BOŞALAN KÖYLER TÜTMEYEN BACALAR

             Göç, tarih boyunca insanoğlunun şu veya bu sebeple yaşamak zorunda kaldığı bir gerçek olmuştur. Kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, doğudan batıya, batıdan doğuya… Yaylaktan kışlağa, kışlaktan yaylağa, sıladan gurbete, gurbetten sılaya…

          Göçün sebepleri, bazen bir kültürün efsanevi temellerine dayanak teşkil etmiş, Ergenekon’dan çıkışın adı olmuş; kuraklık nedeniyle suya doğru akın akın süzülen Türk Boylarının medeniyet fitilini tutuşturmuş; bazen Mekke’den Medine’ye kutlu bir yürüyüşün adı; bazen ekonomik nedenlerle ekmeğin peşinden gurbete yürüyüş; bazen de savaşlardan kaçış… Dolayısıyla ayrılığın, hasretin, acı ve gözyaşının sebebi olmuştur.

            Ülkemizde de ekonomik refahın daha iyi olduğu bölgelere doğru, gittikçe artan bir hızla insanların göç ettiğini görmekteyiz. Son yıllarda bu gidiş öylesine hızlandı ki geride, özellikle kış aylarında boşalan köyler, tütmeyen bacalar kaldı. Her köyde, içinde insan yaşayan evler parmakla gösterilmeye başlandı. Bu evlerde oturan kişiler ise, doğduğu yerden kopamayan, hatıralarından ayrılamayan köyün ihtiyarlardır. Onlar, yaz mevsiminde kendilerini ziyarete geleceğini umdukları yakınları için nasıl gün saydıklarını,  göz yaşları ve hıçkırıklar içinde anlatmaktadırlar.

           Karadeniz Bölgesi’nde de durum farklı değildir. Adrese dayalı son nüfus sayım sonuçları bu gerçeğin acı bir belgesidir.

             Nüfus sayım sonuçları İncelendiğinde göç eden insanların sayısının üçte ikiyi geçtiği anlaşılmaktadır. Buna ilave olarak kış mevsimi gelince bölge nüfusuna kayıtlı insanların büyük bir çoğunluğu şehirlere inmekte; kendi evlerinde ya da çocuklarının yanında kışı geçirmektedirlerBu nedenle kış aylarında; “ köyler boştur, bekçi aranmaktadır!” dense çok da yanlış olmaz.

             Anlaşılmaktadır ki İnsanlar bir şekilde doğduğu yeri bırakıp doyduğu yerlere, daha iyi hizmet alabilecekleri bölgelere gitmektedirler. Bu sosyal hareketin sonucu olarak ortaya çıkan durumun boyutları, sebepleri, sonuçları, geride kalanlara hizmet götürmenin zorluğu ve bu hizmetin ekonomik verimliliği tartışılması gereken konular olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla bu göçün nasıl durdurulabileceği oturulup ciddi olarak düşünülmelidir.

            Bu gidişi durdurmanın mutlaka bir yolu olmalıdır. Ekonomik pastadaki büyük payın merkezi olan, bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da aşırı göç alan başta Marmara bölgesi olmak üzere sanayileşmiş yerleşim birimlerinin girişlerine; “girilmez!” ; “geri dönün!” ; “girmek yasaktır!” ; köyünüz kasabanız size yeter!”; “siz buralı değilsiniz!” ; “giriş izne tabidir!” gibi tabelalar mı asalım?

           Yoksa yatırımları, hizmeti bu insanların ayağına mı götürelim? Aynı zamanda onlara üretmeyi, kazanmayı öğreterek,  bunun hazzını tattırarak onları kendi istekleriyle kendi topraklarında tutabilmenin yollarını mı arayalım? Dikkat edilirse görülecektir ki problemin cevabı yine kendi içinde mevcuttur.

            Tarih şahittir ki, toprağa, dolayısıyla vatanına Milli Kültürüne, geleneklerine çok bağlı olan yöre insanı, bu özelliklerinden dolayı, kurulan Türk Devletleri’nin en uyumlu, derdini, ihtiyaçlarını en az dile getiren, en zor şartlarda dahi ülkesine her türlü destek ve katkıdan kaçınmayan asil ve soylu bir davranış içinde olmuşlardır. Karadeniz Bölgesi, Kurtuluş Savaşı’na yüzde 34 gibi büyük bir oranla en çok katkı sağlayan ve şehit veren bölge olarak kayıtlara geçmiştir. Yüzde 25 ile ikinci bölge de İç Anadolu’dur.

           Buna karşılık, “Ağlamayan bebeklerin meme alamadıkları” gibi yüzyıllardan beri memnun edilmek için özel bir gayret, özel bir proje ve özel bir program kapsamında görülmemişlerdir. Akademik bir sosyal çalışmanın muhatabı da olmamışlardır. Çığırtkanlık yapmak, kapı aşındırmak, kapıdan kovulunca bacadan girmek, bebek gibi ağlamak öyle anlaşılıyor ki bize ağır gelmektedir.

          Kolay ikna olan insan, uyumlu insan, derdini söyleyemeyen insanın dikkate alınması pek mümkün olamıyor. Bu nedenle biz, çilemizi kabulleniyor, doğa şartlarıyla mücadele ediyor, gençliğini yaşamadan beli bükülen genç kızlarımız için üzülüyoruz… Geçim korkusu ile boşalan köylerimize baktıkça İçimiz yanıyor. Cami altlarındaki çay ocaklarında, kahve oturmalarında insanların; “Bu köylere hizmet ve yatırımlar gelseydi buralardan göçüp gitmezdik, gurbet ellerde dağılıp dökülmezdik” diye tartışmalar yaptıklarını görmekteyiz…

             Gidebilenler gidiyor; gecekondu ve varoş bölgelerinin çekingen ve ürkek üyeleri oluyor. Oralarda zayıf bütçeli de olsa kendi değerlerini yaşatmak ve birbirlerine omuz verebilmek için kültür ve dayanışma dernekleri kuruyor; metropollerin dipsiz kuyu gibi göründüğü bu arenada, bina altlarında, kapıcı dairelerinde yaşamaya çalışıyorlar. Gidemeyenler ise kendi köylerinde kaderleri ile baş başa kalıyorlar.   Köyden gidenlere gittikleri yerlerde çok iyi şartlarda yaşadıklarını zannettikleri için imrendikleri de olmuyor değil zaman zaman…

İmrenme! diye seslenmek geliyor insanın içinden; sen hiç olmazsa toprağa dokunuyor, dağlara bakıyor, çiçek kokluyorsun. O gidenler, zor bir dünyanın son varanları, yani varoşlar… Onlara kenar insanı, uyumsuz ve varoş insanları diyorlar. Zaten pek bir şey de kalmamış onlara, her şey paylaşılmış… Onlar kenarlarda, köşelerde; ürkek ve çekingen… 

           Uzun sözün kısası, köylerde kapılar birer birer kilitleniyor, yüzü nurlu, gül kokulu analar, sanki kendisinin çok fazlaymış gibi gurbete gidenlerine kışlık yiyecekler hazırlıyor… Plastik bidonlarda turşular, çuvallarda fasulye-patatesler…           

           İnsanlar göçüyor… Topraklar akıyor… Ormanlar tükeniyor, sular kuruyor… Okullar kapanıyor…   Hiç öğrencisi olmayan köyler oluşuyor.

        Dağılıp dökülüyoruz da kimsenin sesi çıkmıyor…  Herkes kendince her şeyi çok iyi biliyor! Bu kadar bilenin olduğu yerde benim sesime, bizim sesimize kim kulak verecek?



Abdullah GÜLAY 
[email protected]

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz