Cumhuriyet gazetesi yazarı İlhan Selçuk’un “”Türbanı flamaya dönüştürenler cehennemliktir” sözü. İslam dininin beyani kaynakları, siyaset biliminin rasyonel ölçüleri, retoriği ve salim akıl ve izan açısından nefretin dili, ideolojik “kesin inancın”(E.Hoffer) örneği olarak üniversitelerde okutulmalıdır. Başörtüsü polemikleri, politik çıkarların üst maksatlarını örtmeye matuf bir retorik olarak da incelemeye değerdir. Bu sefer düğmeye İlhan Selçuk bastı Tarhan Erdem’in şirketinin araştırmasını Milliyet gazetesi manipülatif bir dille açılım getirdi. Tartışma devam ediyor. Hükümete ne kabul ettirilmeye çalışılıyor yada hükümetin daha telaffuz dahi etmediği özgürlüklerle alakalı bir çalışması var da onu baskı altına almaya mı çalışıyorlar bilemeyiz ancak bu meselenin sivil anayasa tartışmalarıyla da alakası olabileceğini düşünmek fazla yanlış olmasa gerek. Tartışmanın bir tarafı Bab-ı Ali baskınından beri iyi çalışıyor. Diğer taraf zayıf.
İlahiyatçıların İslam dini açısından İlhan Selçuk’a verdikleri cevaplar maksada hizmetten çok uzak. İslam açısından bu meselenin ne olduğunu halk zaten biliyor. İlahiyatçılar eğer bu meselede kendileri için amel-i Salih arıyorlarsa devlete dönüp İnsanların inançlarından kaynaklanan söz ve davranışlarını yasaklayan otoritelerin İslam, ahlak ve hukuk açısından hükümlerini açıklasınlar. İlahiyatçılar herkes için din ve vicdan hürriyetlerini genişletmeye çalışsınlar.
Sözüm ona sol sendikalara ve sivil toplum örgütlerine, eşitlik ve özgürlük taleplerini kılık kıyafet özgürlüğünü herkesi ve her inancı kapsayacak şeklinde genişletebilmesi lüks kaçıyor. Milliyetçi-devletçiler için demokrasi ve insan hakları konularındaki genişlemeler son derece gereksiz riskler içeriyor, muhafazakarların tepkileri ilahiyatçılarınkinden farksız. Eskiden beri tekrar edilen nahif bir nasihatçilik söylemini aşamamaktadır. İlhan Selçuk’un hak ve özgürlükler alanı dar. Derdimiz onu anlamak değil. Onu zaten anlıyoruz. Ancak; cevap niteliğinde söylenen sözler, söyleyenlerin hak ve özgürlüklerden ne anladığını ortaya koyması açısından önemlidir.
Memur Sen Genel Sekreteri ve Eğitim Bir Sen Genel Başkan Adayı Sayın Ali Küçükkösen yaptığı basın açıklamasında “Tevhide Kütük’ün başörtülü olarak …ödülünü alamadan indirilmesini… ve …Kocaeli Milli Eğitim Müdürlüğünün “Cumhuriyet Eğitim Gezisine “başörtülü öğrencilerin alınmamasını” kınamıştır. “Hakka inananlar, güce inananlar kadar cesur olmadıkça sonuç değişmeyecektir” dedikten sonra, “Milli hassasiyetleri ve devlete olan bağlılığı dost düşman herkesin malumu Memur Sen olarak…” ifadesiyle de devlete bağlılık yeminini tazelemiş… cesur adam(!) niye gerek duyuyorsa? Son bölümde de “…yasağın delikanlılığa sığmadığını…” racona ters olduğunu belirtmiştir!
Eğitim Bir Sen ise muhatabı belli olmayan bir kınama mesajı yayınlamıştır. Genel Başkan Ahmet Gündoğdu ve Genel Yönetim Kurulu Üyeleri Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırımı ziyaret ederek, Milli Eğitim’in sorunlarını aktarmışlar? Zira 24 Kasım Öğretmenler günü(!) dolayısıyla Milli Eğitim Bakanını ziyaret etmişler, eğitim çalışanlarının yüzde beşinin sorunlarını bir rapor ve temenni dosyası halinde takdim etmişlerdi. Bu dosyadaki talepleri üst üste koyup toplandığımızda öğretmenlerin ve Memur Sen’in sosyal tabanını yüzde beşini dahi ilgilendirmediğini görüyoruz. İlgilendiren konulardaki talep edilen katkılarda nedense yüzde beşi yada beş YTL yi geçmiyor. Gitmişken yollardaki kasislerin Lüks arabalara ne kadar zarar verdiğinden de söz etmişlerdir?
25.11.2007 Star Tv’de Ruhat Mengi ; “ Türkiye de kimseye türbanını çıkar denmiyor ” diyebilmektedir. Pes doğrusu. Özgürlük düşmanı, böyle bir dilin sahibinin orada hangi vasıflarıyla kalabildiğini merak ediyorum! Eğer sorusu samimi ise enformatik cehalete orijinal bir örnek teşkil etmektedir. Konuk aydın, Ahmet Hakan da “dinin ticarete alet edilmesinden duyduğu ahlaki rahatsızlığı” bu söz karşısında duymamıştır. Baş örtülü oldukları için üniversiteye giremeyen, girenlerden derslere devam edemeyen, devam edenlerden diploma alamayan, ikna odalarına alınan, diploma alanlardan devlet memuru olamayan, kamu ve özel hiçbir okulda çalışamayan, sırf başörtülü olmaları sebebiyle vebalı muamelesi gören ve bu sebeple de barbarlıkla yönetilmeyen ülkelere gitmek veya başlarını açıp okumak zorunda kalan, psikolojik tedavi görerek ev hanımlığı, işçilik, hizmetçilik rolüne, kast sistemini bozmamaları konusunda ikna edilen, kızının diploma törenini izlemek için üniversite kampüslerine bile alınmayan, şehit oğlunun mezarı başında azarlanan, birinci olduğu öykü yarışmasında kürsüden bir korku ve cinnet seramonisiyle uzaklaştırılan, sınıfta öğrencilerinin huzurunda müfettişlerce azarlanan…vb. Binlerce kızdan haberleri yok gibi görünüyor. “Kişi bir dünyaya kulak kesilirse diğer dünyalara kör olur” diyen İsmet Özel ne kadarda güzel ifade etmiş. Barbarların ikinci sınıf muamelesine tabi tuttuğu bu kızlar tabi ki onlardan daha asildir. Onlar kimseyi kendi inançlarına zorlamıyorlar. Tek şanssızlıkları barbarların yönettiği bir ülkede doğmuş olmaları. Yüzüm kızarmadan bu ülkeye benim ülkem diyebilmem ne kadarda güçleşti.
Modern anayasalar J.J.Rousseau’nun toplum sözleşmesinden sonra epey mesafe aldılar. Anglo Sakson liberal anayasalar özgürlükleri ahlaki ifratlara kadar garantiye alırken, diğer taraftan kıta Avrupası anayasaları aynı topraklara aidiyet duygularıyla bağlı insanlara karşı Fransız tecrübesi etkileriyle iktidar sahibi hakim ulusların tekleştirme projeleri din, dil, mezhep, kültür ve ırk ayrımı yaparak, ayrımcı iktidarlarını da sürdürmelerinin aracı oldu. “Birleşmiş milletler soykırımı önleme ve cezalandırma belgesi” ışığında Türkiye’ de ve Avrupa’da başörtüsü yasağına baktığımızda; olayın son derece komplike genoside varan bir asimilasyon politikası olduğunu tespit etmek vakaya çok da uzak düşmez. Eğer entegrasyon politikası olsaydılar bu acıların hiçbiri yaşanmayacaktı. Eşitler barış ve huzur içinde bir arada yaşamanın en güzel yollarını bulabileceklerdi. Oysa bugün kaba dezenformasyonun etkisiyle, akıl yerine kör bir imana teslim olmuş laikçi çevrelerin İslamofobiası ile ayakta duran bir retorikle uzlaşma ve barış köprüleri yıkılmaya devam etmektedir. Entegrasyon farklı kültürlerin uyum içinde bir arada bulunabilmesi, ya da hakim bir unsurun içinde farklı bir kültürün yok olmaksızın varlığını özgürce devam ettirebilmeleriyken, asimilasyon hakim bir unsurun/azınlık da olsa, totaliter iktidarların, diğer unsurları yalnızca fiziki varlığını koruyarak tüm sosyal, kültürel, siyasal farklılıklarından arındırma barbarlığıdır. Güçlü olan kültürlerin diğerlerini etkileyerek çözmesi doğal bir süreçle oluyorsa bu engellenemez ve kınanamaz bir olgudur. Bunun olması da gerekir. Her dem yenilenmeyen kültürler taşlaşarak insana yük olmanın ve bizzat müntesiplerini ezmenin dışında bir anlamda ifade etmezler. Dil kültür ve kimlikleri mutlaklaştırıp putlaştırmamakta gerekir. Mesele eşitlik zemininde tanımak ve tanışmaktan ibarettir. Harsı yok etmek insanlık suçudur. Ancak hiçbir kültür de onu yok etmek isteyen siyasal amaçta bir çocuğun, bir annenin gözyaşlarına değmez. Ölçü yaşayan insanın mutluluğudur.
Asimilasyon gayri insani, gayri ahlaki bir durumdur ve barbarlıktır. Barbarla uzlaşamazsın. Ya dediğini yapacaktır yada sizi yok edecektir. Eğer asimilasyon hakim unsurun lehine yasal zecri tedbirlerle sürdürülemez hale gelmişse, kültürler eşit bir zeminde entegrasyona doğru gidiyorsa barbar siyasal irade, tecrit (dışlama, marjinalizasyon, izolasyon) farklılıkların fiziki varlıklarını ortadan kaldırmak maksatlı eylemlere da girişebilmekte, asimilasyon, genoside dönüşmektedir. Bir diğer ihtimal bilinçli reddediş(segregasyon) ve hicrettir ki buda icbari yersizleştirme veya yerinden etmedir.
Türkiye de devlet; din eğitimini ne bireylere bırakıyor, ne de örgün eğitim içinde seçmeli müfredat ve seçmeli ders olarak okutulmasına tahammül ediyor. Meseleyi yalnızca Kuran Kursları ve İmam Hatip Liseleri etrafında tartışanlar at gözlüğünün iki tarafını temsil etmektedirler. Latin Amerika dizileri gibi bitmek bilmez bir beyin kamaşmasıyla konu mecrasından saptırılmış ve yozlaştırılmıştır. Olup biten, kotarılmaya çalışılan basbayağı asimilasyondur.
Olguya parça değil de bir bütün olarak baktığımızda asimilasyon net bir şekilde görülmektedir. Asker-sivil bürokraside fişleme, üniversitelerde bilimsel kriterlerin dışında siyasi kriterlerle öğretim üyesi alma ve akademik blokaj, rektör adayı olan bekar birisinin sırf namaz kıldığı için “ karısı kara çarşaflı” diye iftiraların üst düzey devlet makamları tarafından yapılabiliyor olması, bürokratların, milletvekillerinin, bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı eşi olsalar da değişmiyor. Hatta beylerini de tecrit kapsamı içine alıyor. Örtülü olmak bir suçmuş gibi algılanıyor. Bir inanç ve kültür topluluğuna karşı “cadı avına” çıkılıyor. Mısır’da patlayan bombanın, İran’da asılan tecavüzcünün, Afganistan’da Taliban’ın hesabı onlardan soruluyor. Kadınlar üzerinden İslam’ın bir algılama biçimine yönelik tecrit, ve asimilasyon politikası nedeniyle kız çocukları yurt dışında okumak zorunda kalıyor. Yurt dışı imkanlarına sahip olmayanlarsa en doğal hakları olan eğitim ve kendini gerçekleştirme hakkını bu ülkede kullanamıyor. Basın yayın kuruluşlarına akreditasyon uygulanıyor. Bu ayrı, baş örtülü basın mensubu kadınlara bazı kamu kurumları basın toplantılarına, konferans ve panellerine izleyici olarak dahi alınmaması da ayrı.
Kendisinin suçlandığı davaya yargılanmak üzere giden bir avukat bayan baş örtülü olduğu için mahkemeden atılıyor. Belki de devletin ali menfaatleri(!) için çocukların ailelerine bakarak ve okullardaki fişlemelerle merkezi sınavlardaki sonuçlara bile müdahale ediyorlardır? Bu kurumları bu güne kadar kim denetledi ki? Bunları çoğaltmak mümkün ancak maksadımızı ifadeye bu kadarı yeter.
Türkiye’de hangi saiklerle olursa olsun, İslam yada geleneksel baş örtülerine benzeyen her giysi, fosilleşmiş bir folklorik etkinlik dışında hayatın içine taşınmaya kalkılırsa bir cinnet seremonisi başlıyor. Kamu otoritesi cin görmüş gibi oluyor. Sıfatı dönüyor. Psikiyatride de bir patolojik algının gerçekte olup olmadığı kadar hastanın onu gerçek olarak algılayıp algılamadığı da önemlidir. Evet gerçekten cin görmüşe dönüyorlar. “Benim dedem hacıydı, ninem Kur’an bilirdi, amcam cami ustasıydı, teyzemin kocası cami hocasıydı” sözleriyle İslam’la yakınlık(!) kurduktan sonra başını örtme gafletinde(!) bulunan bir kadın ve akrabaları için kölelikle eş bir statüyü aydınlanmacı ögürleştirme(!) adına dayatıyorlar. “Sen bilmiyorsun mutlaka sana ailen yada birileri, ne bileyim, mahalle, kasap, manav falan baskı yapıyorlardır. Şimdi ben senin başından bu örtüyü çıkartacağım ve sen özgürleşeceksin bak bir dene!” deniyor. Bekaretin ne kadar önemsiz bir şey olduğunu çağdaş psikolojinin rahiplerinden dinledik anladıkta(!) Ülkemizi daha da çağdaşlaşmak için lise kayıtlarında ne zaman bekaretsizlik şartı aranacak onu merak ediyoruz?
Parçalar birleşince sürece soy kırım diyebilir miyiz? Evet bence rahatlıkla diyebiliriz. Bir siyasi partiye karşı konuşan bir general “bu ülkede bunlara kaç kişi oy verdi altı milyon! Öldürürüz olur biter” diyebilmişti ve hiçbir yasal takibata uğratılmamıştı. Altı milyon kendi vatandaşının farklı siyasi görüşlerinden dolayı öldürülebileceğini telaffuz ettiği halde bir askerin idari ve adli takibata uğramadığı bir ülkede, hukuk devleti, özgürlükler, insan hakları lafın gelişinden ibarettir. Birleşmiş Milletler Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Belgesinin soy kırım kapsamındaki suçlara baktığımızda “fiziksel varlığı ortadan kaldırmaya matuf” olma şartı hariç çok büyük bir uyum vardır.
Madde 2- “Bu Sözleşme bakımından, ulusal, etnik, ırksal veya dinsel bir grubu, kısmen veya tamamen ortadan kaldırmak amacıyla işlenen aşağıdaki fiillerden her hangi biri, soykırım suçunu oluşturur.” Demektedir. Türkiye de işlenen bu fiiller “gurubu” ortadan kaldırmaya matuf olmaktan ziyade gurupları siyasal, sosyal ve kültürel varlıklarından arındırmak amaçlı bir zorlama ve asimilasyon politikasıdır.
b) “Grubun mensuplarına ciddi surette bedensel veya zihinsel zarar verilmesi;” Ciddi surette bedensel zarar verilmese de, hem eğitim öğretim hayatları hem de resmi kurumlarda çalışmaları engellenerek, basın yayın yoluyla, yargılayıcı, aşağılayıcı sözlerle “zihinsel ve ruhsal zarar” verilmektedir. Örtünen kızlar özel okullarda bile okuyamamakta, özel sektörde dahi çalışamamaktadırlar. İş ortamlarının sağlıklı psikolojik asgarisi, baskı, ayrımcı tutumlar ve aşağılamalar nedeniyle ortadan kaldırılmış ve örtülü kadınlar evlerine mahkum edilmiştir. Sistem böylece işsizlik hanesine yazılacak önemli bir oranda nüfusu ev hanımları hanesine yazarak işsizlik oranını da düşürmektedir(!) Devlet, fosilleşmiş töre değerleri açısından kadınların çalışmasını, toplumda görünür kişiler olmasını, bağımsız bireyler olarak yaşamasını istemeyen paranoyak, yasakçı bir mantıkla saptırılmış bir İslam anlayışından da beslenen erkek tavrını kadınların sosyal alanlarını daraltmak için ahlaksızca kullanmaktadır.
c) “Grubun bütünüyle veya kısmen, fiziksel varlığını ortadan kaldıracağı hesaplanarak, yaşam şartlarını kasten değiştirmek;” fiziksel varlığını ortadan kaldırmaya matuf değil ancak, sosyal, ekonomik ve kültürel varlığını ortadan kaldırmaya matuf “yaşam şartlarını kasten değiştirme” suçu, eğitim ve iş imkanları yok edilerek işlenmektedir. Çocukların ve gençlerin inançlarından kaynaklanan bir nedenle, eğitim, çalışma ve kendilerini gerçekleştirme hakları ellerinden alınarak mecburi istikamet, eğitimsizlik ve vasıfsızlıkla, başka bir mezhebi/resmi din görüşünü kabul ederek yok olma arasında tercihe zorlanmaktadır. Zorlama kitlesel olarak ikincisinin “günahı yasayı koyanların boynuna denerek” tercih edilmesine neden olmaktadır. Amaç da budur. Bu da açıkça bir inanç topluluğunun kültürel varlığını değiştirmek amaçlı “yaşam şartlarını kasten değiştirmektir.” Hafif ifadeyle asimilasyonun daniskasıdır.
e) “Gruba mensup çocukları zorla bir başka gruba nakletmek;” Buna gerek kalmamaktadır çünkü hem zihni hem ruhsal tahribat resmi eğitim kurumlarında yapılırken devlet, çocukların fizyolojik ihtiyaçlarını ve bakımlarını da veliye yüklemiş durumdadır. Bu çocukların kolhozlara dağıtılması kadar acımasızdır. Milli Eğitimin Temel amaçları arasında “…milli ve manevi değerlere sahip…bireyler yetiştirmek olmasına rağmen. Milli ve manevi değerlerin tanımlanması, antidemokratik bir şekilde bürokratik oligarşi tarafından yapılmaktadır. Devlet çocuğa gerekli olan inançları belirleme hakkını Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesine imza koymasına rağmen, kendinde görmektedir. Bu faşist ve komünist devlet uygulamalarını çağrıştırmaktadır. Herkes için zorunlu olan resmi alanların belirlenmesinde katılımcı demokratik ilkeler uygulanmamaktadır. Devlete maliyeti de sıfıra yakındır. Çocuk ailesi tarafından bakıldığı için sosyal riskleri az, düşük maliyetli bir asimilasyon uygulamasıdır. Yani mezar kurbanın ailesine kazdırılmaktadır. Bir yerde sözleşmeden söz ediliyorsa zımnen orada en az iki hür iradenin varlığından söz ediliyordur. 1982 Anayasası, arkasında uygulama iradesi olan bir güç olduğu için insan haklarına dayalı demokratik bir anayasaya yapılıncaya kadar, meşru kabul edilebilir. Ancak toplum sözleşmesi olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü sözleşmenin toplum tarafı anayasanın ne hazırlık sürecinde, nede onay zamanı ve biçiminde yoktur. Her ne kadar halk oylaması yapıldıysa da oylamada halkın neye evet neye hayır dediği de hala tartışmalıdır. Net olan bir şey varsa o da askeri rejimden bir an önce kurtulma iradesidir.
Anayasanın 24. Maddesi “…din ve vicdan hürriyetini…,…din eğitimini…garantiye alıp “din eğitimini velinin isteğine bırakırken” din, vicdan hürriyetinin sınırları ve din eğitiminin biçimi, süresi, zamanı, anti demokratik bir şekilde belirlenmekte, halkı hiçe sayan, aşağılayan tutumlarla yürütülmektedir. 25. Maddesi “düşünce ve kanaat hürriyetini” garantiye almaktayken ve “…hiç kimse düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz.” Demesine rağmen, insanların giyim şekilleriyle, inançlarıyla alay edilmekte, yüksek mahkeme kararlarıyla kısıtlamalar getirilmektedir. Kıyafetini bir inanca matuf seçtiği için, kamu çalışanı kadın “devlete karşı isyanla” suçlanmakta, yargılanmaksızın kamu görevlerinden men edilmektedir. Yani anayasada bir hakkın ifadesini bulmuş olması hiç bir şey bürokratik oligarşinin yorumu Türkiye Büyük Millet Meclisini de baypas edecek şekilde her şeydir. Ciddi bir araştırma şirketinin sahibi herhangi bir araştırmaya dayanmaksızın gayrı ciddi bir beyanatta “türban yasağı kalktığı takdirde üniversitelerde bütün kız öğrenciler türban takmak zorunda kalır” diyor. (Tarhan Erdem Radikal, 11.09.2007) Sokakta türban takmak serbest olduğu için her kadın türban takıyor olsaydı, sırf üniversitelerde türban yasak olduğu için sokaktakiler “biz Yök’çülerden daha iyimi bileceğiz, eğer türban iyi bir şey olsaydı onlar serbest ederlerdi” diye düşündükleri için baş örtüsüz olarak sokağa çıkıyor olsalardı, bir babanın bir kızı örtülüyken diğeri örtüsüz olmasaydı, örtülü örtüsüz sokaklarda sarmaş dolaş gezmiyor olsalardı buna ihtimal verebilirdik. Yani tam bir zırva.
Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Mustafa Bumin; “türbanın serbest bırakılması halinde türbanlılar, başı açıklara, “siz müslüman değil misiniz?” diyecekler. Diyor. Onlarda İslam’ın ilk on üç yılında tesettür hükmü yoktu ve Medine döneminde tesettür ayetleri gelinceye kadar sahabe kadınları, Hz Peygamberin eşleri, Müslüman değil miydi diye soramayacaklar(!) İslamı seçen köle kadınlara örtünme zorunluluğu yok. Onlar Müslüman değil mi diye soramayacaklar(!) Devam ediyor; “onları üniversitelere sokmayacaklardır” Diyor.
Niye? Zırva gerekçelerle üniversiteye koymama hakkı yalnız laikçi şovenlere mi ait? Kendileri yapınca iyi başkalarının yapma ihtimali suç(!). (Hürriyet, 17.09.2007). Böyle bir şey olmaz da eğer kalkışılırsa bu gün baş örtülülerin okuma hakkını elinden alan devlet o zaman başı açıkların okuma hakkını savunamayacak acizliğe düşecek (!) Türk toplumunda ki hoş görü ve uzlaşma potansiyelinin yok sayılmasına iyi bir örnek. “İslamcı bir siyasi iktidar bunu yapar” diyorlarsa İslam hukuku açısından tesettür hür Müslüman kadınlara farz olsa da onu uygulama mercii siyasi iktidar değil birey ve onun kendisini ait hissettiği inançlarıdır. Ceza hukuku açısından tesettüre uymayan hür Müslüman kadınlara yönelik bir yaptırımın olmaması da bunun bir bireysel tercih meselesi olduğunun kanıtıdır. Medine uygulamaları bunun açık örnekleriyle doludur. Hanefi mezhebi fıkhı bu konuyu cok daha geniş incelemiş ve bu gün çıplaklar kampına bile şapka çıkartacak örnekler vermiştir.(İbrahim CANAN, Kutub-i Sitte) Ertuğrul Özkök ise bunun “Türkiye’yi İran’dan bile beter hale getirecek bir tehlike” (Hürriyet, 18.09.2007) olduğunu ifade etti. Oysa İranı bu hale getiren, halkı devrimci İslami akımın etkisine iten, İslami değerlere ve Müslümanlara karşı ABD desteğine ve konvansiyonel silah gücüne güvenen Şah’ın saygısız bir saldırganlıkla baskıcı ve yasakçı politikalar uygulamasıydı. Yani eğer böyle bir kaygı doğruysa yasak bu kaygının gerçek olmasına hizmet edebilecek en iyi yoldur. Çünkü İran’da uygulanan “savaş hukukudur”, katliama varan baskılar olmasaydı “sulh hukuku” ile bugünkünden çok daha özgür bir ülke olabilirdi. Evet İran yine İslama refere bir şeriatla yönetilebilirdi ancak “sulh hukuku” uygulanır, insanların kılıklarına karışılmayabilirdi. Biz sanki kılık kıyafet konusunda çok demokratız da İran’ı sorguluyoruz.
Kamu otoritesinin yasak koyabilmesi sınırsız ve kuralsız olmaz. Devlet ahlaka aykırı şeyleri bile serbest bırakabilir. Çünkü ahlak son tahlilde görecedir. Ancak en az bir topluluğun ahlak anlayışına aykırı bir tutumu herkese o topluluğu da kapsayacak şekilde dayatacak bir yasal düzenleme yapamaz. Yapamamalıdır. Baş örtüsünün İslam’ın aslında olup olmadığı da subjektif yargı içeren bir sorundur. Yani devlet “efendim baş örtüsü İslam’ın aslında yok…bak omzundan aşağı sal falan diyor…”vb. Tefsirleri yapacak İlahiyatçıların yorumlarıyla hareket ederek “zaten dinde de yokmuş” diyerek yasak koyamaz. Bu yorumları yapan hocaları da faşizmden kurtarabilecek tek şey bu görüşlerini serdetttikten sonra bu görüşler bana veya filana aittir demeleridir. Sonra devlete dönüp. Kimse İslam zaviyesinden, din konusunda “tek bir görüşe inanmak ve bağlanmak zorunda değildir diyerek, devlet İslam dininin de tanıdığı çoğulcu inanma ve inandığını yaşayabilme hakkını tanıyıcı tedbirler almalı demeleridir. Devleti İslam medeniyetinin ulaşmış olduğu seviyeden geriye düşmeme konusunda uyarmalıdır. Bireyin inanç ve ibadetler noktasında yaşamına müdahale cahiliye dönemi adetlerindendir.
İlahiyatçılar devlete, elbette iyi niyetle, “baş örtüsünün islam’ın emri olduğunu” söylüyorlar. Bunu Müslüman bireylere söylesinler. Bu devleti ilgilendirmez. Laik Demokratik Devlet, herhangi bir inancın dinde olup olmadığıyla ilgilenemez. Ben Türkiye de yaşayan bir Hindu devlet memuru kadın olsam ve kutsadığım ineğe saygı olarak, yirmi yıl başımı örtme orucum olsa, bana yirmi yıl izin mi verecek, ilahiyatçılar o zaman “efendim siz iyi bir Hindu olsanız laik bir devlette baş örtme orucu adamazsınız” mı diyecekler? Devlet inançların fiili hayata çıkması durumunda diğer insanların temel hak ve hürriyetlerini, açık, yalın ve yakın bir şekilde tehdit edip etmediğine bakar/bakmalıdır. Buna da bakarken katılımcı demokratik sistemleri ve hukuk devleti ilkelerini asla göz ardı etmemelidir.
Bu şartlarda kıyafet kimsenin hakkını ihlal olmadığı halde yasaklanmaktadır. Yasak bir kültürü, dinin bir yorumlanış biçimini yok etmeyi amaçlamaktadır. Oysa kamu alanı hiç bir topluluğun lehine diğerlerinin aleyhine olacak şekilde düzenlenememelidir. Hukuk devleti bunu gerektirir. Yasak; bugün toplum gündemini ve toplumsal muhalefeti saptırmak amacıyla kullanılan, savunanlara da saldıranlara da siyasi rant sağlayan kolay bir argümandır. Yasak; kullanıcıların asıl amaçlarına ulaşacağı ana kadar da özgür bırakılmayacak, süreli bir ahlaksızlık ve nezaketsizlik örneği olarak Türk Devlet Tarihinde yerini almıştır. Kadınların neyi nasıl giyineceğini siyasi ve hukuki tartışma konusu yapmak ve ölçüleri kendisine bırakmamak nezaketsizliğinden daha bayağı bir bakış açısının Türkiye tarihinde örneği yoktur.