Temelû Mustafa Amca (Algün) tüm vatan sathı için savaştı, İstiklal Madalyalı gâzi oldu. Türkiye vatandı; onun gibi vatan evlatlarının ödediği bedel sayesinde yine vatan kaldı. Fakat o aynı zamanda doğduğu yer Geyikli, Geyikli’nin sırtını dayadığı Sisdağı’nın vatan kalması için de savaştı. Temelû Mustafa Algün’ün şahsında nice Geyiklililer, Sisdağı’nın bedelini de ödedi.Osmanlı arşivlerinde “Alakadir mezrası” adıyla kendini gösterdiği şekliyle yaklaşık 400-450 yıllık köklü bir maziye dayanan Geyikli… “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” gerçeğini vücut ülkelerine hakim kılmışlığın nişan ve davetkârı olarak ay yıldızlı al bayrak dikilmiş haliyle mezarlıkları ile bu toprakların sağlam tapuları bulunduğu mesajını veren belde Geyikli… Sırtını meşhur Sisdağı’na dayamış bulunuyor.
Temelû Mustafa Algün, 1919-1922 yılları arasında tam 40 ay askerlik görevinde bulunmuş. Sakarya’da, 1. ve 2. İnönü’de, Büyük Taarruz’da, hâsılı İstiklal Savaşının tamamında görev yapmış. “Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri!” emrine bizzat tanık olmuş. Bugünkü medeniyet simsarlarının “tek dişi kalmış canavar”lık örneklerini bizzat görmüş.
Mal değil can yaylasıSisi, çisesi, ormanı, çimeni, soğuk suları, obaları, Pazaryeri, Camış Düzü, Halil Evliya Tepesi, Üvezli Alanı, Sandık Gölü, Çeğel Kaşı, Kayasis’i, Dokuz Oluk Suyu, Kanlıkaya’sı, adeta simgesi Kalpakkaya’sı, kavurması, iki asra yakın zamandır aralıksız icra edilen şenlikleri (187.) ile tam bir piknik, dinlenme, tatil ve yayla turizmi mekanı olan Sisdağı müthiş bir yayla özelliği taşıyor. Bu gerçeği birebir tecrübe eden Geyiklili ise kendini, Sisdağı ile et ve tırnak misali görüyor. Bileni olarak Geyiklili Sisdağı’nın farkında. “Mal yaylası değil can yaylası” olduğunun farkında. Onun içindir ki Geyiklili, geçmişte her şeyini neredeyse Sisdağı’na göre ayarladığı gibi, şimdi de aynı tavrı sergiliyor.
Geçmişte gurbete gitti. Yıl boyunca çektiği gurbet kahrını, yaz ayları, özellikle şenlik günü gelip de evlad ü iyali ile birlikte kavurmasından, soğuk suyundan, çisesinden, geleneksel horonundan nasibini alınca unutmasını bildi. Çoluk-çocuğunun rızkı için dilini, dinini bilmediği Almanya’lara, Fransa’lara, Hollanda’lara savruldu. Fakat, aklı da gönlü de Sisdağı’nda kaldı. Kesin dönüş yaptı. Can yaylası ile uzun yılların hasretiyle kucaklaştı. Etin, tırnaktan ayrılamayacağını gösterdi. Bölge pratiğine ters “yaylak” dayatmasıFakat, şimdilerde, 250-300 yıldır birlikte olan et-tırnak için birbirinden ayrılma tehlikesi belirdi. Devlet baba çıkageldi. Yerdeki gerçeklerle örtüşmeyen hava fotoğraflarıyla çıkageldi. Kimine “orman arazisindesin”, kimine “mera”, kimine de “hazine” diyerek geldi. Başta Müslüman Türk’ün yayla geleneğine, özellikle de Karadeniz Bölgesi yayla pratiğine ters bir “yaylak” dayatmasıyla geldi. “Müsadere” ve “men” kararlarıyla geldi. Çevirgeleri bir yana evlerinden etmek, bu can yaylası sakinlerinin “can suları”nı kesmek için geldi. Sisdağı sakinlerinin kapısını sürpriz bir tasarruf çaldı. Kökleri yüzlerce yıla uzanan bu sakinler kendilerini “mera mütecavizi” kapsamında buldu. “Dedemi bırak, babamı bırak, kendim 95 senedir burayı kumanda ediyorum. 1936’dan beri de emlak vergisi ödüyorum. Bu nasıl iştir anlamadık?” diyen asırlık çınar Hacı Osman Öztürk’ün bizzat kendisinin 95 senedir yaylacılık yaptığı, babası, dedesi de işin içine katıldığında yapılan yaylacılığın 195, 295 yıllara çıktığı Sisdağı’ndaki asırlık-yarım asırlık-çeyrek asırlık evlerin 2005 Temmuz ve Ağustos’u itibariyle kaçak olduğu, terk edilmesi gerektiği şeklinde şok bir hükümle geldi. Kök sökme, köprü yıkma tasarrufuÇoğu zaman aç kalmalarına… Çıplak dolaşmalarına… Hastane yüzü görememelerine… İlaçları, karın ovalamak (oğmak), sabretmek olmasına… Sırtlarından bir hayvan gibi yük eksik olmamasına… Gaz-tuz bulamamalarına… Evlerini kara lamba ile ışıtmalarına, kara ateş ile ısıtmalarına… Çıra ateşiyle yol bulmalarına… “İşsizlik” gibi mazeretlerin arkasına sığınarak âsi olmamalarına… Sırtlarında kovalarla su taşımalarına… “Tabana kuvvet” demelerine… Yol nedir, araba nedir; bilmemelerine…Rağmen ata-dede-baba topraklarını terk etmeyenlerin karşısına, terke zorlayan bir anlayışla geldi.
Köylerini kayıt altına almak, yani kadastro hizmeti için ancak 2006 yılında gelebildiği halde devlete küsmedikleri… Vatandaşlık görevini bihakkın ifa ettikleri… Vergilerini verdikleri… Evlatlarını vatan görevine yine düğün, dernekle uğurladıkları… Ocaklarını gelene içtenlikle açtıkları… Misafirperverlikte, hizmette kusur etmedikleri… Kanunsuzluğa asla pirim vermedikleri… İşsizliği şikayet konusu yapmayıp gerektiğinde çoluk-çocuktan, eşten, yârden, ana-babadan ayrıldıkları… Hasretin iç yakacağı taa Avrupa’lara, yaban illere savrulmayı göze alıp sonuçlarına katlandıkları… Fakat ata-dede-baba topraklarını hiç unutmayıp, ata-dede-baba taşlarının üstüne tuğla koymayı ihmal etmedikleri… Halde Sisdağı yaylasında kök salan, Sisdağı ile aralarında tarihi köprüler kuran vatandaşlarının karşısına köklerini sökme, köprülerini yıkma tasarrufu ile geldi
Sisdağı, öncelikli vatandı“
Sana gereken hizmeti veremedim. Buna rağmen sen buraları terk etmedin. Sahiplendin. İmar ve ihya ettin. Yaşanılacak yer kıldın” teşekkürü, “Buralar artık bundan sonra senindir” tescili için gelmesi gerekirken “bu topraklar meğer benimmiş” tebliğinde bulundu. Bu tebliğe muhatap olan 264+57 Geyiklili’den biri de, Avrupa’ya savrulma gerçeğini yaşadıktan sonra et-tırnaktan ayrılmaz yakıcı gerçeği gereği ömrünün son demlerini can yaylası Sisdağı’nda geçirmekte karar kılan Emrullah Algün oldu. Kayıtlarda yer aldığı şekliyle köylülerinden olduğu gibi Emrullah Algün’den de bir bedel isteniyordu. Halbuki, Petlas reklamlarına da konu olduğu üzere, “Çanakkale Geçilmez” destanını yazanlardan sadece biri olan Mehmet Muzaffer Üsteğmenin araba lastiği almak için İstanbul’a gelmesi, bir Yahudi tüccardan lastikleri alması, ücreti olan parayı sabaha kadar kendi imkanları ile bizzat resmederek verip ayrıldıktan sonra tüccarın paranın arkasını gördüğünde küçük dilini yutması, çünkü paranın arkasında “Bedeli Çanakkale’de ödenecektir” yazması misali Sisdağı gibi yaylaların bedeli de Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da, Haymana’da, Sarıkamış’ta, Yemen’de, Hicaz’da, Karadağ’da ödenmişti. Derehallû Halil Bayraktar, Dıvırû Hüseyin Atalar, Pirgayip oğlu Hacı Osman, Şıhû Hasan Yaşar, Alemdarû Mustafa Bayraktar, Gavazû Ali Osman Dural, Guşû Osman Karagöz, Duralû Hafız Temel dahil 1. Cihan ve İstiklal Harplerine gidenler, gazi olup dönebilenler, şehit olup dönemeyen 111’ler tarafından çoktan ödenmişti. Sisdağı vatandı; onlar sayesinde vatan kaldı. Onlar, vatanın her karışının vatan kalması için bedel ödediler. Ama onlar için “vatan” kavramının içi doldurulurken “doğdukları yer” Geyikli’nin ve sırtını dayadığı Sisdağı’nın önceliği vardı. Tercihlerini bu yönde kullanmakla da bu önceliği beyan etmişlerdi. Kendilerine teklif edilen “ganimet” anahtarlarını kaale almamışlar, alsalar ve kalsalardı trilyoner hayatı sürecekleri bu anahtarları İzmir Konak’ta denize atmışlar, Geyikli’ye, Sisdağı’na koşmuşlardı. Bu koşuda yer alanlardan biri de Emrullah Algün’ün babası Temelû Mustafa Algün idi. Ve Temelû Mustafa Algün, tüm vatan sathı için savaşmış, gâzi olmuştu. Ama o aynı zamanda oğlu Emrullah, Kalpakkaya’nın gölgesinde rahat bir yayla yapsın için savaşmıştı.
Bedeli ödeyenlerden biri
1919-1922 yılları arasında tam 40 ay askerlik görevinde bulunan, Sakarya’da, 1. ve 2. İnönü’de, Büyük Taarruz’da, hâsılı İstiklal Savaşının tamamında görev yapan Temelû Musafa Algün, istihkam askeri imiş. İlerden gidiyorlar, Yunanlıların “geçilmez” dedikleri hatlardaki telleri kesiyorlar, açılan gediklerden Türk askeri gürül gürül akıyormuş. “Öyle teller yığmışlardı ki anlatamam” der, savaş hatıralarını adeta savaşı yeniden yaşar gibi anlatır, anlatırken de çoğu kez ağlarmış.
Onun bizzat anlattığına göre, bir gün tüm askerleri geniş bir alanda toplamışlar. “Bir gariplik vardı, ama bir türlü anlayamadık” dedirtecek türden uzun bir süre ayakta bekletmişler. Neden sonra “Gâzi Paşa gelecek ve orduyu denetleyecekmiş” demişler. Bir süre sonra bütün askerler bir anda put gibi olmuş. İleriden uzun boylu, sarışın, babayiğit bir komutan gelmiş. Üniforması, rütbelerle pırıl pırıl parlıyormuş. Bütün askerleri tek tek gözden geçirmiş. Sanki hiç kimse nefes almıyormuş. Sonra komutanlarla kısa bir görüşme yapmış ve Temelû Mustafa Algün’ün de içinde bulunduğu askerlere hitaben, “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” demiş ve işaret parmağını gün batımına doğru uzatmış. Yani Temelû Mustafa Algün, Atatürk’ü bizzat o ünlü sahnede görmüş.
Cayır cayır yakılmış insanlar
Eskişehir civarında bir yerde Yunan düşmanını uzun süren bir çatışma sonrası geri püskürtmüşler. Yunanlılar kaçmaya başlamışlar. Kaçarken geçtikleri yerleri yakıp yıkıyorlarmış. Sivil insanların yakılıp kapkara bir kütük şeklinde kazıkların başına asıldığına, hamile kadınların karınlarına süngü sokulmuş halde yerde yattıklarına tanık olmuşlar. Cayır cayır yakılmış insanların parmaklarından yağ damlıyormuş. Yüzlerine bakılır gibi değilmiş. Türklerin üst üste yığılarak ateşe verilmiş bulunduğunu, gür gür yanmakta olduklarını görmüş. Sağ kalanlar yolların kenarlarına dizilmişler, “Yaşasın Mustafa Kemal” dilerek el çırpıyor, tezahüratta bulunuyorlarmış.
Gelini Hacer Algün’ün anlattığına göre Alaşehir’de, Yunanlılar, Türkleri bir camiin içine doldurmuşlar. Yakacaklarmış. Çığrışırken yetişmişler. Kurtarmış, dışarı çıkarmışlar. Gaz yağı tenekesi camiin kapısındaymış.
Dumlupınar savaşıymış. Düşmanı önlerine katmış, sürüklüyorlar, geride kalanı gözlerini kırpmadan gebertiyorlarmış. Tam o sırada top arabaları bataklığa gömülmüş. Bir türlü çıkaramıyorlarmış. “Düşman geri döndü”, demişler. “Bizi oracıkta kıracak” korkusuna kapılmışlar. Komutanları, gözleri fırlamış bir şekilde, “Çıkarın bu topu. Anam avradım olsun hepinizin vururum” diye öyle bir bağırmış ki akıl almadık bir şekilde topa yüklenmişler. Bakmışlar ki top arabası kurtulmuş. Sonrasında sanki bir kıyamet kopmuş. Yunanlıları önlerine katmışlar. Gördüklerini gebertiyorlarmış. Bunları anlatırken Temelû Mustafa Algün, “Siz hiç yanınızdaki insanların sapır sapır vurulup döküldüğünü gördünüz mü? Aman bu ne korkunç şey. Ölüyorsunuz, ama ölüm korkusu nedir bilmiyorsunuz. Bunu anlamak için o ânı yaşamak lazım” değerlendirmesinde bulunuyormuş.
Açlık, çıplaklık diz boyu
“Buna can mı dayanır?”, “Uşak bana ağlayın, ağlayın” dedirtecek türden 25 gün 25 gece oturmadan, dinlenmeden, ayakta peksimet yiyerek, sırtta en az 40 kilo yükle habire savaşmışlar. Ayaklarından hiç çıkarmadıkları çarıkları param parça olmuş. Zaten kiminin çarığı yokmuş, kiminin tüfeği. Kiminin tüfeği ise yıkıkmış. Ayaklar buruşmuş, kararmış, kurtlanmış, çürümüş. Pislikten bitlenmişler. Ankara’dan bilmem nereye kadar yalın ayak, yapaldak gene gittiklerini söylermiş. Ayaklarının eti filan gitmiş, kemikler meydana çıkmış. Dumlupınar’da bir yerde ateş yakmışlar, doruğu (ladin) soymuşlar, içindeki ince şeyleri yiyorlarmış. Bulundukları yerden duman yükselir yükselmez Yunanlılar oraya top mermisini bindirmişler. “Söndür, kaybol” emrini duyunca hep birlikte yere yatmışlar. Kasatura ile çam ağacının kalın yerini atıp altındaki yumuşak buldukları yeri yiyorlarmış. Ayaklarında potin, üstlerinde pantolon yokmuş. Çoraba bile razı imişler ama çorap iki günde yıpranıyormuş. Çorabı yukarı çekmeye dışlıkları (vakitleri) olmazmış. Bu tür ihtiyaçlarını vurulup da yerde yatmakta bulunan Yunanlı askerlerden gidermeye çalışıyorlarmış. Fakat öyle süratli gidiyorlarmış ki ayağından çizmenin birini alıp ayağına sokuyorlarmış, ama ötekini almaya zaman yokmuş. Ancak binde birinin ikisini alıp giyebildiğine rastlanırmış. Bunu yaparken birkaç subay, “aldığınız zaman pantolon ve çizme alın. İllaki ceket alırsanız ters çevirin, öyle giyin” tembihinde bulunurmuş. Çünkü, ters giymezlerse Yunan askeri zannedilip vurulma ihtimali varmış. Buna rağmen İzmir’e indiklerinde her taraf ala-pula manzaradan geçilmezmiş. Türk askerlerinin birinin ayağında sarı çizme, birinin ayağında kara çizme olur, birisi hepten yalın ayak halde imiş. Ya da mesela bir Türk askerinin ayağında bir çizme, sırtında bir general ceketi, altında yırtık bir pantolon olduğu görülürmüş.
“Kız bana ağlasana!”
At çavunundan (izi) arpa tanesi ayıklamış, yemişler. Tuvalet kuyusundan mendilleri ile süzmüş su içmişler. “Koyusunu tükürür, suyunu yutardık” dermiş. Birisinde iki asker ekmek çuvalını tutmuş, biri öteye diğeri beriye çekerken açlıktan iyice bunalan Temelû Mustafa Algün, bacaklarının arasından doğru ekmek çuvalını kapmış, kaçmış. Ne olursa olsun bulabildiklerini yerler, ekmek bulduklarında kırmaya medetleri olmaz, ısırıp yer giderlermiş.
“At pisliğinden arpa toplayacaksınız”, “kıymetini bilin” der, ekmeği hiç kırdırmaz, ekmeği israf ettirmez, evde bir yere hiç ekmek kırığı attırmazmış. Atılırsa çok kızarmış. Başından geçenleri anlatırken gelini Hacer Algün’e, “Gı (Kız) bana ağlasana” der, ne yatak, ne ekmek gördüklerini anlatırmış. Çalışmaya çok hevesli imiş. Yağmur yağıp hava açar açmaz mümkün değil evin içinde durmaz, “Konak yanındakiler kalkmış. Kalksanıza” diye bağırır, çağırırmış.
Hakikati haykıran hakikat
Bütün bunlar ve daha nicelerini daha tarih olmadan bizzat anlatmış… Evinde, komşusunda, 23 Nisan, 29 Ekim gibi yıldönümleri dahil bizzat derslere davet edilerek köyünün okulunda anlatmış bulunan 1899 doğumlu Temelû Mustafa Algün, Emrullah, Niyazi, Hüseyin, Cemile, Hanım adlı evlatlarına İstiklal Madalyası ile taçlandırılan şerefli bir geçmiş bırakarak 1979’da “Rabbine dön!” emrine uydu. Şimdilerde o Konakyanı Mezarlığında, “bu vatan kimin?” sorusunun cevabı, Türkiye’nin, Geyikli’nin tapusu olarak yatıyor. Sisdağı ile et-tırnak olmuş insanları buradan söküp atma girişiminde bulunan “fildişi kule“ erbaplarına karşı “Sisdağı’nın bedelinin ödendiği”nin nişanesi olarak yatıyor. Anadolu’yu terk et! Geldiğin Ortaasya steplerine geri dön!” diyen Şark Projesini yırtıp, tarihin çöp sepetine atanlardan bir er kişi olarak, oğlu Emrullah ile birlikte Geyiklililerin kapısına “Sisdağı’nı terk et”vâri bir uygulama ile dikilen “fildişi kule”cilerin “hava fotoğrafları”nın havada kalmaya mahkûm olduğunu haykıran bir gerçek olarak yatıyor.
Temelû Mustafa Amca (Algün) Türkiye’nin vatan kalması için savaştığı gibi Sisdağı’nın vatan kalması için de savaştı. Oğlu Emrullah, Kalpakkaya’nın gölgesinde rahat bir yayla yapsın için de savaştı. Oysa, şimdi Emrullah amca, ve daha nice Geyiklili amcalar, teyzeler, evlatlar, torunlar bu haktan mahrum kalmak tehlikesi ile karşı karşıya. “Toprağın altında sıradağlar gibi yatanlar”dan biri Mustafa Algün’ün kemikleri de sızlamak tehlikesi ile karşı karşıya.
Hazırlayan:
Kamil BAYRAKTAR / Gazeteci Yazar