ALEVÎLİK NE DEĞİLDİR?

“ALEVÎLİK NE DEĞİLDİR?”
Yazısını indirebilir veya okumaya devam edebilirsiniz.

ALEVÎLİK NE DEĞİLDİR?

Hakkı BAYRAKTAR

( Tarihi Bir Fitnenin Çağdaş Yansımaları ve Alevi-Sünni Kardeşliğinin Temel Naslar Işığında Gerçekleştirilmesi )

“Münafıkların kalbinde dört kimsenin muhabbeti toplanmaz: Ebubekir, Ömer, Osman ve Ali(r.a.)”(Hadis-i Şerif)

“Benim yüzümden iki tip insan helak olmuştur: Birinciler, beni sevme hususunda aşırı gidenler. Ikinciler de, beni sevmeyip aleyhimde bulunanlar.” (Hz.Ali)

Yeni Bir Senaryo / Ya Tutarsa!..

Zaman zaman, ‘Alevilik’ üzerine bir bardak suda fırtına kopartanlar; bulanık suda balık avlamak isteyenlerin iştahını da kabartmıştır. Yıllardır Alevi vatandaşlarımızı siyasi çıkarlarına alet edenler, yine kuzu postuna bürünen kurtlar misali sahnede belirmişler ve kurtarıcı ‘baba’lar rolüne talip olmuşlardır.
Halbuki bunların hiçbiri ne samimi ve ne de gerçek Alevi’dir.
Ayrıca, meselenin devam edip gelen bir senaryonun son ve yeni bir halkası olduğu da aşikardır. Oynanmak istenen ve sahneye konan oyun şudur: Sağcı-solcu, laik-antilaik, kemalist-antikemalist kavramlarıyla -yüzde doksan dokuzu Müslüman olan- milletimizi bölüp parçalayamayan şer güçler; Sünni-Alevi çatışmasını gündeme getirerek süfli emellerine ulaşmak istemektedirler. Bu senaryonun da başarısız olduğu, uyanık ve firaset sahibi aziz milletimizin fazla rağbet etmemesinden anlaşılmaktadır.
Fazla rağbet görmese de, bu mesele gündemde tutulmaya ve üzerinde yerli yersiz spekülasyonlar yapılmaya devam edilmektedir.
Öyleyse gerçek Aleviliğin ne olduğunu ve Hz.Ali(k.v.)’nin yüce kimliğini, istismara meydan vermeyecek bir kesinlikte tesbit etmeliyiz. Ancak bunu yaptıktan sonra Aleviliğin ne olmadığını anlayabilir ve istismarcıların oyunlarını boşa çıkarabiliriz.

Alevilik Nedir?

Alevilik; Hz.Ali(k.v.)’yi sevilmesi gerektiği kadar sevmek ve onun yoluna şuurlu bir şekilde bağlı kalmaktır.
Hz.Ali(k.v.)’yi sevenleri ve ona bağlı olanları, tarihi bilgilerimiz ışığında iki gurupta mütalaa edebiliriz:
Birincisi, onu yüce faziletlerinden, ahlaki ve ilmi kemalâtından ve Ehl-i Beyt’ten olmasından dolayı sevenler. Başka bir ifadeyle; Allah ve Resulü övdüğü ve ‘sev’ dediği için sevenler. Ikincisi, siyasi sebeplerden dolayı onu sevenler ve bağlananlar.
Ehl-i Beyt’i ve dolayısıyla Hz.Ali(k.v.)’yi sevmek; hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun her Müslümanın görevidir. Önce bu husustaki ilahi buyruğu dinleyelim:
“Ey Ehl-i Beyt (Peygamberin ev halkı)! Allah, sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.”(el-Ahzab, 33)
Ehl-i Beyt; -en yaygın kanaate göre- Peygamber Efendimizin evlatları, eşleri, torunları olan Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin ve damadı Hz.Ali(k.v.)’dir.
Rivayete göre; Allah Resulü, bir sabah sırtında siyah kıldan bir abayla dışarı çıkıyor. O sırada kızı Hz.Fatıma, damadı Hz.Ali; sonra da, torunları Hz.Hasan’la Hz.Hüseyin geliyor ve Sevgili Peygamberimiz, her geleni abasının altına aldıktan sonra sonunda yukarıdaki âyeti okuyarak şöyle dua ediyor: “Ey Allah’ım! Bunlar benim Ehl-i Beytimdir. Onları günahtan uzak tut!”
Bakınız; Sevgili Peygamberimiz, bu hususta başka neler buyuruyor:
“Ben, size iki şey bırakıyorum: Kur’an ve Ehl-i Beytim. Onlara uyarsanız kurtulursunuz.”
“Ben, kimin dostu isem Ali(k.v.) de onun dostudur.”
“Ali(k.v.)’yi yalnız mü’minler sever; ona yalnız münafıklar buğz eder.”
“Ali(k.v.)’ye bakmak ibadettir.”
“Ali(k.v.)’yi seven, beni sevmiş olur. Ali(k.v.)’ye buğz eden, bana buğz etmiş olur. Ali’ye eziyet eden, bana eziyet etmiş olur. Bana eziyet eden de, Allah’a eziyet etmiş olur.”
“Ben, ilmin şehriyim; Ali(k.v.) de, o şehrin kapısıdır.”

Bu hadis-i şeriflerden kısaca şunları anlıyoruz:
Kur’an’dan sonra Allah Resulü’nün uymamızı istediği ikinci şey Ehl-i Beyt’tir. Bir hadiste; “Size iki şey bırakıyorum; onlara sımsıkı sarılırsanız yolunuzu asla şaşırmazsınız. Onlar da; Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnetimdir,” buyuruluyor. Ehl-i Beyt konusundaki hadisle bu hadisi birarada düşünürsek; demek ki Ehl-i Beyt, sünneti bizlere taşıyan ve sünneti en iyi öğrenebileceğimiz mübarek bir topluluktur.
Allah Resulü, dost olduğu insanlara dostlukta Hz.Ali’yi de ortak kabul ederek onun kendine yakınlığına işaret buyurmuş ve onu yüceltmiştir.
Hz.Ali’yi sevmenin bir mü’min tavrı ve görevi, ona buğz etmenin ise münafık alameti olduğu belirtilmiştir.
Yine Hz.Ali’yi sevmenin, Allah Resulünü sevmek; ona buğz ve eziyet etmenin, Allah Resulüne hatta Allah’a eziyet etmek olduğu bildirilmiştir. Çünkü Hz.Ali, Allah’a ve Resulüne son derece bağlıydı. Allah’ın Resulü, hicrete çıkacağı zaman onu yatağında yatmak üzere bırakmış, o da bunu, -canının tehlikeye gireceğini bile bile- kabul etmemiş miydi? Allah ve Resulünün sevdiklerine eziyet ve buğz etmek gayretullaha dokunur ve Allah, onlara harp ilan eder!
İlim şehri olan Allah Resulü’ne, Hz.Ali kapısından girilebileceği buyuruluyor. Yani Hz.Ali’yi tanıyabilen, ona ulaşabileni o, Sevgili Peygamberimize taşıyordu. Peygamber Efendimiz, ona bazı manevi ilimlerin sırlarını telkin buyurmuş; o da, insanları Allah Resulü adına irşad etmişti.
Işte bütün bu ve daha nice sebeplerden dolayıdır ki; bütün Müslümanlar, Ehl-i Beyti ve Hz.Ali’yi sevmekte asla kusur etmemelidirler.
Bu sevginin tezahürüdür ki; beş vakit namazımızda ‘Salli’ ve ‘Bârik’ dualarını okurken; “Allahümme salli alâ-Muhammedin ve alâ âli-Muhammed: Allah’ım, Muhammed(s.a.v.) ve Ehline rahmet et! / Allahümme bârik alâ-Muhammedin ve alâ âli-Muhammed: Allahım, Muhammed (s.a.v.) ve Ehl-i Beytine bereket ver!” deriz. Bunu, ‘dinin direği’ olan ibadetimizin gereği olarak yaparız.
Bu sevginin bir tezahürüdür ki; asırlardan beri doğan çocuklarımıza en çok Ali, Hasan, Hüseyin, Fatıma isimlerini koyarız ve hep onlara benzesinler diye bunu yaparız. Ayrıca bu isimler çağrılınca; hep Ehl-i Beyt’in, Ashabın ve Allah Resulünün hatırası canlanır zihinlerimizde.
Bu sevginin tezahürüdür ki; camilerimizi Allah(c.c.), Muhammed(s.a.v.), Ebubekir(r.a.), Ömer(r.a.), Osman(r.a.) levhalarının yanı sıra Ali(k.v.), Hasan, Hüseyin ve Fatıma(r.ah.) levhalarıyla süsleriz. Hz.Ali’nin namaz kılarken şehit edildiği camide, onun asılı duran isminin yanı başında ibadet ederken bizler de şehadet şuuruyla bileniriz. Hz.Hüseyin’in ismini görür Kerbela’yı hatırlar ve fitnelere karşı uyanık olmayı öğreniriz. Hz.Hasan’ın ismine bakar, kahpece zehirlenişini hatırlar, düşmanın her türlü hilelerine karşı tedbirli olmayı öğreniriz. Hz.Fatımatü’z-Zehra’nın levhasına kemâl-i edeple bakar, Allah Resulünün; “Fatıma, cennet kadınlarının efendisidir,” hadisini hatırlarız. Onu, bütün kadınlarımıza örnek gösterir, özendiririz.
Şunu da yeri gelmişken zikretmeden geçmeyelim:
Birçok Ehl-i Sünnet meşrebinin piri olarak Hz.Ali kabul edilir ve Peygamber Efendimizden hemen sonra Hz.Ali, Hz. Hasan-Hüseyin’e dua ile ve onlardan himmet istenerek zikrullaha devam edilir. Bir Ehl-i Sünnet, Nakşi meşrep ve evliyaullahın zirve şahsiyetlerinden olan Imam-ı Rabbani(k.s.) bakınız meşhur Mektubât’ında ne diyor:
“Insanları Allah’a ulaştıran yol ikidir: Birinci yol, kurb-u nübüvvete taaluk eden (peygamberliğe yakınlığa ait) yoldur: Asaleten bu yoldan ulaşanlar enbiyâdır. Onlara, salât ve selâm. Bir de onların ashab-ı kirâmı…Ikinci yol, kurb-u velâyet(evliyâullaha yakınlığa ait yol)tir. Allahu Teâlâ’nın umum veli kulları bu yoldan ulaşırlar. Bu yolun muktezası(gerekli şahsiyeti) ve reisi Hz.Ali Murtezâ’dır. Allah(c.c.) onlardan razı olsun. Resulullah’ın(s.a.v.) mübarek ayağı, onun mübarek başı üzerinde gibidir. Hz.Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz.Fatıma bu makamda onunla ortaktırlar. Onlardan sonra bu ulvi vazife Abdülkadir Geylâni’ye verilmiştir. Kutuplardan olsun, nücebâdan olsun, aktâb olsun hepsi onun tavassutu (manevi aracılığı ve yardımı) ile Allah’a ulaşırlar.”(534. Mektup)
Evet, bir ehl-i meşreb Sünni’nin manevi kemalâtı için Hz.Ali ve Ehl-i Beyt bu derece mühimdir. Hal böyle olunca; onları sevmek ve onlara bağlılık hususunda nasıl kusur edilebilir?

Sevmenin Ölçüsü

Hz.Ali’yi ve Ehl-i Beyti; -ister Alevi, ister Sünni olsun- her Müslüman can u gönülden sevmektedirler. Bu gerçek, tarih boyu değişmemiştir. Ancak, her şeyde olduğu gibi bu hususta da ifrat ve tefrite düşmemelidir. Ne büyük bir firasettir ki; kendini sevme hususunda hataya düşülebileceğini sezen Hz.Ali(k.v.), manidar ve gerçek ölçüyü koyucu uyarısını ta baştan yapmıştır:
Ahmed b. Hanbel Hz.Ali radıyellahü anh’tan şunu rivayet etmiştir:
“Beni, Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellem çağırdı ve buyurdu ki; ‘ Sende Isâ’ya benzer bir yön vardır. Yahudiler onu öylesine horlamışlardır ki, anasına iftira bile etmişlerdir. Hıristiyanlar da öylesine sevmişlerdir ki, onu kendisine layık olmayan bir yere indirmişlerdir.’ (Hz. Ali şöyle devam etti:) Dikkat edin, iki grup, benim hakkımda kendilerini gerçekten mahvedeceklerdir: Birisi sevenlerdir ki, beni bende olmayan şeylerle öveceklerdir. Diğeri de horlayanlardır ki, bana olan kinleri onları bana iftiraya zorlayacaktır. Bakın, ben peygamber değilim. Bana vahiy gelmez. Ama ben gücümün yettiği kadar Allah’ın kitabına ve Resulüllah’ın sünnetine uygun iş yaparım. Size, Allah’a boyun eğmeyi emrettiğim sürece- hoşunuza gitse de gitmese de bana boyun eğemek görevinizdir.”(Ahmed b. Hanbel, Müsned, I/160)

Hz.Ali’yi Siyasî Manada Sevenler / Sevmiş Görünenler

Bu gruba baktığımızda, hedef ve gayeleri farklı birçok siyasi gruba rastlarız. Bunları beş grupta mütalaa edebiliriz:

Birinci Grup: Bu grup; “dinde mutaassıp, muhakeme-i akliyede noksan” bir gruptur. Hakem Hadisesine kadar Hz.Ali’ye aşırı bağlı olan bu grup, bu hadiseden sonra onun amansız düşmanı olmuşlardır. Bunlar Sıffin muharebesinden sonra Hakem Hadisesinde Hz.Ali’ye karşı çıkıp onun ordusundan ayrıldılar. Hz.Ali’nin, hakimi kabul etmesini küfür saydılar. Bunlara ‘Hâricîler’ ismi verilmiştir. Hz.Ali, bir ordu hazırlayarak bu fitne-fesat grubunun üzerine yürüdü ve onlara Nehrevan’da büyük kayıplar verdirdi.

Ikinci Grup: Bunlar, münafıklar ve Yahudi dönmeleriydi. Hz.Ali’yi ve Ehl-i Beyti sevdiklerini iddia ettikleri halde, sinsi bir şekilde Müslümanlar arasında batıl fikirler yayıyorlardı. Asıl gayeleri Islamiyet’i içten yıkmaktı. Bazı zayıf itikatlı müminlerin inançlarını sarsma ve fitne çıkarma konusunda zaman zaman başarılı da olmuşlardı.

Üçüncü Grup: Bunlar, Emevilerin -Arap milliyetçiliğine, aşırı israf ve diğer kavimlere karşı zâlimâne tutumlarına dayalı- saltanatına karşı çıkarak Hz.Hasan ve Hüseyin’e taraftarlık gösterip onların ordusunda yer alan gruptur.

Anadolu Aleviliğinin Ortaya Çıkışı ve Gelişmesi

Şiilik, genelde bir fırka ve mezhep halini almış olsa da bugün ülkemizde anlaşıldığı ve yaşandığı şekilde Alevilik, bir fırka ve bir mezhep değildir. Ehl-i Beyt muhabbetini temel alan, fakat zamanla sapmalar göstererek bugünkü haline ulaşmış bir ‘tarikat’ diyebiliriz. Araştırmacı ve tarihçilerin bu husustaki tesbitlerini özetlersek:

“Timur, Yıldırım Bayezid’i yendikten sonra Anadolu’dan aldığı otuzbin kadar esiri Iran’a götürmüştü. Bunları Erdebil’e yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah Ismail’in dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak bilinen Şeyh Ali’ye intisab ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, arasıra ziyaretine gittiği şeyhin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda şeyh; ‘Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu’dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum,’ dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu’ya döndü.

Erdebil Şeyhi, Anadolu’ya dönen müritleriyle alakasını devam ettirdi. Erdebil Şeyh’inin tarikatında Hz.Ali muhabbeti esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz.Ali sevgisiyle tamamen boyandılar. Bunlara bu vasıflardan dolayı ‘Alevî’ denildi. Aslında bu esirlerin ecdadı ve kendileri, bu tarikat ile intisab kuruncaya kadar Ehl-i Sünnet itikadında idiler.

Bu şeyhin asıl maksadı; gerek Iran’da, gerekse Anadolu’da müritlerini çoğaltarak irşad postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nail olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da, babasının gizli emellerini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın Iran hükümdarı Cihanşah, kendisini Iran’dan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd, Anadolu’ya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürid kazandırdı.

Şeyh Cüneyd de, babasının akıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. O da, siyasi maksadına nail olamadı. Nihayet oğlu Şah Ismail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye -maalesef- muvaffak oldu. Onüç yaşında iken Anadolu’daki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün Iran’da hakim olan Akkoyunlular’a harb ilan etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşad postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve ‘Safeviler Devleti’ni kurdu.

Bununla beraber Şah Ismail, Anadolu’dan elini çekmedi. Birçok halifeler göndererek nüfuzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesine kadar artan bir hızla devam etti. Bu muharebeden sonra, Iran’ la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece; Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak; Anadolu’daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar. Zamanla yanlış kanaatlara sahip oldular. Kendileri dışında kalan Müslümanların, Ehl-i Beyt’e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Bu düşünce zamanla soğukluğa ve ihtilafa dönüştü.

Bu ihtilaf neticesinde; Erdebil Tekkesine bağlı Anadolu Türkleri, medreseden uzak kaldılar. Itikada, ibadete vb. ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden bir takım telkinlerle iktifa ettiler. Diğer Müslümanlarsa, bunlarla yakın alaka kuramadı. Ölçüsüz münakaşalar, yersiz ithamlar ve sorumsuz davranışlarla aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnilik ve Alevilik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.”(*)

(*): Prof. Dr. Walter Hinz, Uzun Hasan ve Şeyh Cüneyd, Çev.: Tevfik Bıyıkoğlu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, IV. Seri, no: 5 s.9 / Bekir Kütükoğlu, Osmanlı-Iran Siyasi Münasebetleri, Ist. Ü. Ed. Fak. Yayını s.7 / Bu kaynakları referans alarak: Mehmet Kırkıncı, Alevilik Nedir? s.51 / Ayrıca bak: Prof. Dr. Faruk Sümer, Safevi Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, s.2

Dördüncü Grup: Bu grubu Iranlılar teşkil eder. Hz.Ali ve Âl-i Beyte aşırı sevgileri, onları kin ve adâvet duygularına sevk etmiştir. Her yıl muharrem ayında, Iran’da, yediden-yetmişe herkes yas içindedir. Ehl-i Beytin başına gelenler, özellikle Kerbelâ’da vuku bulan hadiseler için herkes gözyaşı döker, dizlerini ve sırtlarını döverler. Bu durum, ifrat derecesinde gerçekleşir ve Ehl-i Beytten olmayan sahabeye karşı kin ve nefret oluşur.

Beşinci Grup: Bu grup, Islam’dan intikam almak için şeklen Müslüman olan üç zihniyetin mensuplarından oluşur.(Ibn-i Hazım, fi’l-Milel ve’l-Ahva ve’n-Nihal, c.2, s.115) Bunlar; “Iran’daki Mecusi dininin reis ve ruhanileri,” “Iran’daki ırkçılar” ve “Eski saltanat hanedanının menbupları”dır. Bu üç grup mensupları, Islam’ın hakimiyeti karşısında itibar ve menfaatlerini kaybettikleri için sûret-i haktan görünerek Islam’dan intikam almak istemişlerdir.(Daha geniş bilgi için bkz.: Mehmet Kırkıncı, Alevilik Nedir?)

***

[Hz.Ali’yi halifelik makamına daha layık görmenin yadırganacak bir tarafı yoktur. Ama bunu normal bir görüş farklılığı görmeyip Hz.Ali’nin de bizzat biat ettigi halifeleri zalim ve gâsıp saymak bir aşırılıktır. Halbu ki, Hz.Ali’nin bu zatlarla ilgili güzel sözleri vardır.

Buhârî’nin rivayetine göre Muhammed b. el-Hanefiyye diyor ki; “Babama (Hz. Ali kerremellahü veche’ye) sordum: Resulüllah sallallahü aleyhi ve sellemden sonra insanların en üstünü kimdir? Dedi ki; ‘Ebubekr’dir.’ Ondan sonra kimdir? dedim. Dedi ki; ‘Ömer’dir.’ Bundan sonrakinin Osman olduğunu söylemesinden korkarak dedim ki; ‘Sonra da sensin.’ Dedi ki; ‘Ben, başka değil, sadece Müslümanlardan biriyim.'”(Buhârî, Fedâilü’s-Sahabe, 5)

Bilindigi gibi bugün Şia, Hz.Ali’nin halifeliğini bir iman meselesi saymaktadır. Onlara göre; imanın şartlarından biri de, Hz.Ali’nin ve soyundan gelenlerin Hz. Peygamberden sonra halife olduklarına inanmaktır.(Muhammed Rıza’l-Muzaffer, Akâid’ül-Imâmiyye; Abdülbakî Gölpınarlı tarafından ‘Şia Inançları’ adıyla tercüme ve neşredilmiştir. Ist. l978, s.50) Ezan okurken “Eşhedü enne Aliyye veliyyullah,” demeleri, bu inanç esasını ilan etmekten başka bir şey değildir.(Doç. Dr. Adülaziz Bayındır’ın internet sitesindeki bir yazısından alınmıştır. Bkz. www.suleymaniyevakfi.org)]

İslam’ı İçten Yıkma Planları / İIbni Sebe’nin Hz.Ali İstismarı

Tarihe baktığımızda ve olayları doğru yorumladığımızda şunu tespit ediyoruz: Islam’ı parçalayıp yok etmek isteyen şer güçler, hep fırsat kollamışlar ve fırsat buldukları an projelerini uygulamayı asla ihmal etmemişlerdir. Tabir caizse; önce suyu bulandırmışlar, sonra da bulanık suda kolayca balık avlamışlardır. Şiiliğin(Hz.Ali taraftarlığının) ortaya çıkışında Yahudi bozuntusu Abdullah Ibni Sebe ve taraftarlarının yaptıkları da bundan başkası değildi.

İbni Sebe, bir hahambaşıydı. Hz.Osman(r.a.) zamanında Yemen’den Medine’ye gelip güya Müslüman olmuştu. Gayesi, Islam’ı içten yıkmaktı. Pavlos’un Hıristiyanlığa yaptığı gibi Islam Inancını ifsat etmek ve Müslümanlığı hurafelerle doldurmaktı. Esasen Yahudilerin Islam’a düşmanlıkları, Peygamber Efendimiz zamanında başlamıştı. Onlar, ahir zaman peygamberinin kendilerinden çıkmasını bekliyorlardı. Hayallerinin aksine Peygamber, Kureyş’ten gelince bu durum, onların kin ve kıskançlıklarını artırmıştı. Bütün gayretlerine rağmen Allah Resulü zamanında, Hz.Ebubekir ve Hz.Ömer zamanlarında Müslümanlar arasına fitne sokamadılar. Hz.Osman döneminin sonlarına doğru ellerine bazı fırsatlar geçti ve Ibni Sebe, bu fırsatı değerlendirmeyi başardı.

Hz.Osman’ın Şehadeti ve Fitnenin Hız Kazanması

Hz.Osman zamanında devlet adamlarının çoğunun Emevilerden olması, Hâşimîleri; ‘Ensar’dan çok ‘Muhacirler’in vazife alması, Ensar’ı kışkırtmak için bir fırsattı. Bunun için Ibni Sebe, şehir şehir dolaşarak Hz.Ali ve Ehl-i Beyt yanlısı görünüp halkı Hz.Osman’a karşı kışkırtıyordu. Sonunda Yemenli bir Yahudi olan el-Gâfikî’ye, Kur’an okurken bir baskınla Hz.Osman’ı şehid ettirdi. Bu, ‘fitnebaşı’ için büyük bir başarıydı.

Daha sonra bir Emevi olan Hz.Osman’ı, Haşimi olan Hz. Ali’nin öldürttüğü yalanını yaymaya ve tarafları gizliden tahrike koyuldu. Bir taraftan da Hz.Ali’nin halife olmasını istiyordu ve teklif ettiriyordu. Bu emeline başlangıçta ulaşamadı. Ancak daha sonra Medine halkının ısrarlarına dayanamayan Hz.Ali, karışıklığı ve başsızlığı önlemek niyetiyle istemeyerek halifeliği kabul etti. Bu durum da, münafıklar için istismar ve tahrik sebebi oldu.

Cemel Vak’ası ve Fitneye Kurban Giden On bin Müslüman!

Takdirin cilvesine bakınız ki, Hz.Ali’nin hilafete seçilmesinden kısa bir süre sonra Müslümanlar ictihad farkı yüzünden ihtilafa düştüler. Hz.Talha ve Hz.Zübeyr, Hz.Ali’ye giderek Hz.Osman’ın kâtillerinin cezalandırılmasını istediler. Hz.Ali, onlara; “Haklısınız; fakat devlet henüz âsileri tam manasıyla sindirmiş değildir. Onun için devletin hâdiselere hakim olmasını beklemek gerekir,” dedi. Hz.Ali, suçluların tek tek belirlenerek sorguya çekilmesini ve gereken cezaya çarptırılmasını istiyordu. Hz.Aişe, Hz.Zübeyr ve Hz.Talha ise, bu fitne hareketine katılanların çoğunun hemen cezalandırılmasını istiyorlardı ve asilerin üzerine yürümek için kuvvet toplamak üzere Basra’ya gitmişlerdi. Bunun üzerine Hz.Ali de bunu haber alınca, devletin bütünlüğüne halel gelmemesi için ordusuyla Basra’ya hareket etti ve Zikar mevkiinde konakladı. Meselenin sulh yoluyla halli için Hz.Ali; Hz.Aişe, Hz.Talha ve Hz.Zübeyr’e elçi gönderdi. Anlaşma henüz sağlanmıştı ki, Ibni Sebe’nin, her iki tarafın içine yerleştirdiği münafık gruplar karşılıklı saldırıya geçtiler. ‘Cemel Vak’ası’ denen bu çarpışma sonunda ne yazık ki onbin Müslüman şehit oldu.

Sıffîn Savaşı ve Fitneye Kurban Giden Yetmiş bin Müslüman!

Muaviye de, Hz.Osman’ın kan davasını güdüyordu. Onun katillerini acilen bulup cezalandırmadığı iddiasıyla Hz.Ali’nin yerine kendisinin halife olmasını istiyordu.

Fitne o kadar büyüdü ki; Hz.Ali ve Muaviye taraftarları Sıffin denen yerde karşı karşıya geldiler. Hz.Ali, kan dökülmemesi için Muaviyeye elçiler ve mektuplar gönderdi ise de, bir faydası olmadı. Bir kan davası uğruna Hz.Ali tarafından 25 bin, Muaviye tarafından da 45 bin olmak üzere 70 bin Müslümanın şehit edildi.

Muaviye taraftarları bozulmak ve yenilmek üzere iken içlerinden Amr b. Âs’ın teklifiyle bir hileye baş vurdular. Mushaf sahifelerini süngülerinin ucuna takarak, “Allah’ın kitabı aramızda hakem olsun,” demek istediler.

Böylece hilafet meselesinin hakem yoluyla halline karar verdiler. Muaviye taraftarları Amr b. Âs’ı, Hz.Ali taraftarları ise Ebu Musa el-Eş’ari’yi hakem seçtiler. Ikisinin ortak hükmüne razı olunacaktı. Ortak hüküm; her ikisini de azlederek işi şuraya bırakmaktı. Ebu Musa, hükmü aynen açıkladıktan sonra Amr, bir hileye baş vurdu ve kendi yetkisini kullanarak Muaviye’yi halifeliğe seçtiğini ilan etti…

Bunun üzerine Hz.Ali tarafı tamamen ikiye bölündü. Hakeme baş vurmayı kabul ettiği zaman; “Allah’tan başka kimse hüküm veremez,” düşüncesiyle Hz.Ali’den ayrılan ve kendilerine Hariciler denen gurub, kendilerinin haklı çıktığını savunarak nice kanlar döktüler. Sonunda Hz.Ali, onları dağıtmayı ve hezimete uğratmayı başardı. Ancak Şam’da taraftarlarını artıran Muavi’ye boş durmuyor ve Hz.Ali’ye sürekli sıkıntı çıkarıyordu. Daha sonra Muaviye; Mısır’ı, Hicaz’ı, Yemen’i ve nihayet Mekke ve Medineyi de idaresine aldı…

Ne acı bir tecelli ki; daima başına bela olan Hariciler, Hz.Ali’yi, Ibni Mülcem adındaki bir kâtile, -sabah namazında iken zehirli hançerle camide- şehit ettirdiler.

Fitnecilerin Asıl Maksadı:

Çağlarboyu Devam Edecek Fitne Çığırı

Münafık Ibni Sebe boş durmadı; sürekli fitneyi körükledi. Ama onun asıl maksadı, Müslümanlar arasına çağlar boyu devam edecek itikadi fitneler sokmaktı. Asıl başarısı bu olacaktı. Ehl-i Beyt sevgisini istismarla işe başladı. Hilafetin baştan beri Hz.Ali’nin hakkı olduğunu ve ondan haksız bir şekilde gasp edildiğini etrafa yaydı. Ibni Sebe başkanlığında bir heyet, Hz.Ali’nin huzuruna çıkarak ona; “Sen Rabbimizsin, ilahımızsın!” dediler. Hz.Ali, bu müşriklerden bir kısmını yaktırdı. Ibni Sebe’yi ise, ordu içinde taraftarlarının çokluğu sebebiyle fitneye yol açmasın diye yaktırmayıp Medayin’e sürdürdü. Medayin, Iran’ın eski hükümet merkeziydi. Ibni Sebe, orada da boş durmadı; vaktiyle Hz. Ali’den kaçan Hâricîlerle birlikte sapık fikirleri yaymaya devam etti. Iranlıların eski dinlerinde de bulunan “Hulul akidesi”ni Müslümanlar arasında yaymaya başladı. Önce Hz.Ali’ye ilahlık izafe ettiler. Sonra bu ilahlığın onun evlatlarına da intikal ettiğini iddia ettiler. Hz.Ali’nin vefatında Ibni Sebe; “Ölen Ali değil, onun suretine giren bir şeytandır. Ali, şimdi göklere çıkmış ve bulutlar üzerinde taht kurmuştur,” diyerek; onun ölümüne hulul akidesi doğrultusunda bir yorum getirdi.

Böylece; Mısır’da “Sebeiyye Mezhebi”nin kurulmasıyla tohumu atılan Şiilik, Iran’da yeşermeye ve gelişmeye başladı. Ve bundan, yirmiden fazla fırka(kol) türedi. (Bugünkü Iran’daki Şiiliği ve Caferiliği, Ibni Sebe’nin küfre götüren fikirlerinin devamı kabul edemeyiz.)

Tarihten Ders Almak

Bugün ülkemizde yaşayan Alevileri de, ‘Sebeiyye Mezhebi’nin aynen devamı olarak görmüyoruz. Bütün bu malumatı, Aleviliğin(Şiiliğin) tarih içindeki oluşumunu ve -gayet tabii ve gerekli olan- Hz.Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetinin çeşitli zamanlarda nasıl istismar edilip bir fitne aracı olarak kullanıldığını hatırlatmak için vermiş bulunuyoruz.

Birlik-beraberlik ve kardeşlik örneği olması gereken Müslümanlar, -kaideyi bozmayacak bazı istisnai zamanları dışta tutarsak- insanlık tarihi boyunca kendileri gibi inanmayan ve düşünmeyenler için dahi bir huzur kaynağı olmuşlardır. Ancak, tarihten ibret almak ve Müslümanları birbirine düşürüp kavga ettirmek ve zayıflatmak isteyenlerin oyunlarına bir daha asla gelmemek zorundayız. Çünkü Sevgili Peygamberimizin işaret buyurduğu gibi; “Müslüman, ısırıldığı deliğe parmağını ikinci defa sokmaz.”

Ayrılık Nasıl Giderilecek?

Sünniler ve Aleviler arasındaki tehlike boyutuna çıkarılan sun’î ayrılıkları, -temel Islami itikadı bozmayacak düşünce ve farklı yorumları tabii karşılayarak- hepimizin ortak ve yegane kaynak kabul ettiğimiz Kur’an ve Sünnetin ışığında çözüp gerçek kardeşliğe ulaşabiliriz. Ancak son zamanlarda Alevilik üzerine medyada yapılan tartışmalarda, -maalesef- Kur’an’ın açık beyanları da çarpıtılarak hatalara mazeret üretilmektedir.

Bir televizyon programında(atv, 11 Ekim ’94 akşamı Z. Livaneli’nin sunduğu program) bir Alevi yetkili şöyle diyordu:

“Biz Kur’an’a inanıyoruz; ama zâhirine bakmıyoruz. Bâtınî yorumunu kabul ediyoruz. Mesela; Kur’an, ‘hırsızlık yapanın elini kesin’ diyor. Sünniler, bunu testereyle kesmek anlamışlar. Biz edeple, eğitimle keseriz…”

Kur’an’daki muamelât ve ukûbâtla ilgili hükümlerin zahiri boyutları yanında batınî/manevi boyutu elbette mevcuttur. Ancak emirleri, yasakları ve cezaî hükümleri işimize geldiği gibi tek boyutuyla ele almak Kur’an’ın ruhuna ters düşer. Çünkü Kur’an, dünyada ve ahirette fert ve toplumun mutluluğu için her türlü tedbiri almıştır. Insanları cezalandırmadan evvel suça sevk edecek yolları Kur’an tıkamıştır ve sosyal adaletin temini için bütün tedbirlerin öncelikle uygulanmasını istemiştir. Buna rağmen bir suç işlenirse yine adalet gereği cezasını bildirmiştir.

Hal böyle iken; “her türlü hırsızlığa, soyguna, rüşvete, cinayete, kaçakçılığa, fuhuşa vs. hiçbir cezai müeyyide, zahiri-maddi yaptırım uygulanmasın” mı, denilmek istenmektedir? Bu suçları irtikab edenleri hangi edep ve eğitimle yola getireceksiniz; veya bu edep ve eğitiminiz, haksızlığa uğrayanların haklarını yerine getirebilecek mi? Bir hukuk sistemi olmasın mı? Hz.Ali(k.v.) devlet başkanlığı sırasında kimseye cezaî müeyyide uygulamadı mı?…

Aynı programda bir başka Alevi yetkili; “Kur’an’da beş vakit namazdan bahseden hiçbir âyet yoktur,” diyerek namaz kılmamalarına mazeret arıyordu.

Kur’an’da, namazın belli vakitlerde müminlere farz kılındığından bahsedilir. Işte ayet: “Şüphesiz namaz müminler üzerine belli vakitlerde farz kılınmıştır.”(en-Nisa, 103) Bununla birlikte bu belli vakitlere ışık tutan bir ayet de şudur: “Gündüzün, güneş dönüp gecenin karanlığı bastırıncaya kadar(belli vakitlerde) namaz kıl; bir de sabah namazını (kıl). Çünkü sabah namazı şahitlidir.”(el-Isra, 78)

Müfessirlere göre bu ayet, beş vakit namazı ifade etmektedir. Şöyle ki; güneşin dönmesi, yani zeval vaktinden sonra öğle ve ikindi namazı, güneşin batmasından sonra akşam ve yatsı namazları vardır. Sabah namazı ise ayrıca zikredilmiştir.

Öte yandan, Kur’an’da yüze yakın ayette emredilen namazın kaç vakit, kaç rek’at ve ne şekilde kılındığını, “canlı Kur’an” olan Allah Resulü ve güzide sahabesinden öğreniyoruz. Hz.Ali de, beş vakit namaza ve mescitlere bağlı âbid bir zat değil miydi?..

Bir Alevi olarak, hem Hz.Ali’nin camide namaz kılarken öldürüldüğünü beyan edeceksin, hem de bugün onun yolunda olduğunu iddia ederek namaz kılmamaya ve yine Kur’an’ın emri olan orucu tutmamaya mazeret arayacaksın! Bu durumu gerçek Alevilikle nasıl bağdaştırabiliriz?..

Başka bir Alevi, yetkilisi de, – yine aynı programda – şunu söylemişti: “Emeviler zamanında Hz.Ali ve Ehl-i Beytin aleyhinde bulunuluyor ve camilerde aleyhte konuşuluyordu. Onun için Aleviler, camileri terketmek ve cem evleri kurmak zorunda kaldı.”

Emevilerin belli dönemlerdeki zulüm ve haksızlıklarına elbette sahip çıkmak durumunda değiliz. Ancak o dönemde yapılanlar yüzünden, çağlar boyu bütün dönemlerde camiye karşı tavır almak ve namazın esasını kaldırarak bir takım gösterileri onun yerine ikame etmeye çalışmak ne derece doğru olabilir? Bugün Emeviler döneminde yaşamadığımıza ve hiçbir camide de Hz.Ali ve Ehl-i Beyt aleyhinde konuşmak şöyle dursun; aksine onların yücelik ve faziletlerinden bahsedildiğine göre; bütün Alevi kardeşlerimizin camiye ve namaza koşmaları gerekmez mi? Geliniz, tarihin belli dönemlerine küsüp çağdaş fitnecilerin(çağdaş Ibni Sebelerin) ekmeğine yağ sürmeyelim!..

?Bugünkü Aleviliğin, Yesevilik ve Bektaşilikle Ne İlgisi Vardır?

Anadolu Aleviliğinin köklerinin Yesevilik ve Bektaşiliğe dayandığı ve onların bir devamı olduğu da iddia edilmektedir.

Kurucusu Ahmed Yesevi(ö.1116) olan Yesevilik, Kur’an ve Sünnete sıkı sıkıya bağlı bir meşreptir. Ahmet Yesevi’nin; “Bir vakit namazını terk edenin domuzdan farkı yoktur,” sözü tavizsiz bir ibadet anlayışını simgeler. “Hoca Ahmet Yesevi, Hanefi mezhebinde bir fakih, bir şeriat âlimi olduğundan şeriatla tarikatı daima kaynaştırmış; dinin gereklerine karşı dikkatsizliğin tarikat adabıyla uyuşamayacağını telkin etmiştir.”(Dr. Hikmet Özdemir, Zaman Gazetesi, 11 Ekim 94, s.2 / Ayrıca bak: Prof. Dr. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında Ilk Mutasavvıflar)

Hacı Bektaş-ı Veli ve Bektaşilik hakkında ise, tarihin kaydı şudur: “Hacı Bektaş-ı Veli(ö. 1271)’nin Sünni bir şeyh olduğu bilinmektedir. Fakat Bektaşiye, zamanla Batıniye, Hurufiye, Alevilik hatta Hıristiyanlık ve Şamanizmin karışımı bir mistik cereyan haline gelmiştir.”(Doğuştan Günümüze Büyük Islam Tarihi, c.14, s. 424)

Şu da tarihi bir hakikat ki; Osmanlı Imparatorluğu, gerek oluşması ve gerekse yükselmesi devrelerinde, bozulmamış Bektaşilikten büyük destek almıştı. Yeniçerilik, Bektaşilikle mayalanmıştı. Daha sonra Yeniçeriliğin bozulması ve kapatılmasıyla Bektaşilik de yasaklanmıştır.

Aleviliğin, bugün ülkemizde geldiği itikadi ve ameli konumuyla Yesevilik ve Bektaşiliğin özü arasında sağlıklı bir bağ kurmak mümkün görünmemektedir.

Alevilik Karşısında Bugünkü Tavrımız Ne Olmalı?

Herşey aslına ve özüne uygun olduğu ve öylece devam ettiği sürece huzur ve saadet vesilesi; yoksa, fitne-fesat ve felaket sebebi olur. Alevilik (ya da genel manada Şiilik) de, bu açıdan değerlendirilmelidir. Öyleyse;

• Gerçek Alevilik; Hz.Ali(k.v.)’nin Kur’an’a, Sünnete (yani Peygamber Efendimize), kısaca İslam’a bağlılığını örnek almaktır. Camiye ve ibadete onun gibi bağlı olmaya çalışmaktır.

• Hz.Ali ki, bir savaşta ayağına saplanan ok, namazda Rabbiyle başbaşa olduğu bir sırada çıkartılmıştı da hiçbir acı hissetmemiş ve namazı selam verip bitirdikten sonra çevredekilere; “ayağımdaki oku çıkardınız mı?” diye sormuştu. O ne huşu, o ne ihsan haliydi!..Kendimizi gerek Alevi, gerek Sünni şeklinde tanımlayalım; hangimizde Hz.Ali’nin taşıdığı bu takvadan eser vardır?

• Hz.Ali’yi sevip diğer halifeleri sevmemek yetkisini ve hakkını bize kim vermiştir?

Onlar, Allah Resulünün ifadesiyle; “Her biri gökteki yıldızlar gibidir; hangisine tabi olursanız hidayete ulaşırsınız.”

Onlar, hem mana ve gönül, hem de hısımlık bağlarıyla birbirlerine ve Allah Resulüne bağlıydılar. Hz.Ali, Peygamber Efendimizin yeğeni ve damadı; Hz.Ömer, Hz.Ali’nin damadı idi. Onun kızı Ümmü Gülsüm’ü zevce edinmişti. Yine Hz.Ömer, başka bir zevcesi tarafından da Peygamberimizin bacanağı idi. Ayrıca Hz.Ömer’in kızı Hafsa(r.ah.), Peygamber Efendimizin hanımıydı. Öte yandan Hz.Aişe (r.ah.) validemiz de, Hz.Ebubekr’in kızıydı.

• Hilafet meselesine gelince; bu konuda M. Hamidullah’ın tesbit ve tavsiyesine katılmaktan başka çaremiz yoktur: “Benim aciz görüşüme göre, artık bu mesele, Müslümanlar arasında bir tefrika konusu olmaktan çıkarılmalıdır. Zira; bugün ne Hz.Ali, ne Ebubekir ve ne de Muaviye hayattadırlar. Bütün onların hesabı Allah’ın huzuruna çıkarılmış bulunuyor. Hz.Ali’nin siyasi iktidara, yani halifeliğe, Hz.Peygamberin vefatını müteakip hemen geçmeye ve O’nun yerini almaya hakkı bulunduğu veya bulunmadığı şeklinde bugün bir münakaşa açmak ve ihtilafları devam ettirmenin tatbiki bir değeri kalmamıştır.”(Resulullah Muhammed, M. Hamidullah, terc. Salih Tuğ, s.321)

Öyleyse; tarihteki kavgaları ve ihtilafları bir yana bırakarak bütün Müslümanların yegane ortak paydası olan Kur’an ve Sünnet’te birleşmek, tek çözüm değil midir?

• Müslümanlar olarak; ‘inandım’ diyen herkesi -hangi mezhep ve meşrepten olursa olsun- kardeş kabul etmek ve inkar söz konusu olmadıkça, hatalarından dolayı kimseyi Islam’ın dışına itmemek sorumluluğumuz, bugün her zamankinden daha büyüktür.

• Tarihte olduğu gibi bugün dahi, Müslümanlar arasına sun’i ihtilaflar sokarak birlik ve beraberliğimizi bozup süfli emellerine ulaşmak isteyenler karşısında daima mü’min firasetiyle uyanık olmak zorundayız. Inanıyorum ki; tarih, bu manada bir daha tekerrür etmeyecektir.

İnsanlık, tekrar bir saadet asrı yaşamak istiyorsa, İslam’ın diriltici mesajına yönelmeli ve bu ölmez mesajın taşıyıcıları da, birbirlerine daha bir kenetlenmelidir.(*)

(*): 2 Temmuz ’93 günü, birçok insanın ölümüne sebep olan Sivas olaylarını da, bu manada yeniden değerlendirmeli ve ders almalıyız. Allah’a, Hz.Muhammed’e(s.a.v.) ve Hz.Ali’ye(k.v.) bağlılıklarını her zaman övünerek tekrarlayan Alevi kardeşlerimizin, Pir Sultan Abdal Şenlikleri münasebetiyle, -Allah’a ve Kur’an’a inanmadığını hakaret derecesinde dile getiren- A. Nesin’e konuşma yaptırmalarını hangi mantık ve itikatla izah edebilirsiniz?.. Öte yandan; Hz.Ali için; “Binbir adı vardır; bir adı Hızır / Her nerde çağırsan orada hazır / Ali, padişahtır; Muhammed vezir / Bu mülkün sahibi Ali değil mi?” diyen Pir Sultan, nasıl gerçek bir Alevi ve Müslüman olabilir!(Bkz:Y. Bülent Bakiler, Türkiye Gazetesi, 22 Ağustos 1992) Ortak paydamız Kur’an ise; Kur’an’a aykırı bir hususta, ortak hassasiyetimizi de göstermeli değil miyiz?..

KAYNAKLAR

1. Alevilik Nedir? Mehmet Kırkıncı, Cihan Yayınları, Ist.1990

2. Büyük Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan, Birlik Yayınları,

Ankara-1981

3. Doğuştan Günümüze Büyük Islam Tarihi, Heyet, Çağ Ya-

yınları, Ist.1992

4. Hulafa-i Râşidîn, Osman Keskioğlu, Kılıç Kitabevi, Ist.-1976

5. Islam Peygamberi, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah,

Çev.: Prof. Dr. Salih Tuğ, Irfan Yayınevi, Ist.-1980

6. Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, Hasan Basri Çantay,

nâşiri. Mürşid Çantay, Ist.1974

7. Kur’ân-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meâli, Prof. Dr. Ali

Özek / Prof.Dr.Hayrettin Karaman / Doç.Dr.Ali Turgut /

Doç. Dr. Mustafa Çağrıcı/Doç. Dr. Ibrahim Kafi Dönmez /

Doç. Dr. Sadretttin Gümüş, Hâdimü’l-Haremeyni’ş-şerifeyn Kral

Fehd Mushaf-ı Şerif Basım Kurumu, Medine-i Münevvere-1992;

8. Kur’ân-ı Kerim ve Yüce Meâli, Prof. Dr. Süleyman Ateş,

Kılıç Kitabevi, Ank.1983)

9. Resulullah Muhammed, Prof. Dr. Muhammed Hamidullah,

terc.: Salih Tuğ, Irfan Yayınevi, Ist. 1973

10. Tecrid-i Sarih Tercemesi, Zeynü’d-din Ahmet b. Ahmet b.

Abdi’l-Lâtîfi’z-Zebîdî, terc.: Ahmet Naim, D. I. B. Yay., Ankara-1976

11. Türkiye Diyanet Vakfı Islam Ansiklopedisi, Heyet, T.D.V.

Genel Müdürlüğü, Ist.-1988

12. Yeni Lügat, Abdullah Yeğin,Yeni Asya Yay., Ist.-1975

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz