Doksanlı yıllardı, yurdum insanlarının alışık olduğu “devlet tuttuğunu öper” mantığıyla bir tutuklama operasyonu sürüyordu ve tutuklulardan bazısının ekonomik durumları oldukça kötüydü.
Hapse düşünce ailelerinin ekonomik durumu daha da ağırlaşmıştı. Mağdur insanların ailelerine maddi ve manevi yardım etmek gereğine inanan, arkadaşları maddi refahları iyi olmanın ötesinde, kalburüstü sayılabilecek ciddi servet ve işlere sahip dava arkadaşlarını (!) konuyu iletmek üzere ziyaret etmişler.
Olayları ve mağduriyetleri anlattıktan sonra “bir infak fonu kurarak arkadaşlara yardım etmeliyiz. Ancak bazılarına acele yardım gerekli, maddi ve manevi desteğimizi göstermeliyiz” demişler.
Dava arkadaşlarından aldıkları cevap, akli bir burhan, usulî bir fıkıh karinesi, yüksek ahlakî bir norm niteliğindedir(!) “Bu onlara Allah’tan bir musibet ve imtihandır, sabır göstersinler…” şeklindedir. Nihayetinde yardım etmemişler. Üniversite öğrencileri, kendi aralarında kampanyalar düzenleyerek ara sıra da olsa ellerinden geleni yapmışlar.
Son derece ufuk açıcı ve imanı kuvvetlendirici bir tavır(!) İnsanların darlığa düşmesinin yalnız dara düşenler için imtihan olduğu düşünülüyor ve dindar camia bunu hiçbir zaman bir tartışma konusu yapmıyor.
Kaba softalığın ehl-i kitaplaşan son biçimi mal ile imtihanı maldan kırkta bir verip gerisini dinden tamamlamaktadır.
Birkaç gün oruç, birkaç rekât namaz, “üç gulühü bir elhemle hatim.
Sadaka, kurban ve kırkta birin üstünde mali sorumluluk yüklemeyen, suya sabuna dokunmadan temizlik yapmaya çalışan tefsir dersleri, hadis okumaları, olmadı bir kandil gecesi namazı… İşte kırkta otuz dokuz’un dinle konvertibilitesi… Böyle ifade edilmese de İsrail Oğullarının “cumartesi yasağını” çiğnemeleri gibi.
Allah’ın, salim aklın, vicdanın ve hukukun yüklediği mali yükümlülükler yok hükmünde.
“Ey iman edenler! Hahamlardan ve rahiplerden birçoğu, insanların mallarını haksız yollarla yiyorlar ve Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Altın ve gümüşü biriktirip gizleyerek onları Allah yolunda harcamayanları, elem dolu bir azapla müjdele. O gün biriktirdikleri cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak ve “İşte bu, kendiniz için biriktirip sakladığınız şeylerdir. Haydi, tadın bakalım, biriktirip sakladıklarınızı!” denilecek. Tevbe34-45”
***
Yine aynı yıllardı bir “ayağa kalaktın kalmadın” davasından birkaç arkadaş takibata uğramış ve ceza almışlardı.
Bunlardan birisi önce hayata atılmış çalışmaya başlamış, üç çocuk babasıyken üniversiteye girmişti. İkinci sınıftaydı ve hem çalışıp geçimini sağlıyor, hem de okuyordu.
Bu arkadaşın aynı davadan ikinci kez ceza alıp hapse girdiğini duyunca çoluk çocuğuna yardım edip etmediklerini sordum.
“Buna gerek yok” dedi bir ortak arkadaşımız. Ben, neden, diyince; “Onun yanında çalıştığı işvereni maaşını kuruş eksiltmeden sekreteriyle her ay çocuklarına gönderiyor ve çıkıncaya kadar da devam edeceğini söylüyor.”dedi.
Ben şaşkın bir vaziyette biraz da şaka olsun diye, hangi dinden bu arkadaş, dedim. “Alevi kökenli bir sosyalist” cevabını alınca ben “yabancı değilmiş” dedim.
Hep beraber güldük! Neye ve niye güldüğümüzü hala bilmiyorum.
Ben, bu arkadaşı yetiştiren annenin ellerinden öpmek isterdim, dedim.
Nasip olmadı!
Böyle bir şerefin de insana nasip olması lazım.
Adam olmadıktan sonra insanın yalnız vali olması değil, kendisini o ya da bu dinle veya mezheple tanımlamasının da fazla bir kıymet-i harbiyesi yok.
Meşhur fırka-i naciye hadisinin bahsettiği yiğitler, farklı dağların üzerinde kök salmış, çiçek açıp canlı mahlûkata meyve veren ve en azından oksijen üretip erozyonu önleyen ağaçlar gibi galiba ve hiçbir topluluğun tabelasına sığmıyorlar.
Ahlak açısından gerisi çer çöp, vesselam…