ZULÜM GÂZİ TANIMADI
Rûmî 1316 (Miladî 1900) doğumlu Dıvıroğlu Hüseyin Atalar’ı, “korku” kelimesi ile birlikte hatırlıyorum. Oldukça küçük yaşta idim. Yalnız da olsam, yanımda başka çocuklar da olsa, onu gördüğümde korkardım. Hele hele köyümüzün, iki insanın yan yana yürüyemeyeceği kadar dar patika yollarından birinde karşı karşıya geldiğimizde, bu korku tir tir titreme boyutuna ulaşırdı. Benim korku, onun ise biraz ürkek, biraz tehdit dolu bakışlarımızın kesişmesinin ardından geçiştiğimizde derin bir “ohh!” çekerdim.
Bazen, Geyikli Deresi’nin karşı yakasındaki Karaağaç Mahallesi’ndeki Kafar (Gaffar) Irmağı denilen mevkiden “tabit, tabit!..” diye kendi kendine bağırması, taa bizim mezarlık önüne ulaşır; duyanlar, “Dıvırû gene azdı.” derlerdi. Kafar Irmağı’ndan geçerken, ağu (kumar) adlı maki tipi ağaç dallarının yer yer sökülüp atıldığını görür; bunun Dıvıroğlu Hüseyin tarafından, işte o “tabit, tabit!” diye, sanki birisiyle kavga edermişcesine bağırması sırasında gerçekleştiğini anlardık. Bazen normal bir insan gibi davranır, bazen ise, anlam veremediğimiz bu tür davranışları sergilerdi. Dıvıroğlu Hüseyin’deki bütün bu haller, belli bir zamandan sonra aklî dengesinin bozulmasıyla başlamıştı. Herkes gibi o da, hayatını uzun süre normal bir insan olarak sürdürmüştü. Tâ ki, o meşhur “tek parti” iktidarı döneminde, Geyikli köyüne gelen bir müfrezenin komutanı Rauf Çavuş ile karşılaşmasına kadar…
Zâlimin zulmü, mazlûmun duası
Dıvıroğlu Hüseyin, köyün muhtarı idi. Müfreze, çıkan silah yasağının gereğini yapmak için gelmişti. Teslim edilen silahlar kâfi miktarda bulunmadığından, köyün ihtiyar heyetini teşkil eden isimler Karaalioğlu Hüseyin Karagöz, Pirgayip Çakır, Palavaroğlu Arif Taşdemir, Şıhoğlu Hasan Yaşar, Gülüşanoğlu Mustafa Gülay (köy korucusu) Kıran mevkiinde toplanmıştı. Müfreze, postallarını çıkarmadan camiye girmede bir beis görmemişti. İhtiyar heyetinden Şıhoğlu Hasan Yaşar ile muhtar Dıvıroğlu Hüseyin Atalar’ı camiin içine aldılar. “Bu kadar büyük köyde bu kadar mı silah var?..” diye Şıhoğlu Hasan’ı dövmeye başlayacakları sırada Hasan, “Zâlimin zulmü, mazlûmun duası…” diye bağırdı ve arkasından “Lâilâhe illâ ente subhâneke innî küntü minezzâlimîn„ (1), “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyi’l azîm„ (2) tesbihatlarını okudu. Kendisi de madalyalı bir İstiklal Gazisi olan Hasan Yaşar’a bu söz ve tesbihatları/âyetleri dedesi Molla Hasan öğretmiş, bir yerde başı dara düştüğü zaman okumasını tenbih ve tavsiye etmişti.
Molla Hasan sıradan bir insan değildi. Tarihe Güvende Şıhı olarak mal olmuş bir evliyaullahın neslinden gelen ve onun velilik mirasını sürdürenlerden birisiydi. Naz ehlinden olduğu yönüyle de bu veliliği kerametleri ile de tescillenmişti. Mesela o da bir savaş gâzisi (Balkan Harbi) olan oğlu Ali Osman’a Yalı’ya buğday almaya gitmesini söylemiş, isteği yerine getirilmeyince “kan yiyesiceler’ sözüyle kırgınlığını dile getirmişti. Aradan çok zaman geçmeden Ali Osman’ın eşi evde yağlaş (kuymak) pişirirken, yemeğin üstü fokur fokur kan kaynamaya başlamıştı. Durum Molla Hasan’a iletildiğinde “Beni üzmeyin işte’ tenbihiyle kan kaynayan yağlaşın bir toprağa gömülmesini söylemişti.
Yine bir kızı vardı; adı Havva olup, Halilcükoğlu Ali’nin eşi idi. İsteği üzere ineğini bu kızı otlatırdı. Günlerden bir gün ineğini götürmeyi unutunca “Allah karnına dal sokasıca, ineği niye unuttun?! Akşama kadar bağırdı’ demişti. Aradan çok zaman geçmeden de Kırlakoğlu merhum Hacı Nail Gülay’ın evinin Uzunevi tarafındaki ırmakta sele kapılmış, gerçekten de karnına dal sokulmuş vaziyette Zeynel’in Köprüsü civarında bulunmuştu. Adı geçen ırmakta o güne kadar öyle bir sel olayına rastlanmadığı gibi o günden bugüne kadar da rastlanmayacaktı.
Molla Hasan adı etrafında sâdır olan bir başka keramet de ölümünden onlarca yıl sonra 2008 Mart’ı itibariyle kendini gösterecekti. Oğlu Molla Mehmet bir ev yapmak istediğinde evin kapısının kendi evine dönük yapılmasını istemiş ve fakat bunun tam tersinin yapıldığını görünce bu kez de ağzından “Allah evinin içinden yol geçiresice’ kelimeleri dökülmüştü. İşte bu sözün ilk emareleri zamanla evin harap hale gelmesiyle görülecek, Mart 2008 gelince de torun Hacı Seyfi Yaşar’a atılan bir yol kolu ile de bu sözün yeryüzündeki izdüşümü tamamlanacaktı.
Öğrettiği tesbihata başvurmasıyla torunu Hacı Hasan Yaşar’ın, tek parti iktidarının dillere destan zulümlerinden birinden kurtulmasını da bu kerametler cümlesinden saymak mümkün olsa gerekti.
Yaşanan bu gerçekler, Allah’ın, takva sahibi dostlarına ne tür nimetler bahşettiğinin, böyle bir gerçekten Geyikli’nin de nasibini almış bir belde olduğunun göstergesiydi. Özellikle bugünü yaşamakta olan Geyiklililerin geleceğe doğru nasıl bir ırmak yatağında akıyor bulundukları ikazını bünyesinde barındıran bu göstergeye temel teşkil eden tesbihatın bilinmesi gereken bir boyutu daha vardı. O da Allah ile yaptığı sözleşmede İslamî literatüre “zelle“ tabiriyle yerleşmiş olan bir yalpalama yaptığı için kendini balığın karnına atılma imtihanı içinde bulan bir peygamberin af için adeta vird haline getirdiği bir tesbihat oluşuydu. Günümüzün Geyikli’sinde asırlık ömre merdiven dayadıktan sonra 2011 yılında vefat eden Hacı Raşit Gülay’ın, adeta bir miras addedercesine dilinden hiç düşürmediği “Lâilâhe illâ ente subhâneke innî küntü minezzâlimîn„ ifadeleri, Hz. Yunus’un, “zelle’sinin farkına varıp ah ü figan ederek af ve mağfireti için Allah’a yalvarır, yakarırken yaptığı duanın ta kendisiydi; hem de balığın karnından kurtulmasına vesile kılınan duanın kendisi… Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) hakkında “Birinize dert ve bela gelince Yunus Peygamberin duasını okusun! Allahu Teala onu muhakkak kurtarır.“ buyurduğu duanın ta kendisi…
Hz. Yunus’u balığın karnından kurtaran bu dua, Allah’ın kudretini celbeden gücüyle binlerce yıl sonra Şıhoğlu Hacı Hasan Yaşar’ı da bir zulümden kurtardı. Bu duanın ihtiva ettiği güç biliniyordu ki, bunları duyar duymaz Rauf Çavuş, bir sopa bile vurmadan “Bırakın!” dedi ve Hasan Yaşar delirtilesiye dövülmekten kurtuldu.
Sonra Dıvıroğlu Hüseyin’i ele aldılar. Bilmediğinden mi, yoksa başka sebepten mi bilinmez, aynı sözler onun ağzından dökülmedi. Onun nasibine düşen şey, hem de bir ibadethane içinde, Allah’ın evinde çok feci şekilde dövülmek oldu. Ayaklarının altı kabarıncaya, şişinceye kadar falakaya yatırıldı. Köylüsünden geçemeyişinin faturası fenaşekilde dövülmekle sınırlı kalmadı elbette; o günden sonra Dıvıroğlu Hüseyin aklını oynattı.
Rauf Çavuş, aynı tavrı Tonya’da da sergileyecekti. Yine bir Tonyalıyı yere yıkıp dövmekte iken, bu işleme maruz kalan Tonyalı, Rauf Çavuş’un belindeki silahı kapacak, aşağıdan yukarı tetiğe basacak ve onu öldürecekti…
Savaşta çektiği yetmemiş olacak ki…
Dıvıroğlu Hüseyin, gâziliği İstiklâl Madalyası ile tescillenmiş bir Kurtuluş Savaşı gâzisiydi. Demek ki, zulüm o boyutta idi ki, hiç kimse, “Rüzgâr eken, fırtına biçer.”, “Eden bulur.” gerçeklerinde ifadesini bulan sonucun tez zamanda kapısını çaldığı Rauf Çavuşa, “Bu adam Kurtuluş Savaşı gâzisi. Savaştı, memleketi kurtardı. Sen, ne yapıyorsun?” da diyemeyince, karşı karşıya kaldığı zulümden sonra aklını oynatan Dıvıroğlu Hüseyin, kızı Fatma’nın deyişiyle, “Artık, azmaya (kızgın bir şekilde bağırıp çağırmaya) başladı.” Üniformalı asker görünce ürker, korkar hale geldi. Karısına bile zıt oldu. Fakat çocuklarına hiç dokunmazdı. Tedavi için hocalara gidildi. “Cin üstüne uğramış. İkisi erkek, biri kadın cini var…” denildi. Cin taifesinden bir kadının, karısını istetmezliğinden hareketle karısı Mineş’e yapmadığını bırakmadı. Çok zahmet etti. Bir keresinde, bıçakladı bile. Buna tanık olduktan sonra artık evde, bıçak, orak, balta, kesici alet ne var ise hep ortadan kaldırıldı. Evin dışına çıkartıldı. Buna rağmen yine baş edilemedi. Sonunda, kardeşi Fehmi Atalar tarafından, Güney Mahallesi’ndeki eve hapsedildi.
Fakat günlerden birgün, kardeşi Fehmi’yi nasıl kandırdı ise, oradan kaçmayı başardı. Kardeş Fehmi, o zamanlar Güney Mahalle’de, -sonradan oğlu Fahri Türkmen’in ikamet ettiği evde ikamet etmekte olan- Hafız Hüseyin Türkmen’e çağırdı ve; “- Hüseyin Hafız yola çık; bizim Hüseyin varıyor.” dedi.
Çünkü evden çıkarken terekten bıçak almıştı. Karısını bıçaklayabilirdi. Sesi duyan Hüseyin Hafız, yola çıktı, önünü kesti; “Etme, yapma, gel!..” diye yalvardı, yakardı; söylenecek ne varsa söyledi. Bunun üzerine Dıvıroğlu Hüseyin, bıçak elinde sırt üstü yere yattı ve; “- Hoca, üstüme gelme; benim bir kızım olacak…” dedi.
Bundan sonra eve vardı ve karısı ile halvet oldu. Zaman onu doğrulayacak; hayatta olup da, hâlâ o Rauf Çavuşa bedduada bulunan kızı Ayşe Evren, işte o halvetten dünyaya gelecekti.
Kaç yaşında öldüğünü sorduğumuzda “Bilemiyorum! / Babamın yaşı mezar taşında yazılı…” cevabını veren; arkasından da, “Hani o eski adamlar nerede oğlum?! Temeli olmayan bina nasıl ayakta durur?” şeklinde özlemle yüklü önemli tespitte bulunan Dıvırkızı Fadime’nin anlattığına göre, babası Hüseyin, -Geyikli’nin tam bir mikro Türkiyeliliğinde Kurtuluş Savaşı boyutuyla payı bulunan- Temeloğlu Mustafa Algün ile aynı cephede bulunmuş biriydi.
Temeloğlu Mustafa, yanına gelir, eskileri yâd ederlerdi. “Hüseyin! Ankara harbinde, Bergamalarda, atın çavunundan arpa alır da yerdik. Kötü yerlerden su içerdik; biliyor musun?” derdi ve arkasından da, birlikte ağlamaya başlarlardı.
Haymana Ovası’nda çarık sırımı
Baba mesleğinden -diş çekme, iğne yapma gibi- bazılarını icra ettiği için merhum Seyfi Yaşar da, Geyikli’yi tam bir mikro Türkiye hüviyetine kavuşturan bu adam gibi adamlarla oldukça sık şekilde, aynı zaman ve mekanı paylaşma imkanı bulanlardandı. Onun anlattığına göre bir keresinde bir cenazeden dönerken Palakoğlu Ahmet Gülay, Temeloğlu Mustafa Algün ve Köselioğlu Ahmet Özendi de olduğu halde Dıvıroğlu Hüseyin Atalar’ın evine uğramışlardı. Hüseyin, hemen bunları kucakladı. “Neredesiniz yahu!” diye biraz serzenişte bulunduktan sonra, “Ahmet! Biliyor musun? Menemen ovasında kurşun bizi kemirip yiyordu”ya, “Haymana ovasına yukarı çarık sırımı yiyorduk”u da ekleyince, Köselioğlu Ahmet’in gözünden yaşın, pınardan akar gibi akmaya başladığı görülmüştü.
Henüz sağlığında Köselioğlu Ahmet’in gözünden pınardan akar gibi akan yaşlar, emr-i Hak vaki olup uğruna savaştığı vatan toprağının bağrına teslim edildiği defin işlemi son bulur bulmaz o vakte kadar bir pare bulut dahi olmayan gökyüzünden yeryüzüne bardaktan boşanırcasına akarak da kendini gösterecekti. Cenazesine katılanların “Bugüne kadar böyle şey görmedik“ şeklindeki hayret belirten ifadeleri arasında gerçekleşen bu olayın vukubulduğu tarih 18.08.1992’den beridir Dıvıroğlu Hüseyin Atalar, Konakyanı Mezarlığındaki inşallahu Teala Cennet bahçelerinden bir bahçe kabrinde, İstiklal Madalyalı gâziliğinin yanına mazlumen de gâzilik eklenmişliğe istinaden Âlemlerin Rabbi’nin nimetlerine muhatap bir berzah hayatı sürmektedir.