“Vusûlsüzlük, usûlsüzlüktendir.” (Hz. Ali)
“Yasa ve kamu düzenlemelerinin yapılması ihtiyaçlara bağlıdır. Bu ihtiyaçlar; ya bir zararın def’i, ya da bir menfaatin celbi şeklindedir” (Şatıbî, El Muvaffakat, Megasitü-ş Şeria, XIV.yy. Kurtuba). Bir düzenleme kamu açısından bu iki şeyin dışında ise ve kamu otoritesi ısrar ediyorsa, orada bir haksızlık inşa ediliyor demektir. Hukukî düzenlemelerin hayatiyet sıralamasına göre olmaması düşünülemez. Şatıbi bu sıralamayı; zaruriyat, haciyat, tahsiniyat ve mükemmilat şeklinde yapmıştır ve tümüne genel olarak âli/yüksek ve garib/yakın maksatlar gözetilerek yaklaşılması gerekliliğini tavzih etmiştir” (Şatıbî, El Muvaffakat, Megasitü-ş Şeria, XIV.yy. Kurtuba ).
Kamu adına konuşan, karar ve iş süreçlerinde rol alan herkesin; hukukun genel ve özel amaçlarını, bu temel hiyerarşi üzerinden bilmesi ve kendi özel sahası için uzak ve yakın gayeleri belirlemesi gerekir. Bu derin sorgulama ve kavrayışın olmaması bir özdeyişin ifade ettiği gibi “ay ışığına odun toplama”dır. Liyakatsizliktir.
Liyakat: İşin genel ve özel amaçlarını, uzak ve yakın hedeflerini gözeterek, doğru strateji ve taktikler üretip uygulama becerisine sahip olmaktır. Müşaveresiz yönetim olamayacağına göre, liyakatli insan “Müşavereyi” niçin, neye göre, kiminle ve nasıl yapacağını bilir, dolayısıyla yürütecekleri süreçler “adalet’e” hizmet eder. Liyakatsiz insanların kamu adına karar süreçlerinde bulunmaları, kendileri açısından da toplum açısından da felakettir.
Kamu adına karar verme ve iş yapma süreçlerindeki insanların, yaptıkları her türlü iş ve verdikleri her türlü karar “ictihad’ hükmündedir. Asgarî, aklî ve ilmî bir donanıma sahip olmalı, usûlî bir vukûfiyetle, konuyu bütün güçleriyle anlamaya çalışıp, “rey’ini” öyle kullanmalıdır. O zaman yanlış da yapsalar mazur, bu “cehd’i” yapmaksızın “rey” de kullansalar ve isabet etseler, Mücrim olurlar.
Bu günün pozitif hukukunun da kabul ettiği şekliyle, yasaların kaynakları; akıl, ahlak, hukuk, din ve örf’tür. En yalın çevresel gerçekliklerden en uzak teorik gerçekliklere kadar aklın sınırlarını zorlayan felsefe, tecrübelerle başlayan, sistemli deneylerle aklın imkânlarını artıran ve genişleten bilim ve nihayetinde yasanın uygulanacağı toplumun ve ilgili sahanın kendi “örfü” olarak özetleyebiliriz. Bilim ve felsefe hukukun kaynağı değil, kaynakların anlaşılması ve düzenlenmesi için birer araçtır. Bilim ve felsefenin hukukun kaynağı olarak görülerek oluşturulan ideolojiler insanlığın başına özellikle uygulama süreçlerinde korkunç sorunlar çıkartmışlardır. Tarih bu güne kadar bilim ve felsefenin ürettiği hiçbir müspet manevi değer’e tanıklık etmemiştir. Yaptıkları tespit, tebarüz ve ifşa olmuştur.
Akıl, ahlak, din, hukuk ve örf’ün birbirinden tamamen bağımsız olmadığı paradoksal bir etkilenmişlikleri, zıtlık ve aynîliklerinin olduğu bilinir. Özellikle kamu adına söyleyeceğimiz söz, yapacağımız yasa ve işler bu paradoksal beraberliği gözden kaçırmamalıdır. Aksi takdirde temel toplumsal değerlerle çelişir. Yapılan yasalar akılla çelişiyorsa ahmaklık ve zorbalık; ahlakla çelişiyorsa ihanet ve zillet; tümüne uygun ise ve dinle çelişiyorsa dinin kendisinde, yorumunda ya da yorumlayanlarda sorun vardır. Hukukla çelişiyorsa; zaten akılla, ahlakla ve dinle de çelişiyor demektir. Hukuk; hak kelimesi kökünden türeyen çoğul, haklar demektir. Bir şey haksızlık içeriyorsa zaten bâtıldır. Tekil olarak hak olmayanın çoğulunun hukuk (haklar) olduğunu düşünmek bile akla ziyandır. Ayrıca bu değerlerin hiç biri tek boyutlu da değildir. Hangi konuda olursa olsun hak tespit edilip yasalar yapılırken bu unsurlar mutlaka gözetilir. Bunların arasında, ilişki ve hiyerarşi gözetilmeksizin yapılan yasalarla yönetilen ülkeler/toplumlar çözülür ve çöker. Tarih bilimi Hz. Ali’nin “Küfr ile abâd olunur, ancak zulüm ile olunmaz” sözünü doğrulamaktadır.
Şu ilahi hitabın cevabı, her dem aranmalıdır. “Fe-eyne tezhebûn.” Nereye gidiyorsunuz?” Tekvir, 26). Zengin oluyoruz, gayri safi milli hâsılamız artıyor…” diyerek geçiştirilebilecek bir şey değil. Söz konusu ettiğimiz şey, daha derin. “Onlara: Yeryüzünde fesat çıkarmayın, denildiği zaman, “Biz ancak ıslah edicileriz” derler” (Bakara, 11). Ülkenin genel ekonomik değerleri büyüyor olabilir, fakat artan miktar belli zümrelerin elinde toplanarak gelir adaletsizliğini mi derinleştiriyor, yoksa mülkün bireysel, ulusal ve küresel düzlemlerde, adil ve hakça bölüşümüne doğru mu gidiyor? İnsan onurunun hiçbir şeye değişilmediği bir dünyayı mı, yoksa mer’i veya bid’i tiranları mı besliyor? Bu soruların cevabına göre nereye gidildiği, ifsat’a doğru mu, ıslah’a doğru mu gidildiği tespit edilebilir.
“Fitne (baskı) kalmayıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın! Eğer baskıya son verirlerse muhakkak ki Allah, ne yaptıklarını görmektedir.” (Enfal, 39). Uygulanan politikalar yoksul, mazlum, mağdur, mustaz’afları kendilerini zalimlar karşısında koruyabilecekleri imkân ve güçlere sahip olmaya doğru mu götürüyor? Yoksa “Allah bir toplumu helak etmek istediğinde, onların seçkinlerini (mele) refahtan şımartır (mütref).” (İsra, 16). Allah’ın helak etmek istediği bir toplumun seçkinlerini refahtan şımartma süreci mi yaşanıyor?
“Bir kimse günah (masiyet) işlemeye devam ettiği halde, ona Allah’ın dünyadan sevdiği şeyleri vermekte olduğunu görecek olursan, bil ki bu ona, Allah tarafından bir istidrâc/derece derece azaba yaklaştırmadır.” Hz Peygamber tüm zamanlarda bireysel ve toplumsal olarak tüm insanlara ilahi bir yasayı, “Onlar kendilerine hatırlatılan şeyi! Unutunca, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlere sevinirlerken, ansızın onları tutup, yakalayıverdik ve ümitsiz kalıverdiler.” Ayet-i Kerimesini okuyarak sözünü tamamlıyor. (el-En’am, 6/44, Hadis-i Şerif, Ahmed, Müsned, IV, 145)
Belirlenecek ekonomik ve sosyal politikalar nerelere varıyor! Kur’an-ı Kerim’den bir örnek:
Kavminin zengin önderleri, Hz. Lut’a “dediler ki: Senin kızlarına bizim bir ilgimiz olmadığını biliyorsun. Ve sen bizim ne istediğimizi elbette bilirsin.” (Hud, 79)
(Lut:) “Keşke benim size karşı (koyacak) bir gücüm olsaydı veya güçlü bir kaleye sığınabilseydim! dedi” (Hûd, 80).
“Emrimiz gelince, oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine (balçıktan) pişirilip istif edilmiş taşlar yağdırdık.” (Hud, 82)
Bir yerde ergin insanların küçük yaştaki çocukları cinsel istismar etmeleri “adet” haline geliyor ve toplum susuyor. Bu sübyancı-oğlancı sapkınlık, yukarıda saydığımız prensiplerden hepsine göre yanlış. Ancak sermaye, toplum içinde bir zümrenin/mütrefin elinde “devlet” haline gelmiş. Toplum kendisini bu hayâsız zümreye karşı koruyabilecek güçten mahrum bırakılmış. Halkın elinde güç olmamasının sorumlusu o güne kadar o yerin ekonomi politiğini usûl ile değil fûru ile belirleyenlerdir.
Ve ardından, bir yönüyle Allah’ın rahmetinin tecellisi olan kahredici belâ gelivermiştir. Bu örnekte istismar ve tecavüz, ahlaksızlık, toplumsal fesat, neslin bozulması, akılsızlık ve haksızlık, zorlama ve saldırganlık, hukuksuzluk, fıtratın/yaratılışın doğal seyrinin inkârı ve açık vahiy ve dini inkâr vardır. “Üçüncü yasa” insan kesbine dayalı olarak ikram ya da helak edici olarak harekete geçen yasa, helak edici olarak devreye girmiştir.
Bu gün siyasal, ekonomik ve sosyal koşullardan dolayı, böyle bir zorlayıcılıkla bu tür sonuçlar ortaya çıkmayacağını düşünenler varsa, Prof. Dr. Nilüfer Narlı gözetiminde Beyoğlu Emniyet Müdür Yardımcısı Sami Güneş’in 2002’de yaptığı Yüksek Lisans çalışmasının sonuçlarına bir baksınlar.
Neden Travestilerin çoğu sırayla; Doğu-Güneydoğu, İç Anadolu ve Karadeniz göçmeni ailelerin çocukları, neden aileleri varoşlarda, kendileri Bebek, Etiler, Beşiktaş ve Bakırköy’de oturuyor? Neden ailelerin çoğu, ekonomik gelir diliminin alt yüzde yirmisinden? Travestilerin çoğu neden tahsillerini ilköğretimde kesmiş ve neden yüzde doksan sekizinin mesleği fuhuş ve bu servisten yararlananlar kim?
Yasal düzene uygun olmasına rağmen, hukuka, ahlaka, akla, dine ve örfe aykırı bir Roma yasası, Latince “prima nokte”, ilk gece hakkı denen ve evlenen tüm kızların şehrin otoritesine ilk gece sunulmasını muhtevi bir yasadır. Devletin çıkardığı bir yasadır. Ancak, bir zümrenin siyasi ihtirasları uğruna icat ettikleri “piç” bir yasadır. Neden piç? Çünkü meşru bir babası yok. Meşruiyetin kaynaklarını tekrara gerek yok sanırım. Söz konusu ettiğimiz değer kaynakları, meşruiyetin kaynaklarıdır. Devletin ya da güçlü bir toplumsal kesim’in çıkardığı bir yasa ya da adet, uygulama; ahmakça, aptalca, ahlaksızca ve hukuka aykırı olabilir. Ahlâk sahibi bireylerin böyle durumlar karşısında ne yapması gerektiği ayrı bir yazı konusudur.
İnsanlar bu prensipleri neden ihlâl ederler?
Bazı kişi kurum ve zümreler, toplum hayatını etkileyecek ve insanları da mükellefiyet altına sokacak zorlayıcı kurallar/yasalar oluşturmuşlar ve haksız hazlarını, kazançlarını ve konumlarını muhafaza etmişlerdir. Habil’in öldürülme sebebiyle bu gün ücret politikalarının haksızlıklarının arkasındaki nedenler temelde aynıdır. Hak ve adalete razı olmamaktır. Bu konularda hak ve adaletin ne olduğunun tartışılmasını dahi önlemektedir. Duymamak, duyurmamak, susturmak, sindirmek, mümkün olmazsa güç kullanmak suretiyle yok etmeye çalışmak, ortak tavırları olmuştur.
Helak gelince neden seçmez? Ya da neden seçsin?
“Size ne oluyor da: “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan bu şehirden çıkar, katından bize bir sahip çıkan gönder, katından bize bir yardımcı lûtfet” diyen zavallı çocuklar, erkekler ve kadınlar uğrunda ve Allah yolunda savaşmıyorsunuz?” (Nisa, 75)
“Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Resul’e icabet edin. Ve bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer. Ve siz kesinkes O’nun huzurunda toplanacaksınız, Ve öyle bir fitneden sakının ki, içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz. Ve bilin ki, Allah’ın cezası şiddetlidir.” (Enfal 24-25)
Birinin zalim olabilmesi için en az bir kişinin mazlum olması lazım. Bir yerde zûlmün ya da adaletin egemen olabilmesi ise, üçüncü şahısların tutumlarına bağlıdır. Üçüncü şahıslar batıla duydukları gizli istek ve emellerinden dolayı adaletin tesisini istemezler ve suskun kalırlar. Ve böylece devam eden zulme gizli ortak olurlar. Zalimleri yapmamaları gerekirken, yaptıkları cürüm helak ederken; üçüncü şahısları, yaşamın meşru zevklerinden vazgeçememe, batıla gizli istek, dolayısıyla “emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münkeri” terk etmek zûlme ortak eder. Ve helâk ortak gelir.
İlk insandan beri kurallar ve yasalar olmasına rağmen bilinen ilk beşeri kaynaklı yazılı yasa Lagaş Kralı Urukagina’ya aittir, ilk Hukuk Usûlu ise Ebu Abdullah Muhammed b. İdris el-Şafiî’nin (MS:767-820), er-Risale adlı eseridir. Hukuk Usûlü kitaplarında Şari’nin maksatları Şatıbî’ye (öl:1388) kadar küçük bir bölüm halinde iken, Şatıbî el Muvafakat’ın girişine almış, hemen hemen birinci cildin tamamını bu konuya ayırarak konuya dikkat çekmiştir. Konuyu ilk kez tasnif etmiş, “zamanın değişmesiyle hükümler’in değişeceğini” söylemenin ötesinde, Allah’ın hükümlerinde (Hukukun) maksatlarını göz önünde bulundurarak değişimin nasıl olacağını, tespit etmiş, yollarını ve yöntemlerini izhar etmeye çalışmıştır. Kamu adına yapılacak her türlü düzenlemenin bir usûle dayanması ve hükümlerin de yüksek/uzak ve karib/yakın maksatlar açılarından bir sıra ve dereceye göre oluşturulması gerektiğini çok güçlü bir şekilde vurgulamıştır.
Ülkemizde; iyi niyetle yorumlayarak demokratik katılım mekanizmaları olarak konumlandırmak istediğimiz sivil toplum örgütleri ve sendikalar, değişime katkı ve katılım meselelerini en azından kendi alanlarında furûdan değil de usûlden ele alabilme formasyonuna sahip olmalıdırlar. Bunun için asgarî, kendi alanlarında önerecekleri ve takip edecekleri yasal değişim ve dönüşüm’ün yakın ve uzak gayelerini tespit edebilmelidirler. Bu konuda dünyadan çeviri ve Türkçe telif eserlerden elbette yararlanılacaktır. Ancak medeniyetimizin ince kodlarını taşıyan temel eserlerle başlamak, daha akıllıca ve sağlıklı olacaktır. Hiçbir toplum değerlerden ârî (uzak), insan yığını değildir. Beşer’i bu değerler insan yapmaktadır. Bu değerleri yok sayarak yasal düzenleme düşünmek daha başından batıla düşmektir.
“İslam Medeniyetinin ilgili eserleri; tarım toplumlarına hitap edebilir, bu güne çözüm üretemez” görüşleri sığ ve tutarsızdır. Çünkü aynen kopyalanmasından söz etmiyoruz. Temel itikadın/mantığının kavranmasından ve ona göre günümüze uygun modeller üretilmesinden söz ediyoruz. Tedris edilmeli ve bu güne ışık tutacak ilkeleri tebarüz ettirilmelidir.
Bugün; “otomobilin için zekât veriyor musun?” Sorusuna, tereddütsüz, “otomobil binektir, bineğe zekât düşmez” kıyasıyla cevap veren akla(!) “işçine Hz. Peygamber’in işçisine ve emeğinden yararlandığı insanlara davrandığı gibi davranıyor musun?” diye sorulduğunda “tarım çağının ekonomik uygulamalarıyla bugün aynı değil” diye cevap verebiliyor.
Otomobili, ata kıyas ederken at “tarım çağı üretim aracı” olmuyor, ancak, arabaların üretildiği fabrikalar, atların üretildiği çiftliklere kıyas olunca çiftlikler “tarım çağı üretim aracı” oluyor. Bu dalgınlık basiretsizlik değilse işte sözünü ettiğimiz “Usûlden” yoksun olmaktır. Düz mantığın doğrusal ilişkileri bile kurulamamaktadır. Hakk, batıla bulanmakta ve ilimsiz konuşulmakta, işler hikmetsiz yapılmaktadır.
Hz Peygamber ve Sahabeler, hizmetçilerine kendi “yediğinden yiyebileceği ve giydiğinden giyebileceği bir eşitlikte” davranıyordu. Üretilen değerin tüm masraflar -emekçinin/mudarib’in geçimliği dâhil, çıktıktan sonra- yarısını emekçiye veriyorlardı. Bu; Müslümanların unuttuğu ve bu çağda ayağa kaldırılması gereken ilahi bir emrin icrası, Nebevî bir sünnettir.
Ücret; geçimlik ve karın doyurma meselesi olmanın fevkinde, mülkün meşru dolaşımının en sağlıklı yoludur. Üretilen değerin yarısının emeğe verilmesi, Hz. Peygamberce ve Sahabelerce uygulanması, yüksek bir maksada matuftur. Böylelikle servetin belli ellerde toplanması engellenir (Haşir, 7). Refahtan şımaracak zümrelerin oluşması önlenir (İsra, 16), eğer şımarırlarsa onlara karşı halk/kamu tahkim edilmiş olur. Hem dünya da hem de ahirette helak olmaktan en azından, bu yönüyle uzaklaşılmış olunur.
Kur’an; mülkiyetin adaletsiz paylaşımıyla ortaya çıkan sınıflaşmanın, insan zihnindeki derin tahribatına farklı yönlerden, dikkat çekmektedir. “Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kişiler: “Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer” (Mü’minûn, 33). Açıkça anlaşıldığı üzere “bizim gibi bir insan ve bizim gibi yer, içer” demek yerine, “sizin gibi bir insan, sizin gibi yer içer” denmekte ve en az iki ayrı sınıf vurgulanmaktadır. Buradan anlaşılmaktadır ki, refah içinde olanların kendi sınıfları dışından gelen düşüncelere peşinen bir kotaları vardır. Bir de demek ki arada ciddi bir sosyal ve ekonomik fark var ki siz-biz gibi bir diyalog doğmuştur.
Vesselam… ( http://www.adilmedya.com/makale.asp?yazid=37&id=760 )