MEZARSIZ ŞEHİT
Kamil BAYRAKTAR
Baba Abdullah eğildi, iki eliyle kızı Fadime’nin yüzlerinden tuttu, iki yanağından öptü ve “Kara kız, beşikteki kardeşine iyi bak; askerden gelirken sana kına getireceğim.” dedi. Gidiş o gidiş, baba Abdullah bir daha geri dönmedi. Kına da gelmedi. Bir daha ne baba ne kına yüzü görmediği gibi babasının “kara kızı” Fadime’nin “İşte benim babamın mezarı” diyebileceği bir baba mezarı da olmadı.
İçinde bulunduğumuz zaman diliminde şehirde olsun, kırsal kesimde olsun evlerin nasıl yapıldığı, makinaların devreye girmiş bulunmasıyla inşaat işlerinin ne kadar kolaylaştığı hemen herkesin malumu olsa gerektir.
“Dün”e ne mânâ yüklediğimiz biliniyor olsa gerekten hareketle fakat “dün” işler böyle değildi. En başta yol yoktu ve her şey insan gücüne, at-katır cinsinden hayvan gücüne dayanıyordu. Malzemeler ya at, katır, eşek sırtında ya da insan sırtı veya omzunda taşınacaktı. Ev inşaatının ana malzemesi taş köy içinde bir “taş bağı”ndan sökülecek, sonra bütün köylüye ev ev dolaşıp haber verilerek uygun bir günde kemençe veya davul-zurna eşliğindeki “taş imecesi” ile “semer” denilen bir ahşap vasıta ile hem de tam bir karınca kolonisi misali gidiş gelişle sırtta taşınacaktı. Taş imecesi sahibinin varlık durumuna göre akşamleyin yenilecek yemekten sonra geceleyin yapılan ve gece düğünü adı verilen kemençe-horon ile de yorgunluk atılacaktı.
Temel eşildikten (kazıldıktan) sonra da evin bina edileceği yerde çekici, murcu, gönyesi, ipi, metresi vs ile taş ustaları bitecekti. O zamanlar öyle çimento pek olmadığından duvar için hazırlanan taşlar ancak çamur ile birbirine bağlanıyordu. Çimento ve kumdan yapılan harçla çamur arasında sağlamlık açısından dağlar kadar fark olduğu dikkate alındığında bu farka rağmen harç olarak çamurun kullanıldığı duvarların da çimento ve kum malzemeli harçla yapılmış duvar ayarında sağlam yapılması gerekiyordu. Ki bu duvar da uzun yıllar dayanabilsin, kolay yıkılmasındı. Bu hakikat o zamanlardaki taş duvar ustalığı işlerinde gerçekten büyük becerilerle yüklü olmayı gerektiriyordu.
Geyikli bu beceri ile yüklü taş duvar ustalarından mahrum değildi. Pılioğlu Veysel Bayraktar, Köralioğullarından Kore gâzisi Hacı Muhammed Gören, Ali Osman Gören, Recep Gören, Gıcıoğlu Yusuf Şengül, İstiklal Harbi gâzisi Tireoğlu Hasan Şengül, Alimanoğlu İbrahim ve Mustafa Gülay, Kılıfoğlu Hüseyin Taşdemir, Tubbaoğlu Şaban Türkmen, İsmailoğlu Mustafa Yılmaz, Mudukoğlu Mustafa ve Haşim Akkaya, Kotalioğlu Mustafa Gülay, Gagaçoğlu Kazım Albakan, Canferoğlu Ali Albak, Konakoğlu Asım ve Hayrullah Bayraktar taş duvar usta ihtiyacına cevap veren isimlerdi. Hacı Muhammed gören ancak vinçle kaldırılabilecek taşları öyle bir yerine koyardı ki bunu nasıl yaptığı kendisine sorulduğunda “ben gemileri karadan yürüten Fatih’in torunuyum” cevabını verirdi. Pılioğlu Veysel aynı zamanda kemer köprü ustası da olup Geyikli’deki Karigenli Köprüsü ile Kavaklıkıran Köprüsü onun eseri idi.
Bir isim daha vardı ki Teyâre lakaplı Çavuşoğlu Mustafa Gülay’dı. O iyi bir karataş duvar ustası olmakla birlikte aynı zamanda arazilere kıymet biçen kıymet bilirkişisi ve problemlerde arabuluculuk yapan cemaat adamıydı.
Teyâre lakabı nereden mi geldi? 2. Dünya Harbi yıllarıydı. Daha önce Rus işgali yaşandığı için Geyikli’nin gün görmüş insanlarını “gâvur gelecek” korkusu sarmıştı. Bu korkuya kapılanlardan birisi de Mustafa Gülay’ın dedesi Ali idi. Baba Abdullah askerde idi ve o yoksullukta, o yoklukta ev büyüklüğünü yapmak çok iyi niyetli, tevekkeli bir adam olan dede Ali’ye düşmüştü. Dört çocuğun bakımı, ahır, inek, dana, tarla, odun, çayır, yemek vs diğer işler ise beşik sırtında ana Pembe’ye…
Günlerden bir gün köyün üstünden bir tayyâre (uçak) geçti. O güne kadar hiç tayyâre görmemişlerdi. Gürültüsü yeri-göğü inletti. Korkudan yürekleri yarıldı. Akılları başlarından gitti. Dışarıda oynamakta olan çocuklar korkudan ağlamaya başladılar. Anne Pembe onları birer birer topladı. Kapının eşiğine geldi ki içeride hasta yatağında yatmakta olan kayınbaba Ali’nin sesini duydu. “Kız! Danaoğlu kızı! Gelin! Neredesin? Görebileceğim yere gelsene!” diye bağırıyordu. “Ne var! Ne diyorsun?” deyince de kayınbaba Ali’nin şu sözlerine muhatap oldu: “Gâvur geliyor, gâvur! Hızana (çocuklara) bir zarar verirler. Hızanı topla ahıra götür. Beçerin içine yatır. Üstlerine de birkaç bağ sap at. Kimse görmesin. Gâvur bulmasın. Çabuk ol, çabuk. Teyârenin sesini işitmiyor musun? Teyâre geliyor. Çabuk ol, çabuk!”
Bunu duyan gelin Pembe denileni yaptı. Ahıra gitti. Çocukları beçerin içine yatırdı. Üstlerini mısır sapı ile örttü. Ancak akşam olunca onları oradan çıkardı. Bu olayı da mahallede herkes duydu. Hem komik buldular hem de hoşlarına gitti. Bu olaydan sonra da olayın bu kahramanlarına “Teyârelü” demeye başladılar. Teyâre Ali, Teyâre Mustafa, Teyâre kızı, Teyâreli Gelini demeye başladılar. İlk zamanlar bu lakaba kızdılar. Fakat sonraları alıştılar, benimsediler. Ve neredeyse Çavuşoğlu sülalesinin bu kanadında Çavuşoğlu yerini Teyâre’ye bıraktı. Taş ustası Mustafa da ya Teyâre Mustafa ya da hepten Teyâre olarak çağrılmaya başlandı.
Bu Teyâre Mustafa ilk oğlunun adını Abdullah koydu. Şu anda Akçaabat ilçesinde bir lisede müdürlük yapmakta olup aynı zamanda da yazar olan, “Ağasar Çepni Kültürü Geyikli” adlı folklorik bir inceleme araştırma kitabına imza atan Abdullah Gülay’ın ismi baba Abdullah’a istinaden takılmıştı. Baba Abdullah, 2. Cihan Harbi yıllarında askere gitmiş, Ankara’da askerlik yaparken amansız bir hastalığa yakalanarak kurtulamayıp şehitler kervanına katılmış biri idi.
*”Devletten bir baba bir de kına alacağım var”
Eğitimci-Yazar Abdullah Gülay doğduğunda amcası merhum Ali Gülay’ın ifadesiyle doğumun gerçekleştiği gece bütün aile efradı bayram etmişti. Çünkü anne karnındaki bebeğin cinsiyetinin tespit edilemediği o vakitlerde erkek olursa adını Abdullah koyacakları bir erkek evlat dünyaya gelmişti. Askerden dönemeyen dede Abdullah’a olan hasret bu Abdullah ile giderilecek, aile bireylerinin beden ülkeleri ile ruh dünyalarında doğan boşluk bu Abdullah sayesinde doldurulacaktı. Öyle ki Çavuşoğulları’ndan Sülük Mustafa lakaplı Hacı Mustafa Gülay kendisinden hayli küçük yaşta olmasına rağmen torun Abdullah’ın tahsil gördüğü şehirden her köye gelişini duyduğunda onu ziyarete gelir, arkadaşı olduğu dede Abdullah’a olan hasretini böyle giderirdi. Bu Hacı Mustafa Gülay Geyikli’nin ilk şoförü Hacı Hasan Gülay’ın, nâm-ı diğer Garip Hasan’ın babası olup arkadaşı Abdullah’ın kızı Fadime’yi oğlu Garip Hasan’a eş olarak almış, gelin etmişti.
Kocaya vardıktan sonra sık sık baba evine gelerek Teyâre Mustafa oğlu bu Abdullah’ı ziyaret eden, onda baba hasretini gideren, hatta adının babasının adı olmasından dolayı neredeyse ona baba hürmeti gösteren kızı Fadime’nin anlattığına göre kendisinin 4-5 yaşlarında olduğu 1941 yılının Mart ayının son günleri idi.. Babası Abdullah askere gidecekti. Mahalleli toplandı. Hep birlikte Ademmez’deki ev yanından yola çıkıldı. Hava soğuktu. Üstte başta doğru dürüst giyecek yoktu. Kardeşi Ali 3-4 yaşlarında olduğu için anası Pembe tarafından sırta sarıldı. Bacakları çıplak olup bu halde ana sırtından aşağı sallanır vaziyette idi. Patika yolda tek sıra dizili halde Balta’nın Deresi’ne varmadan önceki Bektaşoğlu Boğazı denilen yere geldiler. Abdullah bu yol boyunca kızı Fadime’yi hep yanında yürüttü. Boyu küçük olduğu için kalabalık arasında baba yüzüne bakma fırsatı bulamayan Fadime ancak babasının yünden dokuma siyah pantolonuna bakabilme, ara sıra da bu pantolondan tutarak yürüyebilmekle kaldı. Küçük olduğu için burada vedalaşmak zorunda kaldılar. Baba Abdullah eğildi, iki eliyle kızı Fadime’nin yüzlerinden tuttu, iki yanağından öptü ve “Kara kız, beşikteki kardeşine iyi bak; askerden gelirken sana kına getireceğim.” dedi. Ayrıldılar. Anası Pembe de babasının peşinden gitti. Patika yolda gözden kaybolana kadar arkadan baktı. Ruhundan parçalar koptuğunu hissetti. Bazı komşularla eve döndü. Dönerken de babasının askerden getireceği kınayı düşündü. Bir de emanet ettiği beşikte yatan Nuri bebeği…Gidiş o gidiş, baba Abdullah bir daha geri dönmedi. Ondan sadece unutulmayan o siyah yün dokuma pantolon ile askere uğurlarken beraber yaptıkları 15 dakikalık yürüyüş hatıra kaldı. Çıkagelse yüzünü hatırlayamamak gibi de bir hüzün… Kına da gelmedi. Onun içindir ki 4-5 yaşlarında kına sözü alan bu Fadime, yaşı 80’e yanaştığında hâlâ yüreğinde taşıdığı umudu “Devletten bir baba bir de kına alacağım var. Yaşım 80’e yanaştı hâlâ bu umudu yüreğimde taşıyorum” şeklinde dile getiriyordu.
Kara kız Fadime devletten bir baba ve kına alacağı umuduyla bir ömür tüketedursun bu umut gerçekleşmeden bu dünyadan göçtü. Çünkü karakol kanalıyla baba Abdullah’ın künyesi geldi. Geldi ama eş Pembe gözleri ile cesedini görmediği için inanamadı. Cenazesi gelmemişti. Mezarı da yoktu. Bu yüzden yıllarca ümitle bekledi. Fakat yıllar geçip bekleyiş uzadıkça umutlarını yitirdi. Kocası Abdullah ona “Danaoğlu kızı! Haydi Sis’e gidelim. Herkes gibi biz de şenliklere katılalım. Dağlarda gezip gelelim. Bu günler bir daha geri gelmez” derdi. Bu sözlerin muhatabı Pembe ise işe güce gitmeyi tercih ederdi. Eş Pembe bir taraftan “Keşke onunla gitseydim. Kendisi de, o günler de daha geri gelmedi, gelmez de” pişmanlığı, diğer taraftan da dört öksüz çocuğuna analık yapmaktan asla vaz geçmeme gururu ile yaşadı. Gençti. Kendisi ile evlenmek isteyenler, hatta çok ısrar edenler oldu. Fakat o yavrularını kucağına sıkarak, bağrına basarak yaptığı “Allah’ım! Beni şaşırma! Kocamdan ayrıldım, hızanımdan (çocuklarımdan) ayırma!” duasıyla bütün teklif ve ısrarlara karşı direndi. Çocuklarından ayrılmadı. Eline el değmedi. Kocasının hatırasına leke sürmedi. “O vardı gitti. Az kaldı ben de varacağım. İnşaallah orada buluşuruz” telkiniyle yaşadı.
Eş Pembe’nin askerlik yolunun Merkez Camii yanında yaşadığı bir şey daha vardı ki asla unutmadı. İki-üç yaşlarındaki oğlu Ali sırtında idi. Beline aşağı sallanan çıplak bacakları soğuktan göğermişti. Fakat onun değil bu soğuktan göğermekten sırtında bir çocuk olduğundan bile haberi yoktu; unutmuştu. Sırtında bir çocuk olduğunun ancak yanındakilerin “Kız Pembe! Ha bu oğlanın bacaklarını donduracaksın. Üstüne bir şey atsana!” uyarıları üzerine farkına vardı. Çünkü aklı başında yoktu. Kocası dört çocuk ile onu başbaşa bırakarak gidiyordu.
Peki Abdullah ne oldu de geri dönemedi? “Kara kız”ına kına getiremedi?
Çavuşoğlu Ali’nin tek oğlu olan Abdullah 26.03.1941 tarihinde 21 yaşında askere gitti. Nüfus kaydına göre 1920 doğumlu idi. Fakat geç kaydedilmiş olup aslında 26 yaşlarında idi. İkinci Cihan Harbi yıllarıydı. Vakfıkebir Askerlik Şubesi’nden Çatalca/Hatim Köyü’ne sevk edildi. Askerî kayıtlara göre 04.04.1941 tarihinde 4. Topçu Alayı 38. Batarya’ya katıldı.
Çatalca’daki 4. Topçu Alayı’na bağlı 38. Batarya’da görev yaparken birliği 2. Cihan Harbi sebebiyle Trakya bölgesine kaydırıldı. Alman saldırısı ihtimaline karşı bölgeye yığınak yapıldı. Gece gündüz durmaksızın istihkâm mevzileri kazıldı. Teyakkuz vaziyeti alındı.
Arazi ve iklim şartlarının zorluğu sebebiyle görev ağırlık arzediyordu. Bu ağırlık Abdullah’ın hastalanmasını beraberinde getirdi. Sıtma olduğu da söylenmekle birlikte zatürreye yakalandı. Görev yaptığı yerden tedavi için İstanbul’a gönderildi. Onu İstanbul’da köylüsü ve devresi Tevfikoğullarından “mıcık” lakaplı Ali Osman Gülay gördü. Bu görmeyi de 1983 yılında torun Abdullah Gülay’a “Dedenizi İstanbul’da hastanede yer yatağında yatarken gördüm. Ama çok acele bir durumdaydık, olağanüstü şartlardaydık, birbirimize hal hatır soracak durumda değildik; konuşamadım” şeklinde aktardı.
İstanbul’da durumu kötüleşince bir iddiaya göre Eskişehir Hava Hastanesi’ne sevk edildi ise de bunun kayıtlarına ulaşılamadı. En sonunda Ankara’da vefat etti. Ankara Askeri Hastanesi’ndeki 1942/7-545 sayılı ölüm vukuatı kaydıyla vefat tarihi 23.06.1942 olarak kayıtlara geçti. 25.06.1942-546 tarih ve numaralı Nümune Hastanesi kaydı ile 25.06.1942-109 tarih ve numaralı Ankara Askerî Hastanesi kaydıbu durumu belgeledi.
Ölüm sonrası 20 numaralı kayıt ile Ankara Cebeci Kimsesizler Mezarlığı’na defnedildi. Ancak mezarlık kayıt defterine soyadı sehven Günay olarak yazıldı. Diğer nüfus kayıt bilgilerinden hareketle bu mezarın tartışmasız Abdullah Gülay’a ait olduğu kesinlik kazandı.
Yinekayıtlara göre definden 10 yıl sonra diğer 163 kimsesiz mezarla birlikte Abdullah’ın mezarı da açıldı, kemikleri toplandı ve “Kemiklik” adıyla özel olarak inşa edilen bir kubbeli anıt mezar içinde diğer kemiklerle birlikte muhafaza altına alındı.
Evli olduğu halde zamanın şartlarından kaynaklı nedenlerden dolayı, evli olduğunu belgeleyen resmi evlilik kaydı yapılamadan askere gitmişti. Vukuatlı nüfus kayıt örneğinde “bekâr” olarak gözüküyordu.Ayrıca şehit düştüğünde dokuz on yaşlarındaki büyük oğlu Mustafa dahil dört çocuğunun hâlâ nüfus kaydı yoktu. Bu nedenle eşine “şehit eşi” ve çocuklarına “şehit çocuğu” muamelesi yapılamadı.
Şehit olduktan üç yıl sonra 09.04.1945 tarihinde dört çocuk için sözlü beyan üzerine belli aralıklarla doğum tarihleri düzenlenerek nüfus kayıtları yapıldı. Anneleri Pembe, Nüfus idaresinde Penpe olarak yazılmak suretiyle, babaları da Abdullah olarak resmî kayıt altına alındılar. Buna rağmen anne Pembe’ninAbdullah üzerine eş olarak kayıt edilerek neden şehit eşi muamelesi görmesinin sağlanmadığı merak konusu oldu.
Zamanın müsait olmayan şartlarında hangi şartlarda hastalandığı, nerelerde tedavi gördüğü, ve nasıl öldüğü, mezarının yeri hakkında bilgi edinilemedi. Eğer on yıl içinde mezarına sahip çıkılarak gerekli başvurular yapılabilseydi şimdi şehit statüsünde bir mezarı olabilecekti. Ayrıca eşi ile evlilik kaydı askere gitmeden önce yapılabilseydi eşi Pembe “şehit eşi” muamelesi görebilecekti.
* “İçeri giriyorum yağmur, dışarı çıkıyorum ayaz!”
Oğlu Abdullah şehit düştüğünde babası Ali Gülay 62 yaşında, şartların ve yılların yorgun düşürdüğü bir ihtiyardı. Yardımlaşabileceği kardeşi ve kimsesi de yoktu. Şehit düşen tek oğlundan dört torun öksüz çocukla baş başa kaldı. Kendisinin geçimi tarım ve ziraat üzerineydi. Zor şartlarda ekim dikim işleri yapılmaktaydı. Gübre yoktu, işçilik ilkel aletlerle icra edilmekteydi. Bütün işler insan gücüne dayanmaktaydı.
Üretim yetersizdi. Az buçuk üretilen mısır ve tahıla 2. Dünya Savaşı gerekçesiyle zamanın siyasi yönetimi tarafından el konuluyordu. Her koyuna 40 kuruş, her ineğe 60 kuruş vergi alınıyordu.Bir insan yevmiyesi de 50 kuruştu. Halk bu nedenle hayvanlarını ahırda değil, ormanda saklar, soğuk-sıcak, gece-gündüz demeden aylarca evine gelmediği olurdu. Köyden seçilmiş işbirlikçiler kimin neyi var neyi yok ihbar ederlerdi. Bazen de kızdıkları veya husumet besledikleri ailelerin olmayan hayvanını “var” diye, bazen de sayısını fazla vererek sorgulanmalarına ve eziyet görmelerine yol açarlardı. Koyunu, ineği, tavuğu olmadığını kanıtlayamayan ihbar edilmiş köylülerin, karakol dayağı korkusundan dolayı olmayan hayvanın vergisini vermek zorunda kaldığı da olurdu.
Karakol destekli tahsildar ev ev gezerek ekin tarlası ve ailelerin hayvan sayısını tespit etmekte, önceden defterde zabıt altına aldığı miktarları Güz mevsiminde istemekteydi. Bir kişinin sırtında 45-50 kilo ağırlığındaki yük, patika yollardan 35 km. mesafeye yaya olarak halka taşıttırılmakta ve Vakfıkebir’de teslim alınmaktaydı.
Karakol, tahsildar ve yetkililer, köyden bazı aileleri korunaklı hale getirir, onları ulufelendirir (ödüllendirir), giyecek, yiyecek ve temel ihtiyaçlar yönünden destekler, karşılığında işlerin takibini bunlara yaptırır, halk üzerinde böylece bir başka zulüm kapısı daha açılırdı. Kısaca halkın bir kısmı “Elit Devletçi” hale getirilir ve bütün köy bunlara denetlettirilirdi.
Karakol korkusuyla yaşayan halk, cami önünde Cuma namazı sonrası yapılan açık hava toplantılarında; “Ha şimdi boz kulaklar gelir çıkar!” diye tehdit edilerek konuşmalar yapılırdı. “Boz kulak” jandarmalar için kullanılan halk benzetmesiydi.
Köyden çıkarken 45 kilo olan mısır Vakfıkebir’de yetkililer tarafından kontrol edilir; “Bu yaş, yeterince kurutulmamış!”diye geri çevrilince çaresiz kalan ve itiraz edemeyen üretici kan ter içinde, öfkeyle köye dönüşünü erteleyerek sahilde serip kurutur ve getirip teslim ederdi. Bu kez de tartıda; “Bu eksik, git tamamla da ondan sonra getir!” denildiği zaman kan beynine sıçrasa da yine korkudan sesini çıkartamayıp zahiresini alarak ilave mısır aramaya çıkardı. Kendi karnının açlığı, köye dönme işinin geceye kalmışlığı, akşamleyin nerede konaklayacağı gibi sorunları mevcut sıkıntıdan aklına bile gelmezdi!
Geceden sabaha 2 saat kala köyden yola çıkan bu insanlar, çıra ışığında, içine koyacak gaz yağı varsa gemici feneriyle Takazlı denilen mevkiye gelince gün ağarır, fenerini kaya kovuklarına saklar, akşamleyin dönerken eğer yerinde duruyorsa tekrar alır, köyüne saatlerce yürüyerek dönerdi.
Şehit Abdullah’ın babası Ali de herkes gibi bu şartlarda yaşamaya çalışıyordu. Ancak şükür ki belli zanaatlarda becerisi vardı. Şehit oğlundan emanet dört öksüz torun ile bir gelini ağaç oymacılığındaki el becerisi sayesinde yaptığı şimşir kaşık, kepçe; el yapımı ağaç külek, yayık; ağaç oyma sofra, tirki, leğen, sandık, kütükten oyma arı kovanı gibi araç gereçler ile ağaç kömür üretimi yaparak bakıp büyütecekti. Eğer bu zanaatler sayesinde rızık temini olmasaydı ailenin hayat şartları çok daha dayanılmaz bir hal alacaktı.
Bugünün Merkez Camii yanındaki Çok Programlı Lise (ÇPL) binası yerindeki evinde yaşanan bir olaya bakıldığında baba Ali’nin ne kadar saf gönüllü, temiz yürekli bir insan olduğu anlaşılacaktı. Sonbahar’da gündüzleyin mısır koçanlarını sapından ayırarak toplar, herkes gibi evin içinde biriktirir, geceleri de oturup mısır talaşlarını soyardı. Yine bu işi yaptığı bir gece onun herkesçe bilinen saflığını eğlenceye dönüştürmek isteyen mahallenin gençleri toplandı. Muziplik olsun diye bir kap içinde getirdikleri suyu yavaş yavaş çatıdaki baca boşluğundan içeri döktüler. Suyu gören yaşlı dede Ali yağmur yağdığını zannederek dışarı çıkıp gökyüzüne baktığında Dolunay her tarafı altın sarısıyla aydınlatmaktaydı. Yani yağmur yoktu. Şaşkınlık yaşayarak salavat getirdi ve tekrar içeri girdi. Gizlendikleri yerde bu duruma kıs kıs gülen gençler aynı şeyi tekrar yaptılar, bacadan tekrar su döktüler. Ali Gülay telaşla tekrar dışarı çıktı, baktı, yine ay ışığı vardı. “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhil aliyyi’l-azîm” diyerek tekrar içeri girdi. Gençler buna da gülüştüler. Üçüncü kez bacadan aynı şekilde su döktüler. Ali Gülay bu kez panik içinde tekrar dışarı çıktı, baktı, hava aynı durumda idi. Bunu Allah’ın hikmetli bir işi olarak düşündü, biraz da tedirgin olarak yine salavat getirdi ve Allah’a şöyle niyazda bulundu: “Ey şanı büyük Allah’ım! Hikmetine sual olunmaz ama, içeri giriyorum yağmur, dışarı çıkıyorum ayaz!” Gençler bu duruma da kendi aralarında gülüşme ile mukabelede bulundu.
* Zulüm şehit babasını da buldu
Gençlerin eğlenmek için bir şehit babasına reva gördüğü bu tasvip edilemeyecek türden muameleye rahmet okutacak uygulamalar da kapısını çaldı yaşlı dede Ali’nin… Oğlu Abdullah’ın şehadetinden sadece üç sene sonra, 1945 yılında, zamanın “Milli Şef”lik yönetimi karakol marifetiyle o ve ailesi üzerine çullandı. Merkez Camii yanındaki evi ve arazisine “Halk Evi” yapmak üzere zorla el koydu. Evi yıktı. Taşlarını bile ona vermedi. Etrafındaki ağaçları da keserek taşlarla birlikte “Halk Evi” binası inşaatında kullandı. Şehit Abdullah’ın dedesiAyvazoğlu Osman Çavuş’un ve eşi Esma’nın mezarını düzledi.Bu zulme “dur” diyecek kimse çıkmadığı gibi şehit babası Ali Gülay’ın da kimsesi yoktu. İş başa düştü. 65 yaşındaki hâli ile jandarmaya karşı koydu, bundan dolayı dayak yedi, başı yerdeki taşlara vurularak kanlar içinde bırakıldı.
On yaşındaki torunu, şehit Abdullah’ın büyük oğlu Mustafa, dedesi Ali’ye arka vermek istediyse de orada bulunan diğer köylüler engel oldu. Kendini tutamadı, ağlamaya başladı. Bundan dolayı Haliloğulları’ndan Necattin (Hayri) Gülay onu alarak hemen yan taraftaki kendi evlerine götürdü. Teselli etmeye çalıştı. “Ağlama!” diyerek dört taneceviz verdi. Bu olay yıllar sonra Mustafa Gülay tarafından oğlu Abdullah Gülay’a anlatıldı.
Bu şartlarda bulunan Ayvazoğlu Ali Gülay, şehit olan oğlunun hangi şartlarda öldüğünü, mezarının nerede olduğunu nasıl gidip araştıracak ve mezarına nasıl sahip çıkacaktı? Yani çaresizlik ve kimsesizlik buna engel oldu. Bundan dolayı da şehit oğlu Abdullah’ın mezarı on yıllık süre aşımı hışmına uğradı. Kimsesiz mezarı kabul edildi. Kimsesiz mezar kabul edilen diğer mezarlardaki cesetlerin kemikleri ile birlikte toplandı. Ankara Cebeci’de özel yapılmış bir taş anıt kubbe altındaki “Kemiklik”e gömüldü.
Milli Şeflik zulmüne uğrayan baba Ali ise Ademmez mezrasındaki evine taşınmak zorunda kaldı. Sık sık hasta olmaya, günlerinin çoğunu yatakta geçirmeye başladı. Ona Teyâre lakabını getiren olay da işte bu yatakta yattığı sıralarda meydana geldi. Artık Teyâre Ali olarak çağrılmaya başlandı. Bu unvan ondan sonra torunlarına da sirayet etti. Hatta torun çocuklarına da… İşte bu Teyâre Ali, çektiği çileleri, uğradığı haksızlıkları, yaşadığı acıları arkasında, bir de Teyâre lakabını geride kalanlara bırakarak 25.07.1958 tarihinde 77 yaşında bu dünyaya veda etti. Konakyanı Mezarlığına defnedildi.
Aynı çileleri dört çocuk bir kayın baba ile başbaşa kalan gelin Pembe de yaşadı. Kendi ifadesiyle Çavuşluya gelin geldikten sonra da gariplik peşini bırakmadı. Gelmeden önce de “ne sen sor ne de ben söyleyeyim” dediği çok kara günler geçirdi. Yetimlik, gariplik içinde büyüdü. Çok açlık çıplaklık çekti. Üst başında bir tevek göynekten başka bir şey olmadı. Karakış aylarında yalın ayak su, odun taşıdı, değirmene zahire götürüp öğüttü. Yatak, yorgan nerede idi; çul üstünde yattı. Kara ışık yakarak gecesini aydınlattı. Kara ateşteki küçücük bir kor parçası (çıddak) ışığı altında eğecekle yün eğirdi. İplik sardı. “Şimdiki kızlar bunların bir tanesini bile yapamaz” dediği daha nice işler yaptı.
Danaoğulları kızı olan Pembe, Rus işgalini de gördü, yaşadı. Ruslar Geyikli’yi işgal ettiğinde 7-8 yaşlarındaydı. Büyük kardeşi Hurşit, Beşikdüzü, Şalpazarı, Şıhkıranı güzergâhında Ruslar için sırtında yük taşımaya giderdi. Rusların böyle bir yük taşıtma uygulaması vardı. Akşam olup eve dönme vaktinde de yük taşıyanlara ekmek verirlerdi. Bu ekmek biraz daha fazla olsun diye Pembe de yük taşımaya gitmek ister, ağabeyi Hurşit’in peşi sıra ağlardı. Bundan dolayı bazen onun da götürüldüğü olurdu. O günler başta olmak üzere “Gitti mi gitti. Ya geldi ya gelesiye. Ya kendi gelirdi ya da künyesi” şeklinde kocası Abdullah’ın askere gittiği dönemlerdeki vaziyeti anlattığı ortamda kocası Abdullah’ın da ancak künyesi gelenler arasında yer alması sonucu başbaşa kaldığı hayat şartları için “o günler aklıma gelince yüreğim yerinden fırlayacakmış gibi oluyor” derdi.
*Ömrü boyunca bir tarafı yoktu
Şehit Abdullah’ın atası Gümüşhane – Şebinkarahisar – Kelkit‘ten gelme Ekincilerden “Kır Sakallı” Lakaplı Hasan Ayvazoğlu‘nun (1790-?) (Ağasar Vadisi, Feridun M. Emecen, Sayfa:206) torunu ve Tepeağzı Köyü’nden Abdaloğulları (Bugünkü Yılmazlar Ailesi’nden)evliOsman Çavuş’tu (1840-?). Ayvazoğlu Osman Çavuş’un Geyikli’de yerleştiği ilk yer, Kıran mevkiinde, bugünkü Çok Programlı Lise (ÇPL) binasının arsa yeri, bahçesi ve güneydoğu yönündeki arazi idi. Ailenin ilk evi buradaydı. Osman Çavuş ve hanımının mezarı aynı binanın altındadır. Yani onların yeryüzüne bakan bir mezarı olmadı. Aynı kaderi torunları Abdullah da yaşadı. “Mezarsız şehit”ler arasında yerini aldı.
Abdullah Gülay 1942 yılında şehit olduğunda babası, Osman Çavuş’un tek oğlu Ali (1881- 1958) bu mekândaki evinde oturmaya devam ederken bir yandan da vatan yolunda şehit verdiği tek oğlunun acısını yaşamaya çalışıyordu. İşte tam bu sırada yukarıda anlatılan Milli Şeflik zulmüne maruz kaldı. Bu zulmü perdelemek için de Köy Karar Defterine 30.09.1945 tarih ve 9 sayı numarası ile geçirildiği şekliyle Karakuz/Çardakyanı mevkiinde bir arazi ona tahsis edildi. Halbuki bu arazi zaten ailenindi. Bektaşoğullarından satın alınmış olup emlak kayıtlarında da böyle belgeliydi. Yani iş kitabına uydurulmuştu.
Babası Teyâre Ali olan şehit Abdullah Gülay’ın annesi Hatiboğulları sülâlesine adını veren Hacı Hatip’in (Ayvazoğlu Ali) kızı Gışna lakaplı Fadime idi. Gışna lakaplı Fadime 1928 yılında vefat etti. Bunun üzerine Teyâre Ali 1938 yılında Düdekoğlu Ömer Bayraktar’ın kız kardeşi Bektaş Hava ile evlendi. Şehit Abdullah Gülay, Teyâre Ali’nin Hanım ve Ferîde adlarındaki iki kızından sonra tek erkek çocuk olarak, resmi kayıtlara göre 1920 yılında, sözlü ve gerçek bilgiye göre 1915/1916 (?) da dünyaya geldi.
Neslin korunması ve devamı için bir önlem olarak düşünülen geleneğe uygun olarak Abdullah, 16-17 yaşlarında iken bir aile kararı ile kendisinden 5-6 yaş büyük olan Danaoğlu Halil kızı Pembe ile evlendirildi. 1929-1930 yıllarında gerçekleşen bu evlilikte dedesi Hacı Hatib’in öneri, teşvik ve desteği önemli rol oynadı. Erken evliliğin bir diğer sebebi de 1928 yılında annesinin ölümü idi. Bu evlilikten doğan Abdullah 26.03.1941 tarihinde askere gidinceye kadarki 10 yılda Mustafa, Fadime, Ali, Nuri adlarında dört çocuk dünyaya geldi. Mustafa büyük ağabey olduğu için ailenin de, kardeşlerin de sorumluluk yükü hep onun sırtına bindi. Bir taraftan bu yükü kaldırmaya çalışırken diğer taraftan zaman zaman şöyle dediği duyulurdu: “Babam olmadığı için bedenimin bir tarafını hep eksik hissederek yaşadım! Ömrüm boyunca bir tarafım yoktu!”
Şimdiki zamanda bütün bu çocuklar babaları mezarsız şehit Abdullah’ın yanına göçmüş durumdalar. En son göçen de 02.05.2020 tarihi itibariyle “kara kızı” Fadime oldu. “Mezarsız şehit”in bu evlatların hepsi de dedeleri Teyare Ali gibi Konakyanı Mezarlığında kendilerine yer bulup hiç olmazsa babaları Abdullah gibi mezarsızlık kaderini bari yaşamadılar.
Kaynaklar:
Metin kaynağı: Abdullah Gülay (Eğitimci Yazar)
Foto kaynak: Kadir Gülay