Bin yıl önce “toprak”lıktan “vatan”lığa
terfi eden bu toprakların vatanlıktan tekrar topraklığa dönüştürülmesi için son girişim, Çanakkale’de, İstiklal Harbinde kendilerini gösteren Halil amca gibiler tarafından akamete uğratılmakla kalmadı.
Bin yıl önce “toprak”lıktan “vatan”lığa
terfi eden bu toprakların vatanlıktan tekrar topraklığa dönüştürülmesi için son girişim, Çanakkale’de, İstiklal Harbinde kendilerini gösteren Halil amca gibiler tarafından akamete uğratılmakla kalmadı. Bu toprakların vatanlığı daha da pekiştirildi.
ALNIMIZ AK BAŞIMIZ DİK Mİ?
Araba, uçak, helikopter, tren yoktu. Yol bile yoktu. Onlar, Erzincan’dan Afyon’a kadar yürüyerek gittiler. “Yol çilesi”ni esas versiyonu ile tattılar. Can, mal, namus, din ve vicdan, vatan emniyetimizi yeniden temin ettiler. Bağımsızlık ve egemenliğimizi sağladılar. Peki biz ne yaptık? Vefa borcumuzu ödeme konusunda alnımız ak, yüzümüz pâk, başımız dik mi?
– Trabzon Lisesi’ni başarıyla bitirmiş, üniversite imtihanlarına girmiş, İ.T.Ü. Maden Fakültesini kazandığım sonucu beklediğim 1975’in Yaz mevsimiydi. Babamın evde olduğu bir günün ikindi vakti namaz kılıyordum. Farzını eda ettiğim sırada hayli yüksek perdeden bir “Selamünaleyküm” sesi duydum. Belli ki içeri birisi girmişti ve sesinden gelenin kim olduğu belliydi. Kulakları az duyduğu için yüksek perdeden konuştuğunu hemen herkesin bildiği Derehallû Halil amcanın sesiydi bu. Aradan birkaç dakika daha geçmişti ki “Selamünaleyküm”ü, “U (o) kim?” sesi, yine yüksek perdeden olarak takip etti. Babamın, “bizim Kâzim” diye cevap verişini Halil amcanın “U biter mi?” mukabelesi izleyince kendimi zor tutmuştum. Az kalsın namazım bozulacaktı. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) “namaz mü’minin mi’racıdır” dediği, “iki gözümün nûru” diye nitelediği namazı eda ettikten sonra Halil amcaya “hoş geldin” deyip, “Halil amca! Konuştuklarını duydum. ‘O biter mi?’ dedin.
Yani yaşımın daha genç olduğunu ima ettin.
Fakat ne kadar yaşayacağımızın, mesela senin yaşına geleceğimizin bir garantisi var mı? Yarın ölmeyeceğimizi kim garanti edebilir? Onun için ne zaman akil baliğ olduksa o zamandan itibaren kulluk görevimizi yerine getirmemiz gerektiğini sen daha iyi bilirsin” açıklamasında bulunma ihtiyacı hissetmiş, bunun üzerine de o ihtiyar çınar “orası da öyle emme u (o) biter mi?”yi tekrarlamayı ihmal etmemiş, biraz önceki hükmünden geri adım atmamıştı. Aramızda iz bırakan bu hatıranın tarafı Halil amcanın bir İstiklal Harbi gazisi olduğunu, sonradan edindiğim bilgilere göre isimsiz kahramanlar cümlesinden bir İstiklal Harbi gazisi olduğunu ancak 2005 yılının Temmuz ayının bir Cum’a gününde, Kadırga yaylasında, torunu Köksal Bayraktar’dan hem de tesadüf eseri öğrendim. Yaklaşık 15 yıl bilfiil tanıdığım, hem de çok yakından tanıdığım bu insanın, böyle şerefli bir payeye sahip olduğunu elimizin altından kaydıktan sonra öğrenmiş olmak içimde bir burukluk oluşturmanın yanısıra “peki niye bu insanlar ve büyüklerimiz bizleri bu tür gerçeklerden haberdar etmedi? Niye bize bir şey anlatmadılar?” diye kırgınlık hissine kapılma tehlikesini de beraberinde getirdiği gerçeğini de not ederek Halil amcanın gazilik hikayesini “kimisi tarih yapar, kimisi tarihi yazar”dan hareketle tarihe, aşağıdaki kelimelerle, cümlelerle kayıt düşmek nasip oldu.
Vefa borcunu inşa için bir tuğla bulma sevinci“Halil dedem, İstiklal Harbinde asker iken Erzincan’daki birliğinden taa Afyon’a kadar yürüme gitmiş… Terhisini Sapanca’dan almış. Oradan köye yine yürüme gelmiş.” Bu sözler doğduğu yerden doyduğu yere savrulma olgusundan nasibini alan Geyikli beldelilerden Köksal Bayraktar’a ait. Beyaz mı beyaz sakalı, biraz ağır işiten kulağıyla yakından tanıdığım Derehallû Hacı Halil amca da meğer İstiklal Harbi gazisi imiş. Torunu Köksal’dan bu gerçeği duyunca şoke oldum; çünkü, eli öpülecek insanlardan biri daha burnumuzun dibinde olduğu halde kendisinden istifade edememiştim. Sevindim; çünkü, sağlıklarında istifade edemediğimiz bu insanların varlığından haberdar olması gerekenleri haberdar edebilmek için adeta iğne ile kuyu kazarcasına yapmakta olduğum “vefa borcu”nu inşa için bir tuğla daha bulmuştum.
“Hâlâ taburunu buluyor”Torun Köksal’ın anlattıklarına göre, dedesi Halil’in babası Mehmet ve amcası Hasan, 1910 yılında askere alınmışlar. Köyden gidişleri bu gidiş olup her ikisinin de geriye dönüşü olmamış. Yalnız Mehmet’i, yine Geyikli’den asker olan ve daha sonra subay rütbesine kadar ulaşan Hafız Temel Dural, Doğu Beyazıt’ta, bir savaş kargaşası içerisinde görmüş. Mehmet’e, “burada ne yapıyorsun?” demiş. O da “Birliğimi, taburumu kaybettim. Taburumu arıyorum” cevabını vermiş. Bunun üzerine Temel amca, “Mehmet! Tabur mu kaldı. Her taraf darmadağın oldu. Sen benim yanımdan ayrılma. Benim bölüğümde kal” demiş. Buna rağmen Mehmet, “Yok. Ben illâ taburumu bulacağım” demiş ve ayrılmış. Ondan sonra da Mehmet ve Hasan’ı gören olmamış. Sonradan, 2006’nın Nisan ayında kendisi ile görüştüğümüzde “amcam Mehmet hâlâ taburunu buluyor? Kimbilir nerede öldü, kaldı?” diye acıklı bir teşbihte bulunan, “Yalnız Mizamû Selahattin’in babası Ali Hafız vardı. Buradan Adapazarı’na göçtü. O da Temel Hafız’ın yanına varmış. Temel Hafız ona da ‘Sen gitme. Bir taneniz geldi de gitti. Hâlâ gidiyor. Sen gitme ben seni korurum’ demiş. O gitmemiş. Temel Hafız’ın himayesinde askerliğini bitirdi, geldi” diyen Derehallû Hasan amca; Halil amcanın hayattaki iki oğlundan biri, torun Köksal’ın amcası Hasan (Bayraktar) da hemen hemen aynı bilgileri aktarıyor. Onun aktardığına göre, seferberlik ilan edildiği zaman şu anda ikamet ettikleri ocaklarında bir Mehmet, bir Hasan, bir daha Hasan, bir Mustafa, bir de Ahmet varmış. Seferberlik çıktığı zaman bu isimlerle birlikte Yumurcaktaş mahallesinden de birkaç kişi toplanmışlar, Kadırga’ya çıkmışlar. Tabiî o asırda araba diye bir şey olmadığından Kadırga’dan yaya olarak Erzurum’a varmışlar. Kaç günde vardıkları bilinmeyen bu insanlar Erzurum’a ulaşınca kimisini Kars’a, kimisini Van’a vermişler. Çeşitli şehirlere, askerî kıt’alara dağıtmışlar. Savaş başladığı gibi hepsi kırılmış. Daha geri gelen olmamış. Yalnız Ahmet, nasıl geldiyse Vakfıkebir’e kadar gelmiş. Ama orada vefat etmiş. Geyikli’ye ulaşamamış.Oraya defnedilmiş. Defnedildikleri yer sonradan hep dümdüz edildiği için bu ülkeyi bize emanet etmek için canını feda eden insanlardan biri daha beton yığınlarının altında kalmış. Şu anda, anne tarafı Kiraz kızı olması dolayısıyla Kirezû olarak bilinen ve öyle çağrılan, aslında Derehallû olan Harun Bayraktar babası, Kirezû Abdullah’tan naklen bu bilgileri doğrular şekilde “Babamın babası harpte gitti. Adı Ahmet idi. Vakfıkebir’de bir yol görmüşler. Oralarda bir asker kırmışlar. O zaman ölmüş. Oralarda bir çatışma yapmışlar, ölmüş. Mezarı belli değil” diyor ve “Babam, ‘sadece bizim Derehallû’dan altı kişi gitmiş, geri gelmemiş’ derdi”yi ekliyor. Hasan amca bu altı kişiden beşinin isimlerini verebildiği görüşmemizde Hasan ile Mehmet’in bir kardeş, Mustafa ile Ahmet’in bir kardeş ve öteki Hasan’ın da onlarla ayrı anadan bir ve en küçük kardeş olduğunu, Mehmet’in, Halil amcanın babası, Hasan’ın Halil amcanın amcası, Ahmet, Mustafa ile diğer Hasan’ın da Halil amcanın amcasının oğulları konumunda bulunduğunu ifade ediyor. İşte bu konumdan dolayıdır ki Halil amca oğullarının birinin ismini Mehmet, diğerinin ismini de Hasan koymuş.Dokuz kardeşten geriye kalan bir topal kardeşHanımı Esma teyzenin, “Kadın teyzem (kaynanası) ‘dokuz tane kardeşten bir topal kardeşimiz kaldı’ derdi” hatırlatması ve “onlar çok yakışıklı delikanlılarmış” nitelemesi ile Hasan amcanın sadece baba tarafından değil anne tarafı Kürdûlarından da “gidip de gelmeyenler”in varlığı bilgisine ulaşıyoruz. Ve kulaklarımızdan içeri Hasan amcanın söylediği şu sözler giriyor, hafızamızda kendine yer ediniyor: “Kürdûlarından bir Hüseyin vardı, topaldı. Bir Muhammet vardı. Bir Hasan vardı. Ben bunları iyi biliyorum. Bunlar burada öldü. Ecelinden öldüler. Bir Ali Osman varmış. Onu tanımıyorum. Bir Şükrü varmış. Bir Osman varmış. Bir Nuri varmış. Bir de Karmali varmış. Bunlar seferberlikte gitmişler, hiç daha gelmemişler. Bazısının anaları ayrı imiş. Beş kardeş, Kadın anam ile babadan bir kardeşleri. Hasan, Muhammed ayrı, gerisi hep bir anadan. Ben sekiz kardeş biliyorum. Üçü burada öldü. Beşi gitti, gelmedi. Nuri, Mizamû Mehmet’in hanımı Hanım’ın babası idi. Osman, Ali Osman ve Karmali’nin uşağı yokmuş. Osman evlenmiş de uşağı olmadan buradan gitmiş. Ali Osman ile Karmali bekâr imiş.”
Hasan amcanın anne tarafı ile ilgili olarak bu anlattıklarına (Kirezû) Harun Bayraktar’ın eşi Saniye Bayraktar’ın da ilaveleri var. “Anam (Nadiye teyze, Şıfû Yusuf amcanın hanımı) Kürdû Şükrü’nün kızı idi. Anam anlatırdı. Şükrü, Güdün köyünden bir arkadaşı ile askerlik ederlermiş. Noktaları bozulmuş. Kaçarlarmış. Kaçarken anamın babası Şükrü vurulmuş. O adam da bunu biraz götürmüş. Bir ırmak yakasına gelmişler. Anamın babasını bir çortun dibine bırakmış. Çok ısrar etmiş, ‘beni bırakma, beni bırakma’ demiş ama herif ne etsin. Anama da ‘Ne yapayım? Gâvur geliyordu. Götüremediğim için bıraktım. Ha gâvur öldürdü, ha kendi kendiye öldü; ondan haberim yok’ demiş. Anama o kadar durumu anlatmış. Daha geri gelmedi. Bütün bunları Kürdû Ahmet (Ali Osman’ın, Hasan’ın babası) bilirdi ama o öldü. Nuri de anamın kardeşi imiş. Askerde iken at ile göle batıp öldüğünü söylüyorlar. Onu Mizamû Mehmet’in hanımı Hanım bilir.” diyor Saniye Bayraktar.
Erzincan’dan Afyon’a… Hem de yaya
“Nuri’nin durumunu kızı Hanım bilir” dedikleri Mizamû Hanım teyzeye babasının durumunu sordum. Seferberlikte değil daha sonraki devirde askere gittiğini ve bir daha geri dönmediğini söylediği bilgisini aktardıktan sonra gelelim Halil amcanın hikayesine.
Torun Köksal ve oğul Hasan amcanın anlattıklarına göre, Halil amca tek oğulmuş. Gidenlerin geri gelmediği bilindiği için büyük anası onu askere göndermek istememiş. O asırlarda da para filan verince birşeyler oluyormuş. Büyükana Durallıuşağı köyünden birine biraz para vermiş ki oğlu askere alınmasın; fakat kurtaramamış. Tarihi kesin olmamakla birlikte 1917-1920 yılları arasında Halil amca askere alınmış. Önce Trabzon’a, Trabzon’dan da Erzincan’a gitmiş. Kazım Karabekir komutasındaki 3. Orduda bir birliğe katılmış. Erzincan’da ne kadar kalmış bilinmiyor. Rusya’da komünist devrim gerçekleşip, Çarlık Rusyası askerleri topraklarımızı terk edip, Doğu sınırımız garanti altına alınınca önemli bir kuvvet, Batıya kaydırılmış. Kaydırılan birliklerde Halil amca ile Temeloğlu Mustafa (Algün) amca, Kuşoğlu Osman (Karagöz) ve Ahmet (Karagöz) amcalar da varmış ve yaya olarak Afyon’a kadar gitmişler. Önce 70 günde ancak Haymana’ya varmışlar. Bir asker disiplini içinde, açlıklarını, susuzluklarını hiç çaktırmadan giden Halil amcalara, köylüler, ellerinde bulunan neyse onunla yardım etmek için yarışırlarmış. Hatta bir yağmurlu havada büyük bir han sahibi zengin bir Anadolu anası, bütün askeri o handa misafir etmiş, ne var ne yok askere getirmiş, yedirmiş. Halil amca, “eğer o kadın bizi yedirmeseydi açlıktan ölecektik” dermiş. Bitlenmenin, pirelenmenin gayet olağan olduğu Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna bu yaya yolculukta geçtikleri bütün yerleri tek tek sayarmış Halil amca. Haymana’da harbe başlamışlar. Harp ede ede Kütahya kenarlarına gelmişler. Yalnız kovaladıkları Yunanlılar Sakarya’dan buralara kaçarken Türklerin yıktığı köprüleri bez köprüler ile geçmişler, Kütahya’ya kadar varmışlar. Kütahya’nın bir yerini dikenli tel ile çevirmişler. Öyle ki “Türkler burayı yedi senede geçse yedi günde geçti, deriz” diye övünürler, caka satarlarmış. Halil amcalar makasları almışlar, tel örgünün bazı yerlerini kesmişler, bazı yerlerini kesememişler. Adanalı Ömer varmış, onunla bir ölü adam bulmuşlar. Adamı telin üzerine atmışlar. Onun üstüne basarak öbür yana geçmişler. Geçince görmüşler ki Yunan askerleri, yukarıdaki anlayıştan olsa gerek hep picamalı imişler. Hep uyurlarmış. Nöbetçileri hep öldürmüşler. Diğerlerini yatakta yakalamışlar. “Mehremet, mehremet (merhamet!) diye yalvarırlarmış. Onları önlerine katmışlar. Afyon cephesine ulaştıktan, Afyon’u, gökyüzüne kalkan bir toz bulutu içerisinde 15-20 dakikada aldıktan sonra Yunan düşmanını kovalaya kovalaya, savaşa savaşa İzmir’e kadar gitmişler. İzmir’de Karadeniz’den gelen askerleri ayırmışlar. Onlara “Siz bir daha geriye dönemezsiniz. Buradan oraya yaya gidemezsiniz. Biz sizi buraya yerleştireceğiz” demişler, bir kamp kurmuşlar. Aradan kısa bir zaman geçtikten sonra, Halil amca ve bir kısım asker Manisa üzerinden İstanbul’a, İngiliz işgalini kaldırmaya yardımcı olmak için götürülmüşler. Onlar gidene kadar zaten İngilizler, kendiliğinden çekilirken oradan Adapazarı’na geçip, Abaza ayaklanmasını bastırma harekâtına katılmışlar. Sapanca’dan da terhis edilmiş, yanındaki askerlerle yine yaya olarak Trabzon’a, köyü Geyikli’ye dönmüş.
Konak’ta denizi atılan anahtarlarTorun Köksal’ın, bizzat dedesinden duyduğu şekliyle naklettiğine göre daha İstanbul ve Adapazarı seferi planlanmadan, yukarıda da bahsedildiği gibi Erzincan’dan gelen askerleri İzmir’de bir kampta toplamışlar. “Yaya geldiniz. Yaya olarak geriye dönmeniz mümkün olmaz. Sizleri buraya yerleştireceğiz. Hiç birinizi mağdur etmeyeceğiz. İzmir’in en güzel yerlerinden size ev, arazi vereceğiz” demişler ve hatta kaçan Rumlardan kalma evlerin anahtarlarını vermişler. Fakat anahtar alanların çoğu, bu anahtarları Konak’ta denize atarak, “Biz burada kalamayız. Memleketimize döneceğiz. Biz seferberliğe çıktık. Çoluk çocuğumuz hep askerdi. Kimler kırıldı, kimler kaldı, dönmemiz lazım” dediklerini söylermiş. Kendisinin kalmayış sebebini ise İstanbul ve Adapazarı’na göreve göndermenin yanısıra, “Kalmadım. Çünkü babam, amcam askerdi. Köyden de birçoğu askere gitmişti. Kim öldü, kim kaldı? Onun için köyüme döndüm” diye izah edermiş.“Al sana merhamet!”Torun Köksal, yine bir gün kendisine “Atatürk’ü hiç gördün mü?” diye sormuş ve şu cevabı almış: “Bir akşam saatlerinde arazide yemek yerken bize komutanlar tarafından ‘Kemal Paşa gelecek’ dendi ve bizi ayağa kaldırdılar. Sıra yaptılar. ‘Kemal Paşa geldi’ dediler. Orta boylu, mavi gözlü, sarı bir adam olduğunu gördüm. Hatta, ‘bu askeri yemekten niye kaldırdınız, içtima ettiniz?’ diye bizim subaylarımıza çıkıştığını duydum.” Torun Köksal’ın bir başka sorusu ve dedesi Halil amcanın cevabı ise Anadolu’da gerçekleştirmedikleri mezalim kalmayan Megalo İdea’cıların, “merhamet etmeyene merhamet edilmez” düsturunun adaletinden hisselerine düşeni nasıl aldıklarını göstermesi bakımından mânidârdı: “Birinde yine sordum. ‘Hiç düşman askeri öldürdün mü?’ dedim. ‘Yunan askeri ile karşılaştık. Bana ‘merhamet’ diye bağırdı. Ben de ‘al sana merhamet’ diyerek tüfeğimi sıktım’ dedi. ‘Onlar merhamet etti mi?’ diye de ekledi.”Göğsüne madalya takamadıErzincan’dan İzmir’e, İzmir’den İstanbul’a, Adapazarı’na, Sapanca’dan terhis olarak tekrar Trabzon’a yürüyerek dönme gerçeğini de bünyesinde barındıran bir İstiklal Savaşı hikayesi gazilerinden biri olmasına rağmen Halil amca ne İstiklal Madalyası alabilmiş, ne de kendisine gazilik maaşı bağlanabilmiş. Çünkü askere alındığına dair şubesinden belge getirilmesi istenmiş. Oğulları konuyu soruşturmuşlar. Belgeyi almak ise mümkün olmamış. Kayıtlara ulaşılamamış. Vakfıkebir Askerlik Şubesinde evrakları bulunamamış. “Şube bir ara yandı” demişler. “Evrakları yanmış olabilir” demişler. İzmir’in bir ilçesi varmış, Ödemiş mi, Tire mi, oralarda bir yerde kaydı olabileceği, gerekli belgenin oralardan çıkarılabileceği söylenmiş. Fakat uzak yer olduğu için olsa gerek arayıp, sorulmamış, uğraşılmamış. Dolayısıyla Halil amcanın göğsünde gururla taşıyacağı, oğullarına, torunlarına miras bırakacağı madalya alınamamış. Temelû Mustafa (Algün) amcanın, Danû Aliosman (Gülay)’ın kayıtları bulunmuş. Onlara madalya verilmiş, maaşlarını almışlar. Şıfû Hasan amca (Yaşar) İstiklal Madalyasını takmış. Halil amca buna rağmen, “onlarınki çıktı da benimki niye çıkmadı?” diye kendine dert edinmemiş. Hiç üstüne almamış. Üstünde durmamış. Sağlığında bir tek kez Vakfıkebir’e müracaat için gitmiş, ondan sonra da daha hiç konu etmemiş. Oğullarına da “arayın, marayın, işin peşini bırakmayın” dememiş. “Demek ki ‘Allah katında ben görevimi yaptım. Gerisini Allah bilir’ dedi, öyle mi?” sorusu şeklindeki değerlendirmemize oğul Hasan’ın verdiği cevapta kendini gösterdiği gibi “Herhalde işini Allah’a bırakmış.”“Geyikli kimin?” sorusunun cevabı “sıradağlar”dan biriTorun Köksal’ın anlattığı bilgiler bizzat Halil amcanın ağzından çıkmış olup yarım saatlik bir kasete kaydedilmiş. Kasetin hikayesini torun Köksal, şöyle anlatıyor: “Dedem, sağlığında bu olayları pek anlatmazdı. Üç gün hasta yattı. Dördüncü gün öldü. Hasta yatağında biz sorduk, o da anlattı. Hatta zaman zaman ölümü yaklaştığı zamanlarda ‘ben de geliyorum’ diye söylendiği duyuldu. Yanında Yasin okumak için bulunanların söyledikleri bu.”
“Biz zaten böyle bir çileyi çektik. Bari anlatarak anlattıklarımızla çocuklarımız çekmesin”, veya “yaptığımız görev sonucunda elde ettiğimiz manevi mertebeye halel gelmesin” ya da “yaşanması gerekiyordu, yaşadık, dolayısıyla anlatmaya da gerek yok” diye anlatmadıkları, veyahut hayatın çarkları arasında ömürlerini geçirmekle uğraştıkları, biraz da ihmalkâr davrandıkları için gelecek nesillere aktarmadıkları bir emsalsiz mücadelenin kahramanlarından biri olan Derehallû Halil amca (Bayraktar), yüksek perdeden sesi hâlâ kulaklarımda çınlayan… İri vücut yapısı, uzun boyu, başındaki açık turuncu-beyaz sarığı, palto-pardesü karışımı paltosu ile gözümün önüne gelen o isimsiz kahraman… Bu kelimeleri tarihe kayıt düşerken gözlerimden yaşlar boşalmasına sebep olan o sağlam kök… “Dünya anahtarı”na İzmir Kordon Boyunda denizi boylatma cesaretini göstererek gelecek nesilleri Geyikli’ye bağlamada sağlam kök olmayı tercih eden o ulvî ruh… Şimdi Geyikli-Konakyanı mezarlığında “toprağın karabağrında sıradağlar gibi duranlar” gerçeğini de dosta-düşmana hatırlatan sıfatıyla Geyikli’yi vatan kılan bir mühür olarak istirahat ediyor. Mahşerde şefaat edecek olduğu isimleri bekliyor.
Bir mikro Türkiye özelliği taşıyan Geyikli beldesinin mezarlıkları, “Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” gerçeğinden hareketle vatan olmuş toprağın ilelebed vatan kalması için gerekeni yapan… “Bu vatan toprağın kara bağrında / Sıradağlar gibi duranlarındır” diye de “Bu vatan kimin?” sorusunun cevabını kesin hüküm olarak vermiş bulunan Halil amca gibi nice İstiklal Harbi gazileriyle dolu.
Hazırlayan:
Kamil BAYRAKTAR / Gazeteci Yazar