Meğer Ne Hazineler Kaçırmışız.

..Hazırlayan: Kamil BAYRAKTAR / Gazeteci Yazar
Meğer ne hazineler, içlerindeki hazinelerle birlikte daha toprağın altına gömülüp sır haline gelmemişken, bir adım uzağımızda iken, el atıp payımıza düşeni alamamışız da haberimiz yokmuş. Meğer, küçük dünyamızdaki oyuncaklarla oyalanma gafletine düşme yüzünden ne büyük dünyalardan mahrum kalmışız da haberimiz yokmuş. Tıpkı İsmalû Hüseyin Yılmaz amca örneğinde olduğu gibi...

Hayattaki oğlu Vahit Yılmaz’ın sağındaki küçük fotoğrafta kendisi ile görülen İsmalû Hüseyin amca, İstiklal Harbinde şarapnel parçaları ve sekme kurşunlarla yaralanmış. Topçu imiş. Çok ağır olan toplarını çekerken bir de indirme (inme) gelince kendisine hava değişimi verilmiş. Köyüne gönderilmiş.

İlk okul beşinci sınıfta idik. O zamanlar ilk okullarda Tarım-İş dersi diye bir ders vardı. Galiba haftada bir gündü. Genelde teorik olarak sınıfta anlatılırdı. Fakat, Geyikli’de büyük emeği olan Geyiklili öğretmenimiz Mehmet Özdemir, hem pratik yaptırmak hem de köylü-komşuya yardım olsun diye öğrencileri bu Tarım-İş dersinde, mevsiminde, tarlalara götürürdü. Bu götürme bazen belleme, bazen tohum kazmaya rastlardı. İşte böyle bir ders pratiğinde kendimizi İsmalû Hüseyin (Yılmaz- Vahit amcanın babası) amcanın tarlasında bulmuştuk. Onu da ilk kez orada görmüş, güneşli bir havada bembeyaz sakalı, aydınlık yüzü ile tarlaya tohum saçarken gördüğüm hali ile hafızamda yer etmişti. Ondan sonra daha hiç gördüğümü hatırlamadığım İsmalû Hüseyin amcanın köyümüzün kendi halinde bir ak sakallı kocamışı olduğunu zannediyordum. Ta ki 2005 Şubat’ında, Bursa’da, bir vesile ile Geyikli’nin “Çılgın Türkleri”ni araştırıyor olduğumu aktarıp, o ana kadar edindiğim bazı dramatik ve ilginç bilgileri sıralamaya başladığımda kardeşim Mehmet’in hanımı, yengem Melek’in (Bayraktar) “benim büyük dedem İsmalû Hüseyin de İstiklal Harbi gazisi idi. Her tarafı yara-bere izi içinde idi” sözlerini duyuncaya kadar… 

Anahtar ve şifre eksik olunca

Bildiklerime bu isim de eklenince gerçeği söylemek gerekirse bir taraftan şaşırmış, diğer taraftan Türkiye’nin içinde bulunduğu mevcut hâli tahlil ederken çoğu kez kullandığımız “Hazine üstünde oturan dilencilere benziyoruz” sözü aklıma gelmiş ve bu söz, “Geyikli’de nasıl bir hazineye sahipmişiz de haberimiz bile olmamış” şeklinde adeta bumerang misali geri dönmüş, kendi kendime “bir de gazeteci olacaksın. Hem de Geyiklili bir gazeteci”, “sen nasıl bir gazetecisin ki köyünden, köyünün değerlerinden, köyündeki hazinelerden bîhabersin” gibi sözleri bedenime de, nefsime de, ruhuma da hançer gibi saplamıştım da saplamıştım. Çünkü, İsmalû Hüseyin Yılmaz gibi nice hazineler, içlerindeki hazinelerle birlikte daha toprağın altına gömülmemişken, üstleri toprakla örtülmemişken ve dolayısıyla saklanmamışken, yani gözümüzün önünde, bir adım uzağımızda iken bu hazinelere el atıp payımıza düşeni alamama müflisliğinde bulunmuş, büyük dünyalarına girme şansını küçük dünyamızdaki oyuncaklarla oyalanma gafletine düşme yüzünden kaçırmıştım. Hem de bir daha yakalayamamak üzere kaçırmıştım. Fakat, insan bu ya; mutlaka bir kaçış yolu bulur ya; bu cümleden olarak bu satırların yazarının da sığındığı liman, “Vermeyince Mâbud, neylesin Sultan Mahmut”ta ifadesini bulan liman olmuştu. Bereket, hazine bildiklerimize ulaşma yolları tamamen de kapanmamıştı. Tavuğun suyunun suyu, bazen de suyunun suyunun suyu mesabesinde de olsa en azından bu hazinelerin yerini bilenler vardı. Görenler vardı. Fakat hazineye açılan kapılara anahtar bulmakta, uydurmakta zorluk vardı. “Açıl susam açıl” misali şifrelerin ya sadece “açıl”ı ya sadece “susam”ı biliniyordu. Yanlarında birçok kez kapı açılmış, hazineyi görmüşler, şahit olmuşlar, hatta kendilerine şifreler söylenmiş, ya akıllarında tutamamışlar, ya “nasıl olsa hazinenin asıl sahipleri ortada. Bize iş düşmez” gafletinde bulunmuşlar, fazla kulak asmamışlardı. Onun için de konu her açıldığında “Ahh! Keşke bugünkü aklım olsaydı”, “Akıl edemezdik ki”, “Bugünkü teknik imkanlar olsaydı da hepsini teker teker kaydetseydik” türünden hayıflandıklarına şahit olunuyordu.

Yeri bilinen de var bilinmeyen de

Oğul, torun, dinleyen sıfatıyla görenler, yarım da olsa kulak asanlar cümlesinden sayılanların ellerindeki yarı şifre ile ne kadar mümkünse o kadar aralanabilen kapıdan ulaşılıp alınamasa bile en azından görüş alanına sokulabilen hazinelerin varlığı bir yana bir başka İsmalû Hüseyin, İsmalû Büyük Hüseyin lakaplı İsmalû Hüseyin gibi… İştirak etmediği harp kalmamış bulunan, Balkanlarda, Sakaryalarda, Dumlupınarlarda, Afyonlarda savaşmadığı yer olmadığı söylenen… Hakkında “Bizim köyde en çok askerlik eden o. Bizim köyde en çok harbe girip çıkan o. Bizim köyde esas harp eden o” bilgisi verilen… Ağaçlara çok çabuk tırmandığı için “Dünyayı gezdim. Senin gibi çabuk, atılgan çocuk görmedim” dediği Çavuşû Ahmet Bayraktar gibi istikbâlin sahipleri çocuklara bir öğretmen edasıyla askerlikte, savaşlarda başından geçenleri anlattığı belirtilen… En son bizlere “sırtında kalın-uzun bir paltosu vardı. Hatta bu paltonun cebinde bir el bombası bile getirmişti” şeklinde anlatılan… İsmalû Ali Yılmaz öğretmenin, imam Orhan Yılmaz’ın, İsmail ve Osman Yılmaz’ların dedesi, İsmalû Mustafa Yılmaz amcanın babası İsmalû Büyük Hüseyin gibi… Geyikli toprağının altında olmakla birlikte yeri bilinemeyen hazineler de yok değil.

Açlık, suzuzluk, yalın ayaklık diz boyu

Bereket, bahsekonu ettiğimiz İsmalû Hüseyin için aynı durum söz konusu olmayıp, oğul Vahit Yılmaz, torunlar Ahmet, Çakır, Mustafa, Hüseyin, Gülizar Yılmaz’lardan hem yeri, hem ona açılan kapı, hem de “açıl susam açıl” şifresinin en azından “açıl”ına dair bilgi almak imkânı vardı. Bu imkân zorlandığında da görüş alanımıza girdiği kadarıyla İsmalû Hüseyin Yılmaz amca, İstiklal Harbi’nde, Batı Cephesinde bulunmuş. Halilû Hasan (Gülay), Kedû Ali (Bayraktar), Dıvırû Hüseyin (Atalar), Çakırû Mustafa, İmadû Ahmet (Atalar), Kürdû Hasan (Gülay), Musa, Halicû Bayram başta olmak üzere diğer bazı Geyiklililerle birlikte Ankara Haymana’da, Kütahya’da, yüzbaşıları Naci Altuğ’un komutasında bir topçu eri olarak Yunanlılara karşı savaş vermiş. 
Bizzat kendisinden duyulduğuna göre çok açlık, susuzluk çekmişler. Bir keresinde, Kütahya’da iken, İsmet İnönü birliklerini teftişe gelmiş. Yüzbaşıları Naci Altuğ, İsmet Paşa’ya, “Paşam! Baksana! Bunlar aç, yalın ayak, çıplak” demiş. İsmet İnönü de “Sen bunları görüyorsun. Ben ise hepsini görüyorum. Ama ne yapalım. İmkânımız yok” mukabelesinde bulunmuş. 

Keşfi artık zor mu zor

“Aklımda kalmadı ki. Aklımda kaldığı kadarıyla” diyen oğlu Vahit Yılmaz’ın anlattığına göre İsmalû Hüseyin amca, şarapnel parçaları ve sekme kurşunlarla yaralanmış. Ayrıca topları çok ağır olduğu için götürürken indirme olmuş. Yaralanma ve inme ile birleşince kendisine hava değişimi verilmiş. Nasıl geldiği bilinmez bir şekilde önce Samsun’a, oradan da “Samsun’dan beriye 27 günde geldik” sözüyle belirttiği üzere 27 günde Beşikdüzü’ne gelmiş. Beşikdüzü’ne geldiğinde üstü başı yıkanacak halde, bit içinde imiş. Beşikdüzü’nde bir kadın elbiselerini yıkamış, kurutmuş, giydirmiş. Askere gitmeden önce Sündüzû merhum Hacı Abdullah (Gülay- Geyikli eski Belediye Başkanı Ahmet Gülay’ın babası) amca ile yaşıt bir oğlu varmış. O ölmüşmüş. Köye ulaştığında “ne var ne yok?” diye sormuş. Önce “bir şey yok” demişler ama sonra oğlunun öldüğünü öğrenmiş. Öğrenince de biraz aklını katmış. Bir zaman, öteye, beriye koşmuş, durmuş. Sonra düzelmiş. Tam dokuz tane sabi uşağı öldüğü için babasının da çok acı ve ıstırap çektiği bilinen İsmalû Hüseyin amca bu hava değişimi gelişinden sonra bir daha askere geri dönmemiş. Tezkeresini de Vakfıkebir Askerlik Şubesi’nden almış. Muhtar Tevfik bir şey yapmış, tezkeresini şubeden almış. Fakat, madalya kanunu çıktığı zaman müracaat ettiklerinde bu geri gitmeyiş karşılarına çıkmış, kaçak gözükmüş ve madalya alamamış. Diğer bazı gâzi köylüleri gibi madalya takma işi birtakım formalitelere, kırtasiyeye kurban giden İsmalû Hüseyin Yılmaz amca, Rumî 1316 (Miladî 1900) doğmuş, 1986 yılında, 86 yaşında hayata gözlerini yummuş ve uğruna savaştığı toprağın birinci dereceden vatan bildiği bölümünde, köyü Geyikli’de gömülmüş bir hazine olarak, daha nice hazineler gibi kendine ulaştıracak kapının açabildiğimiz kadarıyla böyle yarım değil, tam olarak açılacağı gelecekleri bekliyor.

İsmalû Hüseyin Yılmaz amca, Rumî 1316 (Miladî 1900) doğmuş, 1986 yılında, 86 yaşında hayata gözlerini yummuş ve uğruna savaştığı vatanın Geyikli toprağına gömülmüş, kapısını ancak yarı aralayabildiğimiz bir hazine olarak duruyor. 

Hazırlayan:
Kamil BAYRAKTAR / Gazeteci Yazar

YORUM GÖNDER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz