarsa, doğululardan da kendilerini öyle görüp, öyle kabul etmeleri isteniyordu.
Oryantalistler, doğu toplumlarının içinden kendileri hesabına çalışan, oryantalizmin dogmalarını lokal çevrelerine yayan, kendi toplumlarını karalayan, kötüleyen, onlara oryantalistlerin gözüyle, iğrenerek, tiksinerek yukarıdan bakan, ülkelerinin insanlarını batının arzu ettiği yönde biçimlendirmekle görevli yerli işbirlikçiler, muhbirler, dostlar bulmakta da hiç zorlanmamışlardır. Eğer yazar doğulu ise, kendi toplumu hakkında ileri süreceği utanılacak iddialar, ne kadar basit, mantıksız, anlamsız, gerçeklerden uzak olursa olsun, oryantalistler tarafından dört elle sarılmaya, oryantalist söylem içinde kullanılmaya muhakkak ki daha uygun bir özellik taşıyacaktır.
Oryantalistlere göre, doğulunun ve Müslümanın iyisi oryantalistin muhbiridir. Ancak kendi aralarında, gizliden gizliye, sonuçta o muhbiri de teşekkür bile edilmeye değmez, anti Siyonist bir zındık olarak görürler.
Oryantalistler, doğululardan ve Müslümanlardan dostları bulunduğunu devamlı etrafa duyurarak, gururlanırlar. Ama bunlar asla gerçek dostlar değil, sadece kendilerine işe yarayacak yardımlarda bulunan, faydalı dostlardır.
Oryantalist sistemin içinde, üniversitelerde, vakıflarda, araştırma kuruluşlarında, iktidar tamamı ile batılıların elindedir. Alt düzeyde görevli personel arasında çok sayıda doğulu personel mevcutsa da; bunların doğunun makus talihini değiştirecek hiçbir etkinlikleri yoktur.
Oryantalistlere göre, önemli olan insanın nereden geldiği, nereli ve hangi kökenden olduğu, ne düşündüğü değil, fakat onun ne hale getirilmesi ve ne düşündürülmesi gerektiğidir. Batı, eğitim öğretim için kendisine gelen doğulu gençleri istediği kalıba sokmakta, onlara istediği şekli vermekte ve onları kendi amaçları doğrultusunda kullanmakta büyük başarı sağlamıştır.
Bugün hiçbir Müslüman bilim adamının, ABD ve Avrupa yayın dünyasında, üniversitelerinde, enstitülerinde gerçekleştirilen çalışmalara ilgisiz kalamayacağı bir gerçektir. Doğulu öğrenciler ve profesörlerin çalışmalarının bir değer ve anlam kazanabilmesi için, gidip batılı oryantalistlerden ders görüp icazet almaları, onların kullandıkları kavramları kullanmaları, onların bakış açısını benimsemeleri, onların istediği kafa yapısına sahip olmaları, onların beğendiği şekle girmeleri gerekmektedir. Ancak bundan sonra, batılı oryantalist ağabeyleri katında oryantalizmin dogmalarını kendi mahalli çevrelerine nakleden, oryantalizmin doğudaki yerli muhbirleri olarak kişilik kazanabilirler, eğitimlerini tamamladıktan sonra batı ülkelerinde kalabilme şansını bulabilirler ve yazıp çizdikleri değerlendirmeye alınabilir.
Sonradan oryantalistleştirilen, yerli işbirlikçilerin zihniyetleri ve söylemleri, yeni efendilerine rüştlerini ispat etme gayretiyle de birleştiği için, çok zaman oryantalizmin gerçek temsilcilerine oranla çok daha insafsız ve şiddetli olabilmektedir. Bunlar, zamanında “çağdaşlaşamamanın”, “modernleşememenin”, “aydınlanmayı yaşayamamanın”, “ilerleyememenin” sorumlusu olarak gördükleri toplumlarına ve değerlerine karşı çok daha fazla radikalleşebilmekte ve saldırganlaşabilmektedirler. Örneğin, batıda kilisenin aşırı hegemonyasından kurtulabilme çabalarının sonucu doğan laiklik anlayışının, kilise tipi bir kurum İslamda zaten mevcut olmadığı halde, batılı ülkelerde bile görülemeyecek şedit ve militan uygulamalarının savunulması, toplumda sosyal ve psikolojik travmalara yol açacak, laiklik ilkesini kökünden sarsacak ters ve aşırı eylemlere bile girişilebilmesi bu aşırılıklardandır.
Batılı oryantalist söylemleri içselleştiren, kendine ve toplumuna bu gözle bakan, sürekli oryantalistlerden kavram ve söylem ithal ederek onların şubesi olmayı canına minnet bilen, kendini ve toplumunu küçümseyen “Doğulu” gerçekten korkunçtur. Bunlar batılı efendileri tarafından ne kadar aşağılansalar da yine de onlara canla başla hizmet etmekten geri durmazlar. Hani sahipleri çok meşhur, zengin ama çok da cimri ve zalim bir evde çalışan zavallı bir hizmetçi kadın varmış. Kadıncağızı çektiği işkencelerden kurtarmak isteyen etraftaki komşular araya girmişler ve alicenaplığı ile tanınan başka bir evde iş bulmuşlar. Fakat hizmetçi bunu kabul etmemiş ve şu yaman cevabı vermiş: “Evet haklısınız, ben burada çok acı çekiyorum. Bana köpekten de aşağı davranıyorlar. Paramı pulumu da vermiyorlar. Ama benim ev sahiplerim çok zengin ve çok ünlü! Ben bu kapıyı nasıl bırakayım!?”
Batılılar etkileri altına aldıkları milletlerin içinden kendi sömürü politikalarını savunan, kendi davalarını güden, batılı efendilerine kölelik, kendi milletlerine eşkıyalık yapan sayısız piyonlar bulmakta ne yazık ki hiç zorluk çekmemişlerdir. Yeri gelmişken batı hayranlığının ve çömezliğinin ruh halini yansıtan bir hikayeyi de anmadan geçemeyeceğim. Vaktiyle Habeşistan topraklarında yer alan İngiliz, İtalyan ve Fransız Somalisi’nden üç genç seçilir ve eğitim için biri Londra’ya, biri Paris’e, biri de Roma’ya gönderilirler. Altı yıl sonra eğitimlerini tamamlayan gençler, memleketlerine dönerlerken aynı gemide tekrar bir araya gelirler. Her biri eğitim gördüğü ülkenin ve toplumun üstünlüklerini sayıp dökmeye, onları övüp göklere çıkarmaya, Habeşistan’ın tek kurtuluşunun da her şeyiyle kendi eğitim gördükleri ülkeye bağlanmasında ve onları taklit etmesinde olduğunu savunmaya başlarlar. Bu meddahlık ve hayranlık yarışında o kadar ileri giderler ki, üç Afrikalı genç işi birbirlerine hakarete, birbirlerini incitmeye, nihayet kavgaya ve birbirlerini denize atmaya kadar vardırırlar. Yabancı sermayeli geminin kaptanı, mürettebatı ve yolcuları ise, bu ilginç manzarayı alaylı ve mütebessim yorumlarla fakat ilgiyle izlerler (Coğrafyadan Vatana, Remzi Oğuz Arık, Kültür ve Turizm Bakanlığı yayını, Ankara, 1983).
Çeşitli konularda Avrupa’yla ya da Amerika’yla karşılaştırmalar yapıp, sonunda “Biz adam olmayız” sonucuna varan tavrın değişik tezahürlerine Türkiye’de az mı rastlıyoruz?
Emperyalist güçler, üzerimize oyun üstüne oyun, tezgah üstüne tezgah, senaryo üstüne senaryo, plan üstüne plan hazırlayıp uygularken, bazıları, gerçek sorunları ortaya çıkarıp uygun çözüm yolları aramak yerine, kimlik, kişilik ve saf değiştirmeyi, batılılara muhbirlik ve hizmet edip menfaat devşirmeyi, kendisine ve geçmişine tamamen yabancılaşmayı, hatta düşman olup küfretmeyi tercih edebiliyorlar.
Böylece hem kendilerinin hem de toplumlarının bir tuzaktan başka bir tuzağa düşmesine, bir çukurdan başka çukura yuvarlanmasına, bir çözümsüz seçenekten bir başka çözümsüz seçeneğe savrulmasına alet olabiliyorlar. Olan biteni anlamaktan ve algılamaktan aciz toplumun çoğunluğu ise, sadece öfkelenmekle yetiniyor ama yapılması gerekenleri yapamıyor, şaşkın ve çaresiz işin sonunun nereye varacağını bekliyor.
Batılılar, İslamı ve Müslümanları yok etmek, doğuyu işgal edip sömürgeleştirmek için bin yılı aşkın bir zamandan beri var güçleriyle çalıştılar. Oryantalizmi de bu amaçlarına hizmet edecek bir saldırı aracı, siyasi bir doktrin olarak icat edip kullandılar. Bunca emek, gayret ve masrafa rağmen, ancak iki asırdan beri bu amaçları doğrultusunda ciddi başarılar elde edebildiler. Aslında batılıların bu başarıları, onların üstün veya güçlü olmalarından, yöntemlerinin, amaçlarının doğruluğundan değil; bizim kendi hata ve kusurlarımızdan, bilerek veya bilmeyerek içine düştüğümüz gereksiz tefrikalardan, kökü dışarıda fitne ve fesatların, anlamsız ihtilaf ve çekişmelerin içine dikkatsizce dalmamızdan, görevlerimizi ihmal etmemizden, bilime sırt çevirip, üstün ahlak ve faziletlerimizi koruyup geliştirememizden ve daha pek çok sebeplerle zaafa düşmemizden, güç ve kuvvetimizi kaybetmemizden kaynaklandı. Yoksa ne düşmanlarımız çok güçlü, ne oryantalizm iyi bir yöntem, ne de doğru bir metot ve ideolojidir.
Bir toplum ancak, kendisini köle etmek, kendisine zarar vermek için uğraşan düşmanlarını, onların kullandıkları araç, yol ve yöntemleri, onların dillerini, düşüncelerini, kendileri için besledikleri emelleri, gaye ve amaçlarını, hile ve desiselerini tanıyarak, bunlara karşı da zamanında çare ve tedbirler üreterek varlığını ve birliğini devam ettirebilir.