İslam dini insanın varoluş gayesini; yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak kulluk yapmak şeklinde va’z eder. “Rabbin meleklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti…” (Bakara: 2/30) “Cinleri ve insanları ancak bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır.” (Zâriyât: 51/56) Allah’ın halifeliğinin ve kulluğunyeryüzündeki nihai gayesi insanlarla vicdanları arasında zorlayıcı hiçbir engelin kalmayacağı bir dünya için maksimum çaba göstermektir. “Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.” (Bakara: 2/193)
İslâm’a göre, bu yüksek gayeye ulaşmak için iki zorunlu yön ve yol vardır. Bunar kişinin kendinden başlamak üzere insanların ıslahı ve yeryüzünün imarı için çalışmasıdır. “…Gerçek şu ki, sizden kim, bilmeyerek bir kötülük yapar, sonra ardından tövbe edip de kendini ıslah ederse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (En’am: 6/54), “Musa, kardeşi Harun’a dedi ki: Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslah et, bozguncuların yoluna uyma” (Araf: 7/142), “Onlar, yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nice olduğuna bakmadılar mı? Ki onlar, kendilerinden daha güçlü idiler; yeryüzünü kazıp altüst etmişler, onu bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi. Peygamberleri, onlara da nice açık deliller getirmişlerdi. Zaten Allah onlara zulmedecek değildi; fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” Ayetlerden anlaşılıyor ki ıslah ve imar diyalektiği kaçınılmazdır. Islah olmaksızın imar iflah etmez, bilakis ifsat eder. İmar etmeksizin ıslah çabası da hezimet getirir.
İslam’ın, insanların kalplerinde ve yaşamlarında yaptığı değişiklikler ve çağları aşan inkılâbı, rastlantı olamaz. Eğer insanların Müslüman olmadan önceki yaşantılarıyla sonraki aynı olsaydı, sadra şifa yeni bir durumdan bahsediyor olmazdık. Onca karşı çıkma ve çatışmaya da neden kalmazdı. Kelime-i Tevhid’i söyleyen insanların hayatındaki değişiklik namaz, oruç ve hac değildir. Bunların üzerine inşa edilen yaşam biçimidir. Ve her yaşam biçiminin dayandığı bir iman ve o iman çerçevesinde oluşan bir itikadı vardır. İşte İslam’ın iman ve itikadının temeli yukarıda söz ettiğim Allah’a kulluk ve yeryüzünde Allah’ın halifeliğidir. Bu yüksek gayeye hizmet edecek insan ile zalimlerin, Allah’a, insana ve tabiata bakışı/itikadı farklıdır.
İslam dinine göre hayatın gayesi iman etmek ve Müslüman olmak değildir; iman etmenin ve Müslüman olmanın gayesi Allah’a kulluk ve yeryüzünde O’nun halifeliğinin salimen yapılabilmesidir. Yani akli ve fiilidir. Amele matuftur. İman ve İslam Müslüman’ı bu gayelere hizmet edebilecek şekilde techiz etmiştir. Eğer namaz, oruç, hac hatta zekât ahlakî erginlik ve salih bir praxis doğurmuyorsa, işte bu eksen kaymasıdır. Kur’an-ı Kerim sorunun itikaddan kaynaklandığını şu şekilde ifade ediyor. “Bismillâhirrahmânirrahîm. 1. Dini yalanlayanı gördün mü? 2. İşte o, yetimi itip kakar; 3. Yoksulu doyurmaya teşvik etmez; 4. Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, 5. Onlar namazlarını ciddiye almazlar. 6. Onlar gösteriş yapanlardır, 7. Ve hayra da mani olurlar.” (Maun Suresi)
Yeryüzünün fesada uğraması, fısk ve tuğyanının artması, fitnenin yaygınlaşması ya da salahın, felahın, iyiliğin yaygınlaşması toplumların temel itikadî paradigmalarının sonucudur. O halde insanların ıslahına hizmet edecek şekilde yeryüzünün imarı için dünyayı çekilmez hale getirenlerin itikadından başka bir itikat gerekir ki, İslam bunu açık bir şekilde ortaya koymuş, geçmişte Müslümanlar bunu yaşayarak yeni bir dünya kurmaya muvaffak olmuşlardır. Bu muvaffakiyeti günümüze taşımak, kendi zamanı için üretilmiş yasaları normatif/furuî bir mantıkla günümüze getirmekle olmaz. İslam’ın temel itikadını getirmek gerekir. Çünkü herhangi bir zaman ve toplum için üretilmiş hukuk/yasa başka bir zaman ve topluma aynen uygulanamaz. İstisnai olarak aynen uygulanabilecekler olabilir, ancak bu genele teşmil edilemez.
Ücret akitlerini temelde üç ana başlıkta kölelik, amelelik/işçilik ve emek-sermaye ortaklığı şeklinde toplayabiliriz. Emek-ücret ilişkilerinde eşitlik, adalet, özgürlük üst prensiplerine ve insan onuruna en uygun olanı ortaklık sistemidir. Ekonomik adaletin, bireysel, ulusal ve küresel olarak sağlanabilmesinin en öncelikli noktası burasıdır. Bugün bütün dünyada amelelik/işçilik biçimi uygulanmaktadır. Ameleliğin, üretilen değerden pay alma, diğer ifadeyle ücret sarkacı, kölelikle ortaklık arasında köleliği merkez alarak sallanmaktadır.
Bugün ücret akitlerini eşitlik prensibine uygun hale getirmek ya ücret sarkacını –üretilen değer üzerinde emek sermayeye eşittir– prensibiyle ortaklık üzerinde sallandırmakla ya da aynı prensip temelli doğrudan ortaklık sistemiyle olabilir. Hukuk ve ahlak gözetilerek realiteye uygulanabilecek en mükemmel sistem budur. Anayasamızın ilk üç maddesinin değişmesinden daha zor olan 55. maddesi mutlaka değiştirilmeli ve yerine “üretilen değer üzerinde emek sermayenin eşitidir” İfadesi koyulmalıdır. Bu gerçek bir inkılâp olacaktır. Allah’ın insanı yaratma gayesine uygun olarak dünyanın çehresini değiştirecek büyük bir adım olacaktır.
Kamu ve hizmet sektöründe ise ücretler, üretim sektörüne kıyaslanarak tespit edilmelidir. Toplum ortalaması, topluluk ortalaması, sektör ortalaması gibi parametreler kullanılabilir. Kamu çalışanlarının ücretleri toplum ortalamasının ortasına yerleştirilmeli ve kamuda ücret çeşitliliği kesinlikle kaldırılmalıdır. Bu adalete daha uygun olur ve kamu vicdanını da rahatsız etmez.
Bir ülkede ücret politikası belirlenirken gözden uzak tutmamak gereken en önemli prensiplerden biri de, toplumun meşru ve yeterli çalışma ile mevcut ekonomik ve sosyal durumlarının müspet yönde değişebileceği ümidini korumaktır. Toplumun bu ümidini kaybetmesi, ifsadın yaygınlaşmasını önlenemez hale getirir.
Bir toplum için asgari geçim standardı, asgari yaşam standardı, asgari ücret, yoksulluk sınırı, açlık sınırı gibi parametreler elbette olacak. Sorun, bu kavramların ne için kullanıldığıdır. Bugün kamuda ve özelde uygulanan ücret sistemleri çalışanın gücünden, emeğinden, enerjisinden, zamanından ve daha da öte ömründen azami olarak yararlanmak, ancak asgari olarak ücret vermek sistemine dayanmaktadır. Akıl ve izan çerçevesinde bunun ahlaki bir tutum olduğunu söyleme imkânı yoktur. Asgari ücret, çalışanlara değil her toplumun çalışmayanlarına/çalışamayanlarına ödemesi gereken bir sosyal ücrettir. Toplumda yaşayan her insan varlığından dolayı bunu hak eder.
Kamu çalışanına ücret belirlenirken bağımsız kurullarca hesaplanmış asgari yaşam standardı veya toplum ortalaması kıstas olarak alınabilir. Ancak her çalışan ortalama yaşam ve çocuklarının eğitimi dışında mutlaka belirlenen yaşam standardı rakamının üçte biri oranında tasarruf edebilmelidir. Aksi takdirde boğaz tokluğuna çalışma realitesi devam edecektir. Yani ücret sarkacı kölelik sistemine yakın sallanmaya devam ediyor demektir.
Resmen tüm toplum için asgari ücret/minimum wage, ilk kez 1896 da İngiliz sömürgesi Avustralya ve Yeni Zelanda’da Tahkim ve Uzlaştırma kurulları aracılığıyla uygulanmaya başlanmıştır. 1907’de Kraliyet, Ernest Aves’i Yeni Zelanda ve Avustralya’ya göndererek asgari ücreti tespit ettirmiştir. Kraliyet, asgari ücreti; bir işçiye iki çocuk ve bir eşle onurlu bir yaşam sürdürebilme imkânı verecek ücret olarak tanımlamıştır. Ve bu böyle uygulanmıştır. Buradan bakınca artan üretim ve zenginleşen ülkelerde gelişim emekçi lehine olmamıştır ve uçurum gittikçe derinleşmektedir. Bugün Türkiye’de asgari ücret dört kişilik bir aile için değil, bir kişi için bile açlık sınırının biraz üstündedir. Eğer bir asgari ücretten söz edilecekse, onuruyla çalışan her ferde ailesiyle beraber onuru bir yaşam sürdürebileceği bir rakam olmalı. İşletmeler bunu sağlayamıyorsa devlet farkı tamamlayacaktır. Devleti meşru bir örgüt yapan unsurlardan biri de budur.
Ücretlerde ortaklık sistemi vergi kaçağını hemen hemen imkânsız hale getirir. Ücretler üretilen değere endekslendiğinde, çalışanlar örgütlü olarak üretimin her aşamasını takip edeceklerdir. Devlet de hem akitlerin hem de üretimin her aşamasında olacağı için denetim ve vergilendirme sağlıklı bir şekilde yürüyebilecektir.