Kuran’ı Kerim’e göre insan, bir anlamıyla bağlantı kuran, bağ kuran, birlik kuran; diğer bir anlamıyla da, unutan demektir. Kelimenin etimolojisi, bu iki anlamı da içerir. İnsan, geçmiş ve gelecekle, evren ve ötesiyle an içinde bağ kurar. Bu bağ, ne kadar fıtri ve muhlis olursa, insan o kadar munis; ne kadar bozuk olursa, o kadar unutan anlamlarıyla tecelli etmiş olur. İnsan, varoluşundan beri, kendisiyle çevresi arasındaki ilişkileri ifade eden bir dil evreni kurmuştur. Peygamberler, veliler, filozoflar ve diğer insanların dil evrenlerini, nihayetinde dört temel başlıkta toplayabiliriz: Birincisi, insan- Allah ilişkisi; ikincisi, insan-evren ilişkisi; üçüncüsü, insan- insan ilişkisi ve dördüncüsü, ahiret.
- İnsan-Allah ilişkisi: Allah’ın varlığı, nasıllığı ve kulluk ilişkileridir. Kendinin ve evrenin varlığının farkında olan insan, varı var edenin varlığı üzerine ontolojik üç temel izaha ulaştı: Teizm, politeizm, panteizm.
Teizm, Yüce Yaratıcı’yı; varlığı kendinden olan (Kayyum); eşi ve benzeri olmayan (Sübhan); zât âleminde hiçbir şey kıdemi olmayan, her şeyi var eden; uluhiyette ve rububiyette ortağı, yardımcısı ve ihtiyacı olmayan (Samed) olarak izah etti.
Politeizm, varlığı kendinden olan en az bir yüce yaratıcıyı kabul etmekle birlikte; denk, ortak, düalist ya da her türlü şirk; uluhiyette ve rububiyette ortaklık; yaratan olmamakla birlikte, yarattıklarından bazılarına yaratmayla alakalı yetki kullandıran bir tanrı inancını sergiler. Eşyaya atfedilen kutsallıklar üzerinden, doğrudan veya aracılar vasıtasıyla ta’zim, saygı ve ibadet etme şeklinde, ölmüş ataların ruhlarına, cinlere, meleklere, yıldızlara, yere, göğe, insana, dağa, denize, heykele vb. kutsallık atfedilmesiyle bir çok şekilde var olmuştur.
Panteizm, evrenden ayrı ve kadim bir varlığı kabul etmez. Evren tanrıdır. Kadimdir. Tanrı evrenin ta kendisidir. Evrenin varlığı kendinden, tekamül halinde ve sonsuzdur.
Akıl, ontolojik gerçeklik çerçevesinde tanrıyı bu üç halin dışında imkansız görür. Tanrı, ya tek ve benzersiz; ya çok ve ortaklı; ya da tümdür. Yani her şey tanrıdır, tanrı her şeydir.
Ateizm (tanrı tanımazlık) türlerinin tanrı algıları, agnostisizm, septisisizm, nihilizm ise; ontolojik imkansızlık, epistemolojik sapmadır. Akıl, en az “bir” kendi kendine var olanı kabul etmeksizin düşünmeye başlayamaz.
Yukarıda saydığım üç tanrı algısının üçünde de, en temel mesele kıdemdir. Kıdemin başlangıcı da kayyumiyet. Yani kendi kendine var olma, varlığı kendinden olmadır.(kıyam bi-nefsihi). Zaten varlığın iki biçimin dışında başlaması imkan dışıdır. Ya varlığı kendindendir, ya da başkasından. Varlığı başkasından olanı var eden en az bir başkası var demektir ki, onun nihayetinde varlığı kendinden olmalıdır. En az bir varlığı kendinden olanın zorunluluğuna ulaşmak, aklın acz noktasıdır. Kemalin başlangıcıdır.
Tüm teizm biçimlerinde, varlığı kendinden olan (kayyum) bir var vardır. Her şeyi O, var etmiştir. Politeizmde de en az bir varlığı kendinden olan (kayyum) vardır. Panteizm de ise, zaten varlığın kendisi kadim ve varlığı kendindendir. El-Kayyum’un varlığı, bu üç durumun dışında ontolojik olarak imkan dışıdır. Salim akıl, dördüncü bir durumu kabul edemez. Dördüncü bir durumun kabulü, içinde akıl aranamayacak inançtır. Skolastiktir.
Tarih boyunca tanrı tartışmasının ana ekseni, bu üç ontolojik durum üzerinden yürümüş, El-Kayyum’un şuurlu mu, şuursuz mu olduğu ve sıfatlar tartışılmıştır.
Tüm ateizm türleri, ön kabul olarak var edicinin varlığını redderek paradigmalarını kurmuşlardır. Ancak evrenin başlangıcını izah ederken ya müphem bırakmış, ya da doğrudan kendi kendine “bang!”(Big-bang) diye ortaya çıktığını söyleyerek, evrene bir şuursuz kendi kendine var olma (kayyumiyet) sıfatı yüklemişlerdir. Bu durum, lafzen reddedilmesine rağmen, fiilen panteizmin tanrı-evren algısı ile aynıdır. Dolayısıyla tüm ateizm türleri, bilimsellik postulasıyla yola çıkarken kabul etmemek zorunda olduklarını söyledikleri tanrıyı üç temel algı biçiminden biri ile, panteizm ile kabul etmek durumunda kalmaktadırlar. Bu denklem, tüm ateizm paradigmasını yıkmaktadır. Bir farkla, bütün tanrı algılarında El-Kayyum şuurludur. Bilimin “beng”i şuursuzdur. Her şey zamanla var olmuştur ve varlık sonsuzdur diyen dehriyyun (zamana tapıcılar) da, nihayetinde panteist bir algıdır. Hulasa ateizmin beng’i şuursuz bir tüm tanrıcılıktan ibarettir.
İnsan-Evren ilişkisi, aslında bir bölümü itibarıyla birincinin yani tanrı algılarının durumuna göre şekillenen sayılamayacak kadar çok çeşittedir. Bunlar temelde, evrenin tümden tanrı olduğu inancına göre şekillenenler, insan dahil eşyanın bazı cüzlerinin tanrılıktan payları olduğu inançlarına göre şekillenenler ve en son olarak da, Allah’ın her şeyi insan için var ettiği ve insanın Allah’tan başka hiçbir şeye secde edemeyeceği, melekler dahil Allah’tan başka her şeyin insana secde etmesi gerektiği ‘tevhid’ inancıyla şekillenenler olmak üzere yine üç temel farkla incelenebilir. Bütün bu ön kabuller, her insan teki ve dolayısıyla topluluğu için var olan ve yaşamını anlamlı kılan şeylerdir. İnsan anlayamadığı, korktuğu ve taptığı evren veya parçalarından, tanrılarını öldürdüğü ve modern insana bir fahişe gibi hizmet etmek durumunda olan evren bilincine ulaşmıştır. Yerin ve göğün tüm kaynaklarına sahip olma arzusu duyan tanrılaşmış modern insan, hem cinslerinin çoğunu ve özellikle dünyanın güney yarım küresini, kendine inşa etmeye çalıştığı yeryüzü cenneti için cehenneme çevirmiştir. “Azgınlaşmış, karada ve denizde fesat çıkarmıştır.” (Kur’anı Kerim)
İnsan-insan ilişkisi: Bu ilişki biçimi de, insanlardan bazılarının diğer insanlara göre fiziki maddi veya manevi bazı güçlere doğuştan ya da sonradan sahip olması sebebiyle, elindeki avantajları insanları köleleştirmek ve nihayetinde kendine kullaştırmak, onları kullanarak kendi yaşam konforunu ve egolarını tatmin için kullanmak amaçlı olanlardan, bütün insanların varoluş itibariyle eşit hak ve hürriyetlere sahip oldukları/olmaları gerektiği temel kabulüyle yaklaşanlara kadar geniş bir yelpazedir.
İnsanlar sosyal varlıklar olarak yaşamaya başladıkları andan itibaren, kadın erkek ilişkisi, çocuk ebeveyn ilişkisi, kardeş ve akraba ilişkileri ortaya çıkmış, doğal olarak bunların da olumlusu olumsuzu, hakka uygun olanı olmayanı başlamıştır. Güç, güzellik, yetenek avantajları belki çoğu zaman haksızlığın aracı olarak kullanılmış ve çatışmalar başlamıştır. İnsanlar çoğaldıkça yeryüzüne dağıldılar; akraba, sülale, kabileler halinde ayrı yerlerde yaşamaya başladılar. Üretim araçlarını ele geçiren, insan unsurunu dinamik askeri güçler olarak sevk edebilenler, diğer kabileleri egemenlikleri altına alarak aynı dili konuşan büyük birlikler/kavimler ortaya çıkmıştır. Mezopotamya’da tarım toplumuyla köyler; madenin işlenmeye başlamasıyla da site devletleri ortaya çıktı. Benzer gelişim süreçleri, dünyanın diğer yerlerinde de -zamanları farklı olsa da- benzer şekillerde ortaya çıktı. Belki başlangıçta, kas gücü ve doğal koşulların gerektirdiği doğal yetenekler, -tarım toplumu ile ortaya çıkan özel mülkiyet ve zamanla biriken sermaye-, kas gücünün ötesinde ekonomik ve sosyal avantajlar ortaya çıkarmış; bu avantajları kullanan sermaye sahipleri, insanların iş gücünden yararlanarak biriktirdikleri sermayelerini, yine insanların iş gücünden yararlanarak başkalarının ürettiklerinden de bir bölümüne -koruma vaadi ile- el koymaya/vergilendirmeye başlamışlardır. Bu güç döngüsünü devam ettirmek için daha fazla askeri harcama yaptılar. Bir üçüncü unsur olarak, sürekli beslenmek zorunda olan toplumların sırtında bir sürekli kabus olarak devam eden kambur olarak ‘devlet’ ortaya çıktı. Artık olmaması düşünülemiyor bile… Mevcutların olmamasıyla, binlerce küçük devletin ortaya çıkması kaos anlamına geleceği için var olanlar, hukuk içinde tutulmaya çalışılıyor; adalet için var olduğu/olması gerektiği söyleniyor.
Tarihin hiçbir döneminde, yukarıda bahsettiğim güç dengelerinin belirlemediği bir devlet ve yasa olmamıştır. İlk olarak tarım ve askeri güç; sonraları tarım, ticaret ve askeri güç; madeni işleme teknolojisinin bilgisi; onlardan elde edilen gelir ve askeri güç, aşılamayan kaleler, inanç örgüleriyle sarmalanmış; iktidar kutsaları tanrı krallar, kral kim olursa olsun yardımcıları ve ortakları, üretim araçlarını ellerinde tutanlar olmuştur. Ateşli silahlarla Afrika’ya ve Amerika’ya giden Avrupalı caniler, oralardaki insanlara, “Yalnızca insana benziyor, o kadar. Beyaz adama hizmet etmek için yaratılmış hayvan…” muamelesi yapmışlardır. Talan edilen yeryüzü kaynaklarını, belli şehirlerde biriktiren ‘Burjuva Avrupa’sının geliştirdiği sanayi canavarı, güç dengelerini benzeri görülmemiş bir oranda bozmuş ve dünya üçe ayrılmıştır. Sömürgeci devletler, sömürülen toplumlar ve henüz sömürgeleştirilememiş topraklar. Sömürge alanlarında yerliler, efendileri arasında tercihler yaparak savaştılar. İnsanlar, binlerce yıldır asla kendilerinin sahip olamayacağı üretim araçları uğruna el değiştirme merasimleri olan savaşlarda kanlarını akıttılar. Normal insanlara, bu savaşlarda canları karşılığında ahirette cennetler vaad edilmiş, savaş lordları ve krallar da, mülkü paylaşmışlardır. Normal insanların tercihi; savaşa katılmazlarsa, kendi kralları tarafından kendi tarlalarında hain olarak ölmekle, krallarının yanında savaş meydanlarında kendisi gibi yöntemlerle getirilmiş, düşman diye gösterilmiş olanları boğazlarken, yine onların eliyle bir kahraman olarak cennete gönderilmek arasında dır.
İnsan-insan ilişkilerinin ana belirleyicileri bunlardır ve hayat bunların alt varyantları olarak şekillenir. Peygamberlerin, zamana renk katmakla birlikte verdikleri adalet, hukuk ve iyilik mücadeleleri de, ya daha onlar hayattayken içi boşaltılmaya başlanmış veya onlardan sonra tersyüz edilerek bahis konusu sistemler ve güç dengeleri geri gelmiştir. Maalesef bugün yeryüzünde koşulsuz eşitlik, koşulsuz adalet, koşulsuz özgürlükten yana tavır alacak ve yalnız hakka yaslanarak yürüyecek ne bir topluluk ne de bir devlet yok…
Ahiret: İnsan, kendinin ve çevrenin farkına vardığı ilk andan itibaren ölümün ‘kahredici’ gerçekliğiyle de yüzleşir ve zihninde ölüm sonrasıyla ilgili bir takım kabuller oluşmaya başlar. İnsanın, -içine doğduğu dil evreni ve kültür ortamından da etkilenerek- bir ölüm sonrası tahayyülü oluşur. Bir yandan, ölüm sonrası hayat yoktur ve insan için, içinde yaşadığı dünya hayatından başka bir gerçeklik yoktur diye düşünenler olmuştur. Diğer yandan, ölümle beraber başlayan bir hayat, dünyada anne karnında başlayan hayattan daha fazla şaşırtıcı değildir ve şüphesiz vardır. Evreni ve insanı var edenin bir hesabı olmalı ve bu düzende insanın bir sorumluluğu olmalı diye düşünenler olmuştur. Buna bağlı olarak, insanın bu dünyadaki her ediminden öteki dünyada hesaba çekileceği, iyi ve kötü karşılık bulacağı düşünülmüştür. Sonuçta ahiret inançlarının da, insan ve insan topluluklarının değer yargılarında olumlu ya da olumsuz derin etkileri olmuştur.
Tarih, net olarak bize Aristo’nun göremediği bir şeyi göstermiştir: İnsan, yalnızca tek başına kaldığında bir Tanrı ya da hayvan değil; topluca yaşarken de tanrılaşabilmekte ve o oranda da hayvanlaşmaktadır.