CAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ

“CAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ”
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.


CAHİZ’E GÖRE TÜRKLERİN ÜSTÜNLÜKLERİ

Mustafa ATALAR
Kültür ve Turizm Bakanlığı Başmüfettişi

Tarih boyunca Türkler’in yabancılar gözünde pek olumlu bir imajları olmamıştır. Onların savaşçı ve cihangir bir millet olmalarından kaynaklanan kin ve düşmanlıkların, önyargıların, olumsuz kanaatlerin etkisiyle Türkler hakkındaki oldukça yaygın ve çoğunlukla da haksız, temelsiz, yersiz, önyargıların, suçlamaların hatta iftiraların haddi, hesabı yoktur. Fakat bunun en bilimsel, en gerçek ve gerçekçi istisnalarından biri Ünlü Arap Yazarı ve Edibi Cahiz’in ( Ölümü:870) Fezail’ül Etrak (Türklerin Faziletleri) adlı eseridir. Cahiz, hem kendi gözlemlerine, hem de güvenilir kaynaklardan topladığı bilgilere dayanarak, objektif ve tarafsız olmaya da büyük çaba göstererek yazdığı bu kitabında, Türklerin fiziksel ve ruhsal yapılarından, kişisel ve psikolojik özelliklerine, karakteristik davranışlarına, ruhsal ve ahlaki yapılarına, karakterlerine, yetenek ve becerilerine kadar çok geniş, ilginç ve yararlı vermektedir.

Türkler hakkındaki temel yargısını ‘Ne kadar üstün, parlak, büyük, yüksek, ulaşılmaz faziletlere ve şereflere sahip olurlarsa olsunlar, üstünlük ve şerefte başka milletler Türklerin ulaşabildiklerinin onda birine bile ulaşamazlar. Allah belli üstünlükleri ve kabiliyetleri Türklere çok daha fazla vermiştir.’ şeklinde özetleyen Cahiz’in kitabına göre Türklerin bazı üstün özelliklerini şu şekilde sınıflandırmaya çalıştık.

  1. Türklerin Nesebi

Türklerin Araplar tarafından da kabul edilen güzel bir nesepleri, övünülmeye değer ırkları ve geçmişleri vardır. Türklerle Araplar aynı nesepten, yani Hazreti İbrahim’in neslindendirler. Ancak Türkler, sırf kendilerine özgü bazı üstün özellikleri, yalnız onlara bağışlanmış bazı şerefli hasletleriyle Araplardan da üstün özelliklere sahiptirler.

Bir defasında soy soplarıyla övünmeye meraklı Araplardan birini bir Türk: ‘Boş yere bizimle asalet, soy sop yarışına girmeyin, sonra kaybedersiniz!’ diye uyarmış, nedenini de şöyle açıklamıştı. ‘Bir kere biz sizinle aynı babanın çocuklarıyız. Sizinle biz amca çocuklarıyız, dolayısıyla aynı nesepteniz. Hazreti İbrahim bizim de babamız, sizin babanız Hazreti İsmail de bizim amcamızdır. Ama eğer mesele asaletse unutmayın ki, bizim anamız sizin ananızdan daha asil, daha soyludur.’ Çok haklı, yerinde ve doğru olan bu söz karşısında Araplar söyleyecek söz bulamadılar. (Bilindiği gibi Araplar’ın atası Hazreti İsmail, Hazreti İbrahim’in Kıpti asıllı cariyesi Hacer validemizden doğmuştur. Hazreti İbrahim’in Süryani eşi Sara’dan İsrailoğullarının atası olan İshak adındaki oğlu, daha sonra evlendiği (bir Türk hükümdarının kızı olduğu da rivayet edilen) Kantura’dan da altı oğlu dünyaya gelmiştir. Hazreti İbrahim, Kantura adlı eşinden olma altı oğlundan dördünü doğuya göndermiş, Türkler bunların neslinden çoğalmışlardır.

  1. Türklerin İslam’a Hizmetleri

Türkler, Allah’ın davetini kabul ettikten sonra her yerde hak

davanın, İslam düşmanlarını mahveden, ülkeler fetheden, devletler kuran gerçek sahibi olmuşlardır. Onlar devlet ağacının bittiği yer ve hak davanın gerçek sahipleridir. Devlet rüzgârı onlardan yana esmektedir. İslamiyetin başlangıç döneminde ensarın durumu neyse, daha sonraki dönemlerde de Türklerin durumu odur. Bu dinin başlangıcında Allah nasıl Medine’deki Evs ve Hazrec kabilelerine mensup insanların gönlünü islama açarak dinini ve peygamberini onlarla desteklediyse, daha sonraki dönemlerde de dinini Türkleri islamla şereflendirerek desteklemiştir. Evs ve Hazreçliler, yani Medineli Müslümanlar bu ensarlık (yardımcılık) unvanını nasıl hak etmişlerse, Türkler de öyle hak etmişler, bu yüce görevi candan ve gönülden benimsemişlerdir. Türkler Müslümanlığı kendileri için asla dönmeyecekleri bir yol, mezhep, soy ve nesep edinmişler, birbirlerini bununla sevmişler, bununla tanınmışlar, bununla bilinmişler, bununla sevilmişler, çocuklarını da bu duygularla besleyip büyütmüşlerdir. Türkler, ne kadar büyük zulümler ve haksızlıklar görseler, dövülseler, sövülseler, kovulsalar, sürülseler, kılıçlarla doğransalar, mızraklarla delinseler, çeşitli işkencelere uğratılıp paramparça edilseler de hak bildikleri bu yoldan asla dönmezler. Allah, Müslümanlara yapılan zulüm ve haksızlıkların öcünü ve acısını, zalimlerden intikamını onlarla alır, zalimlere karşı kalplerde birikmiş öfke fırtınasını onlarla dindirir, gönüllerde tutuşan kin ateşini onlarla söndürür, mazlumların gözyaşlarını onlarla siler.

  1. Dini Kaynaklarda Türkler Hakkındaki Rivayetler

Cahiz Türkler hakkında dini metinlerde ayet ve hadislerde geçen övgüleri, işaretleri doğrudan doğruya değil de dolaylı olarak zikretmeyi tercih eder ve şunları söyler:

Onlar siyah bayraklara, sağlam rivayetlere, Hazreti Peygamber’den rivayet edilmiş, sağlam hadislere sahiptirler. Hadis ilmi, onlar arasında gelişmiş, onlar sayesinde sağlam bir hüviyet kazanmıştır. Bütün yaşananlar, olup bitenler, onlar lehinde rivayet edilen haberlerin, hadislerin ne kadar sağlam ve gerçek olduğunu hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortaya koymaktadır. Güneşin doğduğu taraftan geldikleri için uğur da onlardadır. Bundan sonra onların işi hep ileri gidecek, hiç geri gitmeyecektir. Onlar, İslamın ve Müslümanların en zor, en sıkıntılı, en karanlık dönemlerinden birinde doğudan güneş gibi doğdular. Gündüz gibi bütün ufuklara ve dünyaya yayılıyorlar. Onlar Allah’ın dinini, bu hak davayı develerin ve atların gidebildiği yerlere kadar götüreceklerdir. Bundan sonra bu işin eskisi de, yenisi de, başı da, sonu da onlardır. Büyük savaşlar, önemli fetihler, eşsiz zaferler onların işidir. Savaş meydanlarında atlarını soluya soluya, harıl harıl koşturup kişnetenler, nallarından kıvılcımlar saçanlar, sabahın seher vaktinde düşmanları basanlar, tozu dumana katanlar, düşman topluluklarının ortasına fütürsuzca dalanlar (Adiyat Suresi, Ayet: 1-5) döne döne korkusuzca döğüşenler, hız ve çabukluklarıyla elbiselerinin ve kılıçlarının rüzgarı ıslıklar çalanlar en çok onlardandır.

  1. Fiziksel Üstünlükleri

Onlar, iri cüsseli, uzun ve gür saçlı, büyük kafalı, geniş omuzlu, geniş alınlı, kalın boyunlu, uzun kollu, kalın ve mükemmel kemikli, gürbüz, en çok nesil yetiştiren, nesli en temiz, asabı en kuvvetli, bedenleri silah taşımaya en dayanıklı, zırhları en çok göz dolduran, savaş için en çok hazırlığı ve tedariki olan kuvvetli ve kudretli bir kavimdir. Süvari oldukları için savaşlarda en büyük görev onlara düşer. Onlar ordunun mihveridirler. Düşman ordusunu tomar dürer gibi dürer, saç dağıtır gibi dağıtırlar. Geri çekilir gibi yapar, tekrar hücum ederler. Pusucuların, öncülerin, artçıların, önemli görevler için küçük müfrezelerin ve büyük birliklerin en iyisi onlardan seçilir. Yeryüzünün bütün altılıları ve süvarileri bir meydanda toplansalar, bir tarafta ta Türkler bulunsa, insanların gözüne Türkler hepsinden daha korkunç görünür. Yeryüzünde Arap ordularının kalplerini Türkler kadar titreten olmamıştır. Onların alayları ve süvarileri başkalarının taşıyamayacağı büyüklükte bayraklara, sancaklara, dehşetli davullara sahiptir. Bu burma bıyıklı, keçe külahlıların, ellerinde kafir kıran topuzları ve teberleri, bellerinde hançerleri, hamile kadınlara çocuk düşürtecek kadar gür ve korkunç sesleri, kuvvetli naraları vardır. Eğri kılıçlar kuşanırlar, at üstünde çok güzel dururlar ve cins atlar üzerinde çok yakışıklı ve gösterişli görünürler.

Türk, hayvanını hızla sürerken bile hareketli, uçan ve duran hedeflere karşı; öne, arkaya, sağa, sola, yukarıya, aşağıya isabetli oklar atabilir. Başkası yayına bir ok koymadan o on ok atar. Okunu önündeki hedefe şaşırmadan isabet ettirebildiği gibi, arkasındaki hedefe de isabet ettirebilir. Dağlardan, bayırlardan inerken, vadilere dalıp çıkarken başkalarının düz yerde sürdüklerinden daha hızlı at sürer. Başkalarını takip ederken de, başkaları tarafından takip edilirken de atının sırtında gafil avlanmaz. İkisi önde ikisi arkada dört gözü varmış gibi hem önünü, hem arkasını iyi görür. Başkalarının önünde iken göremediklerini, o arkasında iken görür. Atının sırtında iken Türkün ağırlığı, yerde yürürken ayaklarının tıpırtısı yoktur. Hızla at sürerken, kement atarak düşmanını ve atını yere yıkmak, at üstündeki süvariyi kapıp alaşağı etmek, geri çekiliyormuş gibi yapıp aniden tekrar ölümcül bir zehir gibi geri dönerek düşmanını şaşkına çevirmek onlara özgü harp oyunlarından ve hilelerindendir. Kimse onları takip edemez, onlara yetişemez. Gerek duyarlarsa onlar takip edip yetişirler.

Türk, atını kendisi yetiştirir, kendisi terbiye eder, kendisi ad koyar. Hiçbir at Türk atları kadar, dayanıklı ve iyi eğitilmiş değildir. Bir çocuğun adını, delinin de lakabını tanıyıp bilmesi gibi, Türkün atı da kendi adını ve sahibinin ne istediğini bilir. Türk atının adını çağırdığında, atı hemen koşar sahibinin yanına gelir, yürüdüğünde atı da onu takip eder, koştuğunda atı da ardı sıra koşar. Türk aygırına binip gazaya, yolculuğa veya ava çıktığında kısrağı ve tayları da onları izler. Türkün ömrünün at üstünde geçen günleri, yerde geçen günlerinden fazladır. Altındaki hayvanını dinlendirmek istediğinde, yere inmeden at değiştirebilir. Atları da kendileri gibi Türk özellikleri taşırlar; onlar gibi dayanıklı ve tahammüllüdür. Yeryüzünde Türkler gibi sadece et yiyip de, vücutlarında değişik arazlar, yaralar çıkmayan başka insan yoktur. Türkün hayvanı da kamış, her türlü ot, ağaç yaprağı, dalı, kökü gibi mütevazı şeylerle yetinebilir. Kendileri gibi, atları da gölgelenme ve soğuktan korunma ihtiyacı hissetmezler. Başka süvariler on mil kat etmeden, Türk yirmi mil kat eder. Sağındaki, solundaki askerleri geride bırakır. Uzun yolculuklar sırasında bazen gece yürüyüşü uzadıkça uzar, yolculuk dayanılmaz hale gelir. Konaklama yeri çok uzaklarda olduğu için tüm gece boyunca ve ertesi gün de yürümek zorunda kalınır. Hele ertesi gün öğleye doğru yorgunluk iyice artar, herkes perişan ve bitkin düşer. En hızlı yarışçıların, söz söylemeye takatleri bile kalmaz. Hepsi susarlar, konuşamaz hale gelirler. Her şey gündüz sıcağın şiddetinden pelteleşip, kokuşur, gece de soğuğun şiddetinden donar kalır. Böyle uzun gece ve gündüz yürüyüşlerine en dayanıklı, en güçlü kuvvetli kimseler bile artık bir an önce yolun bitmesini istemeye, her serabı ve her sınır işaretini konak yerine yaklaştıklarının bir kanıtı sanıp sevinirler. En sonunda konak yerine vardıklarında da sünnet çocukları gibi ancak bacaklarını açarak yürüyebilirler. Ağır hastalar gibi inlerler, yorgunluktan esnemeye, gerinmeye ve yatıp uzanacak bir yer aramaya başlarlar. İşte böyle zamanlarda bile, Türk diğer askerlerden kat kat fazla yol yürüdüğü, çok yay gerip ok atmaktan omuzları ağrıdığı halde, konak yerinin yakınlarında bir yaban keçisi, geyik, tavşan veya tilki gibi bir av hayvanı olduğunu görse veya duysa, sanki onca yolu yürüyen ve yorulan kendisi değilmiş, yeni koşmaya başlayan biriymiş gibi onları avlamak için hemen peşlerine düşüverir.

Türk, diğer askerler arasında hiçbir zaman onların yürüdüğü gibi yürümez. İnsanlar bir vadiye vardıklarında köprü veya geçit ararlarken, Türk derhal atını mahmuzlayıp nehre dalar ve bir yıldız gibi diğer taraftan doğuverir. Sarp yokuşlarda insanlar kıvrım kıvrım, dolambaçlı yolları tercih ettikleri halde, o yolu bırakıp sarp yokuşa tırmanır. Dağ keçilerinin inemeyeceği bayırlardan aşağıya iner. Onu görenler kendisini tehlikeye attığını sanırlar. Halbuki eğer bunlar kendisi için gerçekten tehlike oluştursaydı, hiçbir Türkün bu kadar uzun yaşayamaması gerekirdi.

Hiç kimse onlarla baş edemez, onlara karşı duramaz. Yutulacak lokma değillerdir. Her güçlüğün üstesinden gelmesini bilirler. Elleri kolları bağlı olarak bir kuyuya atılsalar bile, mutlaka bir çaresini bulur kurtulurlar. Hele savaş meydanlarında hiç kimse onlarla baş edemez, onları gafil avlayamaz.

Öte yandan, Türklerin bünyeleri hareket üzerine kurulmuştur. Azimli, kararlı, gayretli ve çalışkandırlar. Tembellikten, ahestelikten, işten kaytarmaktan, kendi işlerini başkalarına gördürmekten hoşlanmazlar. Ancak iş bilmeyenlerin işten kaçtığına inanırlar. Kışın tencerenin kaynayabilmesi için yaz sıcağında beyinlerin kaynaması gerektiğini, kendi işlerini başkalarına gördürmeye alışmanın yılgınlığa, bezginliğe, acizliğe, çaresizliğe yol açacağını düşünürler. Kıt geçimi acizlik, uzun zaman bir yerde kalmayı ahmaklık, rahatlığı ayak bağı, kanaatkârlığı azimsizlik, savaşı terk etmeyi zillete sebep kabul ederler. Bir yerde eğlenip kalmak, beklemek, az işle meşgul olmak onlara çok ağır gelir. Ortaklaşa ve işbirliği içinde iş görmekte karınca kolonileri kadar mahirdirler. Kalabalık nüfus, tam techizatla savaşa her zaman hazır olmak, yiğitlik ve cesaret onlardadır.

  1. Ruhi Üstünlükleri

Türklerin, ruhi kuvvetleri bedeni kuvvetlerinden daha da fazladır. Onlar, akıl, anlayış, izan, yüksek görüş, vakar, vefa, emanet ve iffet sahibi kimselerdir. Onların, çeşitli fikirlerin bozmadığı, zararlı fikirlerin nüfuz etmediği, bidatlerin tesir etmediği temiz kalpleri, kahraman yürekleri vardır. Türkler, çeşitli tevil ve yorumlarla, zararlı fikirlerle, boş böbürlenmelerle, böyle şeyleri konu edinen şiirle meşgul olan kimseler değildir. Onlar ateşli ve hararetli, anlayışlı kimselerdir. Hatıraları çok, bakışları keskindir. Vefalı, insaflı, anlayışlı, zeki kimselerdir.

Vatan sevgisi ve vatanlarına bağlılık, hiçbir kimsede Türklerde olduğu kadar yoğun, fazla, güçlü, köklü ve şiddetli olamaz. Türklerin memleketlerine, topraklarına, sularına, vatanlarına ait özellikler, başka milletlerle kıyaslanamayacak derecede onların vücutlarının terkibine, kanlarına, canlarına, huylarına, karakterlerine sinmiş ve onları birbirine bağlamış ve benzetmiştir. Kimse onlar kadar vatanlarının suyuna çekme özelliğine sahip değildir. Kimse onlar kadar vatanlarının suyuna çekme özelliğine sahip değildir. Örneğin, Bir Basralı ile bir Kufeliyi, bir Mekkeli ile bir Medineliyi, bir Cezireli ile bir bedeviyi, bir Horasanlı ile bir Dağistanlıyı kolay kolay birbirinden ayıramaz, hangisinin nereli olduğunu fark edemezsin. Fakat Türklerde kolay kolay yanılmazsın. Kıyafet ilmini bilmeyen, fazla feraset sahibi olmayanlar bile, Türklerin nereli olduklarını, en azından Türk olup olmadıklarını başkalarına sormadan çıkarabilirler, bunda da kolay kolay yanılmazlar. Türklerin kadınları da erkekleri gibidir.

e) Ahlaki Üstünlükleri

Öte yandan onlar halka en çok benzeyen, onların tabiatlarına en yakın olan, onlar tarafından en çok itimat edilen, konuşulması en çok arzu edilen, insanlara en çok merhamet eden ve yakınlık gösterenlerdir. Onlar gibi insanlara iyi ve hoş davranan, ikram ve taltifte bulunanlar görülmemiştir.

Türkler, Allah’tan başka hiç kimseden korkmazlar. Boş ümitlere ve hayallere kapılmaz, boş işlerle uğraşmazlar. İki şeyden yalnız birini elde edebileceklerse en karlısını, en faydalısını, en fazlasını elde etmeye çalışırlar. Eğer ikisini de elde etmeleri mümkünse hiç birini feda etmezler. İyi bilmedikleri bir şeyin peşine düşüp, boş yere iddialaşmazlar. Bildiklerini tam bilirler, bilmediklerini bilir gibi davranmazlar. İşlerini tam ve sağlam yaparlar. Her işlerini bizzat kendileri yaparlar. İçleri dışları aynıdır. Aralarında anlaşmazlık azdır. Sonuç alınması imkânsız şeylere girişmezler. Vücutlarını dinlendirme gereği olmasa uyumazlar.

Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler, münafıklık, kovuculuk, yapmacık hareketler, yerme, riya, dostlara karşı kibir, arkadaşlara karşı fenalık bilmezler. Hile ile başkalarının malını helal saymazlar.

Türkler, yaptıkları iyilikleri hiç bir karşılık, ödül ve teşekkür beklemeden yaparlar. Bunu defalarca kendi gözlerimle de gördüm. Bunu bir anımla örneklendirebilirim:

‘Bir defasında Bağdat’tan çıkmış, bir yere gidiyordum. Yolda değişik unsurlara mensup, ama aralarında hiç Türk olmayan kalabalık bir asker topluluğuna rastladım. Bu askerlerin tarafından bir at ürküp kaçmıştı. Hepsi boylu boslu, güçlü kuvvetli, aslan gibi yiğit görünen askerler, besili, cins atlara binmişler, bu atı yakalamaya çalışıyorlar, fakat bir türlü yakalayamıyorlardı. Bu sırada oradan bir Türk geçmekteydi. Ne onlar gibi gösterişli kıyafetleri vardı, ne de itibar sahibi olduğunu gösterecek bir alamet taşıyordu. Altındaki atı da çok cılızdı. Bu olayın kendisini ilgilendiren bir yönü de yoktu. Buna rağmen Türk, hemen ürkmüş ata doğru yönelerek önüne çıktı, etrafında dolanıp onu biraz durdurdu. Diğer askerler durup onu seyretmeye başladılar. Hatta içlerinden biri onu küçümseyerek: “Babasının başı için, şunun yaptığı küstahlığa, densizliğe, kendini bilmezliğe bakın! Utanmadan, boyundan büyük işlere kalkışıyor! Gereksiz yere kendini tehlikeye atıyor! Durup dururken başına iş açacak! O kim, bu deli atı yakalamak kim? Böyle aslan gibi yiğit ve iri cüsseli adamların başa çıkamadıları bu atla, bu sıska mı baş edecek? Ufak tefekliğine, altındaki atın cılızlığına bakmadan bu deli atı yakalamaya kalkıyor” diye alay etmeye başladı. Ama o daha sözlerini bitirmeden, Türk atı yakalayarak sakinleştirdi ve getirip onlara teslim etti. Onlardan bir teşekkür, övgü ve dua beklemeden, onlara iyilik yaptığı için afra tafra da yapmadan, hemen dönüp kendi işinin başına gitti.’

f) Savaşçılıkları

Türkler gerekmedikçe savaşmak istemezler. Esas amaçları düşmanın şerrini, zararını, kötülüğünü def etmek, onların hilelerine engel olmak, durumlarını sağlama bağlamaktır. Barıştan ümit kesip savaştan başka çıkar yol olmadığına karar verirlerse, vatanlarını, karargâhlarını, canlarını, mallarını, ırz ve namuslarını korumak, düşmanın zararını bertaraf etmek için yapılması gereken her şeyi yaparlar. Düşmanlarına hile yapmak, onları gafil avlamak isterlerse, karşı tarafın akıllarından bile geçmeyecek derecede ilginç ve etkili hile ve oyunlar yapabilirler.

Önceden eksiklerini tamamlamadan, işlerini sağlama almadan körü körüne savaşa girişmezler, düşmanlarının eksiklerini görüp anlamadan hücuma kalkışmazlar. Her Türk süvarisi iki, üç yay, bir o kadar da kiriş taşır. Hücum etmeden önce hem kendisi, hem hayvanı, hem de silahları ile ilgili her türlü bakım ve hazırlığı tamamlamış olur. Türkler bir orduya karşı saf bağladıklarında düşman saflarında ne tür bir zaaf ve eksiklik olduğunu hemen görürler ve bilirler. Yapılması gerekeni, alınması gereken tedbirleri hepsi birden aynı anda düşünüp uygulayabilirler.

Başkalarının ırzına namusuna tecavüz etmez, haramlardan ve yasaklardan kaçınırlar. İnce ruhlulukla kanaati, hizmette sabır ve gayreti, uzak diyarlarda ve hudutlarda askerlik yapmaya tahammülü kendilerinde toplamışlardır.

Diğer askerler arasında Türklerin farklılıkları hemen seçilir. Onların üstün özelliklerine, insanı hayrette bırakacak savaş düzenlerine ve disiplinlerine defalarca kendim de şahit oldum. Düzen ve disiplinlerini anlatmaya sadece şu örnek yeter:

‘Halife Memun’un katıldığı savaşlardan birinde, onun karargâhının önündeki protokol yolunun sağ tarafında Türk süvarilerinden yüz kişilik, sol tarafında da başka milletlere ait süvarilerden yüz kişilik olmak üzere, iki ayrı süvari asker grubunun yolun iki tarafına dizilmiş olduklarını gördüm. Halife Memun’un gelmesini bekliyorlardı. Vakit bir hayli ilerlemiş, öğle sıcağı da tüm şiddetiyle bastırmıştı. Safları ve düzeni bozmadan, at üzerinde düzgün bir şekilde bekleyebilmek gerçekten çok zordu. Derken, birden bire Halife Memun, onların yanına çıkageldi. Bir de ne görsün, üçü veya dördü hariç bütün Türkler atlarının üzerinde hazır bekledikleri halde, diğer askerler üçü veya dördü hariç hepsi orada burada yerlere serilmişler, yan gelip yatıyorlar! İşte o zaman Halife Mutasım’ın bunları etrafında toplamasının, kendilerine bu kadar itibar etmesinin ve ihsanlarda bulunmasının nedenini daha iyi anladım.

Türklerin savaş sanatlarıyla bu kadar içli dışlı olmaları ve bu alanda herkesce kabul edilen üstün özelliklere sahip olmaları, onların cömert, mükemmeliyetçi, kuvvetli azim, sağlam irade, doğru düşünüp yerinde ve zamanında hareket edebilme yeteneği, yüksek fikir, derin görüş, parlak anlayış sahibi olmaları sonucunu da doğurmuştur. Çünkü savaş sanatıyla uğraşanların, anlayışlı, akıllı, bilgili, tedbirli, azimli, kararlı, sabırlı, kültürlü, sır saklayan, gafil olmayan, çok tecrübeli ve ihtiyatlı olmaları, attan, silahtan, iyi anlamaları, insanları, ülkeleri, milletleri çok iyi deneyip tanımış olmaları, onları idare etmeyi iyi bilmeleri, hileleri, tuzakları, başarı şartlarını iyi sezinlemeleri, iyiyi kötüyü, yararlıyı ve zararlıyı iyi ayırt edebilmeleri de zorunludur.

g) Yönetim Becerileri

Onlar, devletin çekirdeği, halife ve sultanların destekçisi olmaya, öne geçirilmeye, şerefli mevkilere getirilmeye en layık kimselerdir. İşlerini en güzel ve en özel tarzda yapabilme, devlete de en zarif usulde hizmet edebilme meziyet ve becerisine sahiptirler.

Özellikle savaş sanatında çok mahir oldukları için kabiliyetlerinin, yiğitliklerinin, kahramanlıklarının boşa gitmesini istemezler. Bu yüzden vatanlarını çok sevmelerine rağmen uzak diyarlara gitmeyi göze alırlar. Kadir kıymet bilmeyenlerin, kendilerinden yararlanmak istemeyenlerin, haklarını tanıyıp vermeyenlerin, değerlerinin ve önemlerinin farkında olmayanların yanlarında kalmayı, işe yaramayacakları, faydalı olamayacakları yerlerde bulunmayı doğru bulmazlar. Haksızlığı, kenara köşeye atılmayı, beceriksizler, iş bilmezler arasına katılmayı onurlarına yediremezler. Sönüklüğü, sinikliği, pasifliği kendilerine yakıştırmaz, itilip kakılmayı, haksızlığa uğramayı hazmedemezler. Fakat adam kıymeti bilen, kötü alışkanlıkları olmayan, nefsani arzularının, heva ve heveslerinin peşinde koşmayan, insanlar arasında ırkçılık, bölgecilik gibi anlamsız ve gereksiz ayırımlar, kayırmacılıklar yapmayan, hikmet, hak, hukuk, adalet, tedbir, doğru idari prensip ve kurallara uygun hareket eden hükümdarlara rastlarlarsa, vatanlarına duydukları büyük özlemlere rağmen onlara canla başla hizmet etmeye koyulurlar. Çünkü bu gibilere hizmet etmeyi din ve dünyanın selametine, âlemin nizamına hizmet etmek olarak görürler. Onlar hadlerini ve hudutlarını çok iyi bilen, ruhlarını büyük ideallere hizmet ederek dinlendiren hak ve hakikat âşıklarıdırlar. Hakka ve hakikate hizmet etmeyi kişisel dostluklardan ve şahsi dostlarından daha ileri tutarlar, bu yolda hizmet için kişisel arzu ve alışkanlıklarını bir tarafa atarlar, hür ve başıboş yaşamayı yerleşik hayata tercih ederler.

h) Diğer Yetenekleri

Yeryüzünde genel olarak her millet, her toplum, her nesil belli bir sanatta, meslekte, alanda uzmanlaşırlar, beceri ve maharet kazanırlar. Başka meslek ve sanatlardan uzak durarak, kendilerini tam anlamıyla ve bütün varlıklarıyla bu işe verirler, başka işlere bölünüp parçalanmadan rahat ve salim kafayla kendi meslek ve sanatları üzerinde yoğunlaşırlar. Örneğin şimdiye kadar hiçbir millet Çinlilerin sanatta, Yunanlıların felsefe ve hikmette, Arapların şiirde, Farslıların siyasette, Türklerin savaş sanatlarında gösterdikleri başarıları gösterememişlerdir. Sadece felsefe ve hikmetle uğraşan eski Yunanlılar, enine boyuna işlerin ve olayların sebep ve sonuçları üzerinde dururlar, icat ve keşiflerle uğraşırlar ama ameli yönü üzerinde hiç durmazlardı. İlme rağbet ederler fakat işe rağbet etmezlerdi. Çeşitli müzik, savaş, mühendislik aletleri icat ederler, bunların nasıl yapılacağını tasarlarlar, ama iş bunları yapmaya gelince kendileri yapmazlar yapacak olan işçilere ve zanaatkârlara tarif ederler, onlar yaparlarken kendileri bunlara ellerini bile dokundurmazlardı. Çinliler ise, ince bir zevkle değişik malzeme ve materyali eriten, kalıplara döküp şekiller veren, eşyanın hep ameli cephesiyle uğraşan, yoğuran, boyayan, dokuyan, bezeyen, süsleyen iyi ressam, iyi hattat, eşyaya değer katan iyi sanatçılardır. Çinliler eşyanın, ameli ve pratik yönüyle uğraşırlar ama illetlerini, sebeplerini, ilmi yönünü pek bilmezler. Yani bu iki milletten biri sanatkâr, diğeri hakîmdir. Araplara gelince, onlar sanat, ticaret, ziraat gibi işlerle pek uğraşmamışlardır. Tarih boyunca Araplar, çok büyük yoksulluklar, yoksunluklar, çaresizlikler de yaşamamışlar, hiçbir şeyle uğraşamayacak kadar yoksul düşmemişler ama kendilerini rehavete sevk edecek kadar da büyük zenginliklere sahip olmamışlardır. Benliklerini, kimlik ve kişiliklerini zedeleyip öldürecek, aşağılık hissine kapılmalarına yol açacak bir esaret zilleti de yaşamamışlardır. Genelde engin çöllerde, uçsuz bucaksız kırlarda başına buyruk, rahat, hür ve özgür yaşadılar. Böylece zekâları keskinleşti, ruhları mükemmelleşti. Bu yüzden kendilerini, bütün gayret ve kabiliyetlerini güzel şiir söylemeye, belagatli konuşmaya, söz söyleyip kelime türetmeye, kıyafet, feraset, nesep, yıldızlara bakıp yol bulma gibi kendilerine yararlı ilimlerle uğraşmaya, hoşlarına giden sözleri, şiirleri, menkıbeleri ezberlemeye yoğunlaştırdılar. Türkler ise yaşadıkları zor koşullar ve etraflarında kendilerine düşman çok güçlü ve sayısız kavim ve topluluklar bulunması nedeniyle savaş sanatlarında uzmanlaştılar. Savaş yöntemleri, savaş taktikleri, oyun ve hileleleri, avcılık, atıcılık, silah yapımı ve kullanımı, yiğitlik, kahramanlık gibi konular, onların en büyük sanatları, ticaretleri, zevkleri, öğünç kaynakları, gece gündüz üzerinde en çok konuştukları konu olmuştur. Türkler bütün detayları ve teferruatıyla, uzaktan yakından savaşı ilgilendiren her konuda üstün bir dereceye ve başarıya ulaşmışlardır.

Allah’ın bütün meslek ve sanatlarda Türklere ne kadar büyük bir beceri ve yetenek bahşettiğini şöyle bir örnekle anlatmak uygun olur. Bir kılıç, son kullanıcısının eline ulaşıncaya kadar, hiç birinin diğerinin işini yapıp beceremeyeceği, çok sayıda sanatkârın elinden geçer. O kılıcın demirini madenden çıkarmak, eritmek, cürufundan ayırıp tasfiye etmek, kalıba dökmek, kızgın ateşte kızdırıp döverek uzatıp şekil vermek, onu kılıç haline getirmek, suyunu vermek, bileyleyip keskinleştirmek, kabzasını, demirini, kınını yapmak, kına uygun ağaç bulup yontmak, derisini tabaklamak, tezyinatını ve süsünü işlemek, ipini örüp eğirmek, dikilmesi gereken yere dikmek gibi daha bir sürü ustalık isteyen işi ve normalde her işin ayrı ustaları ve sanatkârları vardır. Hiç birisi diğerinin işini yapamaz, bilemez, böyle bir iddiada da bulunamaz. Bu durum eyer, ok, yay, mızrak, kalkan, topuz, teber gibi bütün diğer savaş malzemeleri, alet ve edevatı için de geçerlidir. Dünyanın hiçbir yerinde bunların tek bir ustanın veya sanatçının elinden çıkabileceği düşünülemez. Ama bir Türk, hiç kimseden yardım istemeden, hiçbir dostunun ahbabının fikrini sormadan, hiçbir ustanın ve sanatkârın yanında çıraklık yapmadan, usta ve sanatçıların yalan dolanları, oyalamaları, ücret ödeme sıkıntılarıyla kafasını boş yere meşgul etmeden, başından sonuna kadar tek başına bunların hepsini yapabilir. Keçe, zırh, üzengi, kılıç, kalkan, ok, yay, mızrak gibi bütün harp silahlarını ve malzemelerini her Türk genellikle bizzat kendisi yapar. At bakımı ve terbiyesinde baytarlardan daha usta, en değme seyislerden daha başarılıdır. Yani yeri geldiğinde, hem çoban, hem seyis, hem canbaz, hem baytar, hem süvaridir. Kısacası bir Türk tek başına bile bir millettir.

Eğer işlenip değerlendirilebilirse Türkler, yeryüzünde, edebiyat, hikmet, hesap, hendese (geometri), mühendislik, musiki, kimya, fıkıh, hadis, tarih, coğrafya…vb gibi ne kadar ilim ve sanat varsa, hangisiyle uğraşsalar bunların hepsinin otoritelerine ve alimlerine üstün gelebilecek kadar yeteneklidirler.

Eğer şimdiye kadar, Türklerin memleketlerinde de çok sayıda peygamberler ve filozoflar yaşayıp ta bunların fikirleri kalplerinden geçse ve kulaklarına çarpsaydı, Türkler edebiyatta Basralıları, felsefede Yunanlıları, sanatta Çinlileri de geçerlerdi. Türklerin bu üstün özellikleri eğer onları motive edip harekete geçirebilecek önemli bir sebeple veya büyük bir ideal ve gaye ile birleşecek olsa, ne kadar büyük bir güç haline gelecekleri ve ne büyük işler başarabilecekleri tahmin bile edilemez.

Ebu Osman Amr b. Bahr el-Cahiz, bu kitabını Halife Mutasım zamanında ve ona takdim etmek amacıyla yazdı. Ancak bazı sebepler ve nihayet Halife Mutasım’ın 842 yılında vefatı yüzünden kitabını ona takdim edemeyince, Halife Mütevekkil döneminde Fath b. Hakan’a takdim etti. Cahiz’in bu kitabı, Ramazan Şeşen, tarafından Türkçe’ye de cevrilmiştir (Hilafet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Faziletleri, Ankara 1988, İkinci Baskı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayını)

Cahiz, kitabının başında, bu kitabı yazma amacını anlatırken ilgi çekici konulara da temas eder. Bu kitabı gereksiz yere, yalan, yanlış ve boş laflarla Türkleri methetmek için, hele hele asla Türkleri överken başkalarını yermek gibi bir amaç taşıyarak yazmadığını açıkça belirtir. Ulaşabildiği bilgi kaynaklarına ve sağlam delillere dayanarak, ilminin yettiği kadarıyla adalet ve insafa uygun bir şekilde Türklerin belli özelliklerini iyi niyet ve samimiyetle ortaya koymaya çalıştığını anlatır. Bundan amacının da, dinine, devletine ve Halifesine son derece bağlı, devletin yüksek menfaatlerini her şeyin üstünde tutan, ülkenin barış, huzur, esenlik ve mutluluk içinde yönetilmesini her şeyden çok önemseyen, iyi, doğru, dürüst ve büyük işlerin ancak doğru, dürüst ve nitelikli insanlarla yapılabileceğini çok iyi bilen bir bilim adamı ve aydın olarak, yönetim kademelerine en uygun adamların seçiminde halifeye yardımcı olmak, yol göstermek olduğunu gizlemez. Halife’nin bu yazdıklarından yararlanmasını düşündüğü, ümit ve temenni ettiği için bu işe giriştiğini çıkça belirtir.

Tabiattaki her şey, maddeler, madenler, bitkiler vb. arasında kıymet, derece, üstünlük farkları olduğu, kıymetli madenler arasında bile değer ve kıymet farkları bulunduğu gibi, bütün insanların da aynı özellik ve niteliklere sahip olmadıklarına dikkat çeker. Dünyadaki bütün altınların aynı ayarda ve değerde olmadığına, hepsi çok hızlı koşan cins atlar arasında bile birbiriyle kıyaslandıklarında farklı üstünlüklerin ve hoşa gitmeyen tarafların bulunabileceğine de değinerek, sözü bütün Türklerin de illa kitabında yazdığı üstün özelliklerin ve erdemlerin hepsine birden ve aynı derecede sahip oldukları şeklinde bir yanılgıya da düşülmemesi gerektiği uyarısına getirir. Her Yunanlının filozof, her Çinlinin sanatkâr, her Arabın da şair olmadığı gibi, her Türkün de illa burada anlatılan özellik ve niteliklere sahip olduğunun iddia edilemeyeceğini, kitapta belli örneklerden yola çıkılarak Türklerde daha çok rastlanan en yaygın, en mükemmel, en ayırt edici, en üstün özellikler üzerinde durulduğunu belirtir.

CAHİZ’E GÖRE BÜROKRAT TİPLERİ

Cahiz, yine gözlemlerine dayanarak hükümdarların ve üst yöneticilerin etrafında bulunmaması, yönetim kademelerinden kesinkes uzak tutulması gereken, ama her nasılsa buralara kadar sızmış, yükselmiş sakıncalı, zararlı, hastalıklı yönetici tipleri üzerinde de önemle durur. Devlet ve millet için son derece zararlı ve tahrip edici olan bu gibi kimselere karşı gerekli tedbirlerin alınması, bunların yönetim kademelerinden derhal uzaklaştırılması için uyarılarda bulunur. Kitabın genel üslubu, o zamanki Abbasi devlet kademelerinde bu gibi olumsuz ve kötü örneklerin sayılarının gittikçe artmakta olduğunu, olan bitenlere kayıtsız kalamayan Cahiz’i de bu kitabı yazmaya yönelttiğini göstermektedir.

Devlet kademelerindeki çürüme ve bozulmayı, yöneticilerdeki bozulmayı bugünlere bile ışık tutabilecek açıklık, berraklık ve güzellikte anlatan Cahiz, çok rastlanan bürokrat, amir ve memur tiplerini yönetim mekanizmalarında adam seçme durumundakileri de uyararak şöyle anlatır:

“Hükümdarların (en üst yöneticilerin) çevresinde; değişik sebeplerle onlardan intikam alma peşinde koşanlar, hiç sebepsiz veya haksız yere kendisine kızanlar, kendilerine görev verilmediği veya görevlerinden uzaklaştırıldıkları için hükümet icraatlarını tenkit edenler, her şeyi kötüleyip ayıplayanlar, işleri savsaklayıp baltalayanlar, yalnız kendisini ve kendi fikrini beğenenler, kendi anlamsız görüş ve düşüncelerinden başkasını beğenmeyenler, yanlış da olsa illa kendi dediğinin yapılmasını isteyenler, doğru, yararlı, gerekli, akıllıca ve çok yerinde bile olsa başkalarının fikir ve görüşlerine ve önerilerine itibar etmeyen, aksine hiç dinlemeden peşinen itiraz edip karşı çıkanlar eksik değildir. Öyle ki, bazıları kendilerini milletin gerçek yol göstericisi ve vekili, memleketin gerçek sahibi, herkesin genel müfettişi yerine koyarlar da vezirlere, hatta halifeye kadar herkesin icraatlarını tenkit edip eleştirirler. Üstelik açıkça mazur görülmesi gereken yerlerde mazur görmeye, insaf ve anlayış gösterilmesi gereken yerlerde de insaf ve anlayış gösterme hiç yanaşmazlar. Kuşkulu durumlarda peşin hükümlü, ön yargılı olurlar, masum insalara haksız suçlamalar yapmaktan çekinmezler. Bir olaya tanıklık eden, içinde bulunan kimselerin bile görüp tanık olmadıkları, gerçekle ilgisi olmayan şeyleri bile sanki gerçekmiş, kendi gözleriyle görmüşler gibi iddia ederler. Hâlbuki her olay illa dışarıdan göründüğü gibi olmayabilir, herkesin farkına varamayacağı bir oluş seyri, başka bir arka planı ve önlenemez bir varış noktası olabilir.

Hükümdarların (üst yöneticilerin) etraflarında, yoksun bırakmaların içini kinle doldurduğu nice mahrumlar, hak etmediği iyiliklerin kudurttuğu nice alçaklar, hakkından çok fazlasını almış, layık olmadığı mevki ve makamlara çıkarılmış yetersiz ve yeteneksiz nice ihmalciler de olabilir. Verilen mevki ve makamlara layık olmadıkları, mevcut görevlerinin üstesinden bile gelemedikleri, işlerini hakkıyla göremediği halde, haddini bilmezlik, iyiliği takdir etmeme gibi sebepler yüzünden hakkının yendiğini, kendisinin daha fazlasına layık olduğunu, kendisine mutlaka daha fazla şeyler verilmesi gerektiğini iddia eden nankörler de az değildir.

O zamana kadar kendisine hükümdar tarafından yapılan bütün iyiliklerin, ihsanların, mevki ve makamların geri almasından başka bir şeye layık olmayan, her fırsatı kaçırmış, bütün zamanları gafletle ve boşu boşuna geçirmiş, her mevki ve makamı ona buna çalım satma, afra tafra yapma aracı olarak kullanmış, boş durmaktan, boş gezmekten ve boş şeylerle vakit geçirmekten ruhu bozulup kararmış, buna rağmen hala tatmin olamayıp daha da fazlasını isteyen doyumsuzlar da vardır.

Hükümdarların (üst yöneticilerin) mevki makam verip şereflerini yükselttikleri, ama edep ölçülerine vurulacak olsalar eğrilikleri hemen anlaşılacak, haklarında hak ile hüküm verilecek olsa alçaklıkları derhal ortaya çıkacak, toplum içinde ve görev başında sönük ve beceriksiz, ama fitne sırasında baş çeken, karışıklık zamanlarında yaygara koparan nice fitneciler vardır. Böyle kimselerin hiç sevenleri olmadığı için, bunlar da kimseyi sevemezler, bu yüzden herkesi kötülemekten başka şey bilmezler. Kin ve düşmanlıklarını çirkin söylentiler, fena şayialar çıkararak teskin ederler. Sürekli kuruntular üretir dururlar. Hep kendileri gibi yalan yanlış söylentiler, şayialar çıkaran, her şeye kuşkuyla bakan aldatılmış kimselerle bir ve beraber olurlar.

Hükümdarların (üst yöneticilerin) etraflarında; hayırsız yalancılar, ellerinden hiçbir iş gelmeyen aciz muhalifler, yapmadıkları ve yapamayacakları şeylerle övünenler, iyilik yapanların iyiliklerinin, başarı kazananların başarılarının mükâfatının kendilerine verilmesini arzu edenler, en büyük kahramanlardan bile daha üstün tutulmalarını bekleyenler, hiçbir yeteneği, bilgi ve becerileri olmadığı halde sırf doğuştan sahip olduklarını iddia ettikleri asaletleriyle şerefli ve üstün sayılmak isteyenler, şeref kazandıracak işlere hiç dönüp bakmayanlar, yapılan iyiliğin karşılığının yalnız Allah’tan beklenmesi gerektiğinin, iyilerin ve onların çoluk çocuğunun haklarına riayet edilmesi gereğinin farkında ve ayırdında olmayanlar eksik değildir. Çünkü hakkı, hakikatı, doğruyu, yanlışı bunların derecelerini ve yerlerini bilip anlamayan, batılın, yanlışın, kötünün, çirkinin türlerini, kısımlarını, derecelerini ayıramayan kimse, bunlar arasındaki farkları, saygı görmeye kimin daha layık olduğunu, iyiliğe kimin hakkı olduğunu, hangi iyiliğe nasıl bir karşılık verilmesi gereğini nereden bilecek?

İyi ve doğru hükümdarlara (üst yöneticilere), bağlılıktan, itaatten sadakatten ayrılmayan, onları ve taraftarlarını düşmanlarına karşı koruyup savunan,

hayra yardım, hakkı müdafaa eden, yalan sözlerden boş iddialardan kaçınan, batıl ve yanlış yollarla onlara yaklaşmaya çalışmayan, geleceği yere gayri meşru yoldan değil hak ederek gelen ve geldiği görevlerin hakkını en iyi şekilde veren yardımcılar ne güzel yardımcılardır!’

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz